- 3643 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
KADRİMİZİ BİLEN OLDUKÇA
KADRİMİZİ BİLEN OLDUKÇA
Sağ dizini ovan Abdullah Çavuş, yıllarca beraber çalıştığı arkadaşlarını göz altından süzdükten sonra;
“Yaşlanıyoruz galiba” dedi.
Ortalıkta bir müddet sessizlik oldu. Serin ama güneşli olan Kasım cumartesinde sarı renkten kahverengiye dönüşmüş ve ağaçta tek tük kalmış yaprakların arasında kuşların cıvıltısı sakin olan havaya eşlik ediyordu. Gerçekten de havada kurşun gibi ağırlık ve ıslak bir serinlik vardı. Davulcu Nebi, Yukarıseyitli Hüseyin Çavuşun bandosundaki gençlerden birisiydi. Seferberlik yıllarından önce doğmuştu. Ne Hüseyin Çavuş gibi, ne Abdullah Çavuş gibi, ne de Mustafa Çavuş gibi hem Balkan Savaşlarına, ardından Seferberlikte cepheden cepheye, hem de İstiklal Harbi’nde ağustos güneşinde teri yaralarından akan kana karışan muzaffer bir yiğit gibi dokuz eylül günü İzmir’e girebilmişti. Cumhuriyet döneminin yiğitlerinden olan davulcu Nebi, Bu üç çavuşa dönerek;
“Ne galibası? Yaşlandınız artık. Klarnetlerin sesi boğuk boğuk, hele Hüseyin Çavuş büylüyü (trompeti) üflerken notalar kesik kesik çıkıyor” diye karşılık verince Büylücü Hüseyin Çavuş, bu sözleri sanatına bir hakaret olarak gördü ve hiddetlendi.
“Bırak bizim dirimizi” dedi “bizim ölümüz bile valsleri, marşları, türküleri, zeybekleri senden daha canlı çalar. Yemen’de kışlada bu büylüyü üflediğim zaman dokuz kandil söndürmüştüm!” diye çıkıştı.
Kıs kıs gülen Davulcu Nebi, tam bam telini yakalamış bir avcı gibi;
“Hay Allah senden razı olsun!” gedi.
Gırnatacılarla büylücü Hüseyin Çavuş, Davulcu Nebi’ye “Ne anlama geliyor bu?” der gibi baktılar. Bir süre gözleri davulcuya bağlanmış bir şekilde kaldı. Davulun dokmağını yere yatırılmış sandalyenin üzerine koyan Nebi;
“Ne güzel söylediniz. Seferberlik’te birini Yemen’de trompet üflemiş, biriniz Şam’da ötekide Bağdat cephesinde klarnet okşamış... Ne güzel. O zamanlar her biriniz henüz otuzuna merdiven dayamamıştı. Lakin şimdi atmışını çoktan geçtiniz. Şefimiz olan Hüseyin Çavuş bile şu anda atmışdört yaşında. Yine de size maşallah. Allah nazardan saklasın. Ben sizin yaşınıza gelsem, davulu boynuma assam, eşek torbası kadar bile taşıyamam!” der demez üç yaşlı çavuş rahatladı.
İçlerinde tahsil gören hem eski harflerle, hem de latin harfleriyle yazan, arkadaşlarına nota kağıtlarını hazırlayan Çallı Mustafa Çavuş, Nebi’ye döndü ve gülümseyerek;
“Üle Nebi! Hem nalına vuruyorsun, hem de mıhına! Bize verdiğin bu gazla her halde bir on sene daha nice genç kızları, yavuklularına neşeli düğün ederek kavuştururuz biz!” deyince Abdullah Çavuş, sağına soluna baktı. Ağrıyan dizini bir kere daha ovduktan sonra, klarnetinin perdelerine soğuktan morarmış parmaklarını hafifçe bastırdıktı. Ardındanda;
“Böyle konuşacağımıza gelin bir parça çalalım!” dedi. Konu değişsin de aradaki soğukluk gitsin diyen Mustafa Çavuş, Büylücü Hüseyin Çavuşa dönerek;
“Senin şu meşhur Tuna Dalgaları Valsi’ni çalalım mı?” dedi.
Büylücü Hüseyin Çavuş, kırk senedir görmediği arkadaşını görmüş gibi bal rengindeki gözlerinin bebekleri gülümsedi. Biraz önceki sohbetten gerilen kaşları, yerini mutlu ve güzel hatıralara bıraktı. Ayak parmaklarından başına kadar gelen kıpırdanmalar, bu valsin ritmini daha çalmadan hissediyordu. Birden Mısır’daki esir kampında bu ezgi eşliğinde ettiği vals ve aldığı birincilik geldi beyninin en karanlık köşesinden. Davulcu Nebi, davulun tokmağını sandalyenin üzerinden sert bir şekilde kavrayıp;
“Kim anlayacak bu Tuna Dalgaları valsini! Onu çalacağımıza halkalı şekeri çalsak olmaz mı?” der demez cepheden cepheye orduyu coşturmuş olan Hüseyin Çavuş, dudaklarına trompetin ağzını yapıştırdı, ağzını da gökyüzüne kaldırıp, adeta aya, yıldızlara duyurmak ister gibi üflemeye koyuldu. Kırk seneye yakın uyumlu bir şekilde arkadaşlık yapmış olan Abdullah Çavuşla, Mustafa Çavuş klarnetlerinin içli sesiyle ona eşlik edince, Nebi’nin elleri hem tokmakla, hem de zille uygun bir ritim yaparak, bu güzel valsin havasına girdi.
Yaşlı ahbapların her birisi bu vals ile ayrı ayrı hülyalara dalmıştı. Şam’daki ordugahta Alman subaylarının hanımlarıyla, ya da sarışın uzun boyunlu, endamlı kızlarıyla, eteklerini savurarak yaptıkları valsler gözünün önünden geçti. Hele Liman Paşa’ın mahiyet binbaşısının kızı gözünün önünden gitmiyordu. Bir kuğu gibi süzülüşler, nazlı nazlı dairesel hareketler, bir omuzun bir omuza yaklaştığı, sağ eller sol elin “sana sevgim bu kadar çok!” der gibi açılıp havada yumuşak ve zarif çizgiler çizmesi, onu aldı gitti...
Tuna Dalgaları valsinin ilk bölümünü çalmışlardı. Üç çavuşun, ustalıkla ve içli içli çaldıkları bu valsin ritminde kimseye anlatamadıkları hatıraları yaşıyorlardı... Henüz yirmibeşine merdiven dayamamış, düğün sahibinin verdiği köpek öldüren şarabını; ağzınla değil, neresiyle içtiği belli olmayan sarhoş, sağ taraftan “Halkalı şekeri vuruuuun ülennn!” diye bağırarak geldi. Birden Mustafa Çavuş, uzun boyunlu yeşil gözlü Alman dilberinin kollarından uzaklaşmış oldu. Hüseyin Çavuş, sanki birincilik aldığı bu valsin ışıklarını sönmüş hissetti. Abdullah Çavuş, gülümsedi... Sonra da;
“Al sana musikiden anlamayan bir odun! Şu edepsiz ne çalmamızı istiyor?” diye sordu. Davulcu Nebi sırıtarak;
“Yahu size bin kere diyorum ama sözden anlamıyorsunuz? Kim neylesin Tuna’nın Dalgaları’nı. Çalın şu adamlara halkalı şekeri!” diye gürledi.
Hüseyin çavuş gayet isteksiz, trompetin dudaklarından öptü ve halkalı şekeri üflemeye koyuldu. Genellikle başlangıç işaretini hep trompetçi veriyordu. Ayakta duramayan sarhoş, burnunda halkası olan bir ayı gibi bir o yana, bir bu yana koşuyordu. Delikanlının ne yaptığı belli değildi. Çalgıcıların ezgisindeki incelik ile ortada dönen gencin kabalığı hiç bir şekilde uyum sağlamıyordu. Bu arada sarhoş delikanlının bir kaç arkadaşı daha birbirinin koluna girmiş ve “Döktürü! Döktürüüüü ülennn!” diye bağırarak oraya geliyorlardı. Hüseyin Çavuş içinden “Ah şu ekmek parası olmasa!” diye geçirdi. Trompetinin üzerinde sağ elinin üç parmağını oynatarak “Döktürü” ezgisine başladı. Abdullah Çavuş’ta da bir isteksizlik vardı. Klarnetini ağzından uzaklaştırdı. Sağ tarafına dönüp, perdelere basarak sanki içindeki nefesinin buharından oluşan suları boşalttı. Trompete Abdullah Çavuş cılız ve isteksiz bir şekilde eşlik ediyordu. Onların perdelere iştahsız basışlarını farkeden davulcu Nebi, aradaki eksik sesleri kapatmak için davulun tokmağını sert vuruyordu.
Dudaklarını sarı büylüsünden çekmeden Hüseyin Çavuş biraz eğilerek Nebi’ye baktı. Davulcu da “Boş ver! Çal gitsin!” der gibi kafa salladı. Hüseyin ve Mustafa Çavuş, “Peki öylese!” der gibi hafifçe kaşlarını kaldırıp indirdiler. Tam bu arada pantolundan gömleği fırlamış olan sarhoşun birisi;
“Ne duruyorsunuz ülennn! Kerimoğlu zeybeğini canlı canlı vurun bakayımmm!” diye bağırdı. Kollarını kartal gibi açtı. Oynadığı oyun ne Kerimoğlu zeybeğine benziyordu, ne de bir başkasına. Sanki bu zeybeği ondan daha güzel oynayan yokmuş gibi bir de kasım kasım kasılıyordu. Ayakta duramayan arkadaşların gömleklerinin kopan düğmelerine, açılan yakalarına aldırmayarak, ona eşlik yapmaya koyuldular. Sanki Bremen mızıkacıları gibi kimin ne yaptığı belirsizdi. Çalgıcılar “Aldırma, canbaza bak!” der gibi hafiften tebessüm ederek gözlerini kısıp birbirini selamladılar.
O hafta sonu Kaklık’ta iki tane tam çalgılı düğün vardı. Kaklık toprak ağaları da pek örflü oluyordu. Kaklık, hem ziraat yönünden, hem de kara ve demiryolu kavşağı olduğu için birden zenginleşmişti. Gerçekten sonradan görmelerin zengin olması hem kendilerine, hem de halka eziyetti. Köklü ailelerden olan güngörmüş Raşit Ağa, torunu Berkay’ın düğününe özellikle Hüseyin Çavuş’un tam takımını istemişti. Oğlu Şefik Bey,
“Afyonlu genç çalgıcıları tutalım. Onlar yeni oyunları da çalıyor” diye çıkışınca; Raşit Ağa, sincap kuyruğu gibi ağarmış kaşlarını çatarak;
“Olmaz öyle şey! Ben sağ iken Büylücü Hüseyin Çavuş’tan ve arkadaşlarından başka usta bir çalgıcı bilmem de, tanımam da!” diye arslan gibi kükremiş. Bu sefer torunu Berkay, dedesine bakarak;
“Büyükbaba! Onlar dans müziği filan çalamazlar!” der demez, Abdullah Çavuş’un Bağdat Cephesi’nden arkadaşı olan Reşit Ağa, gülümseyerek;
“Ha ha! Anlaşıldı. Sen vals ve dans edebilir misin? Ben Abdullah Çavuşlara söyleyeyim de senin nasıl bir dans ettiğini görelim!” deyince Şefik Bey de, torun Berkay’da yelkenleri indirmişler. Rakipleri olan sonradan zengin olan Kel Naci, genç diye zurnacı Cemil’in takımını tutmuş. Daha düğün dernek kurulmadan kahve köşelerinde, mahalle aralarında, tren garında, köftecilerde “Bizm çalgıcılar çok genç. Şefik’in moruk çalgıcılarından daha canlı ve asri oyunları çalıyor” diye çalım satarak konuşuyormuş. Babasına söz geçiremeyen Şefik ise içleniyormuş ama bir de kendi düğünü aklına gelip, o unutulmaz anları yaşadığı günleri hatırlayınca; “Hele dur bakalım!” diye fısıldayıp “hünerleri bir görelim” diye kendisini teselli ediyormuş.
Kaklık, dağların arasında bir düzlüğe kurulmuş ve son günlerde göç edenler yüzünden nüfusu artan bir kasaba. Her yerden gelenler olduğu için artık oyunlar bile ayrı usullerle oynanır olmuş. İçtikleri köpek öldüren şarabının tesiriyle ayakta duramayan sarhoşlardan zayıf olanı sağ kolunu havaya kaldırarak;
“Durun ülen moruklarrrr!” diye bağırdı. Hüseyin Çavuş birden ayağa kalktı. Aldullah Çavuş kalın paltosunun sol tarafından tutarak yerine oturttu. “Zamane serserisi! Uyma şuna” dedi. Yerine oturan Büylücü, trompetini vals eden delikanlının sevgilisini sinesine basar gibi kucakladı. Mustafa ve Abdullah Çavuş yavaştan çalıyordu. Edepsizce çalgıcılara bağıran genç, sarhoş arkadaşlarından birisine tutunarak;
“Durun ülen! Kulak verin Afyonlu çalgıcılar ne güzel çalıyor!” diye havaya havaya zıpladı. Düğün evinden çıkıp gelen bu genç çalgıcılar, Kaklık’ın ana sokağına doğru halkalı şeker ezgisini çalarak geliyorlardı. Onlarda caddenin karşı tarafındaki kahvenin önüne tezgahlarını kurdular. Sarhoşlar hemen onların yanına gittiler. Beyaz iç gömleğinin etekleri pantolonundan dışarıya fırlamış olanı, kısılmış sesine rağmen boynundaki damarlarını oklava gibi şişirerek;
“Benim usta çalgıcılarım, çalın bakalım halkalı şekeri!” diye bağırdı.
Hüseyin Çavuş’un bando takımı hiç istifini bozmadan klarnetlerini ve trompetini çeldikleri bacakları üstüne koydular. Davulcu Nebi de tokmağı usulca davul koydukları sandalye üzerine usulca bıraktı. Onlar da rakiplerinin ne menet bir şey olduğunu merak ediyorlardı. “Sarhoşlar bile bizi beğeniyor” diye kasım kasım kasılan genç çalgıcılar, halkalı şekere başladılar. Davulcu Nebi bile bu abidik gübidik parçanın eksik çalınan notalarını tesbit edebilmişti. Sarhoşlar adeta kendilerinden geçmişti. Yakası bağrı açık olanı;
“Bir de Hökümetin önünden geçtimi çalınnn!” diye haykırdı.
Baştaki sarhoş, eline aldığı beyaz mendilini savura savura kendi bildiğine meydanda dönüyordu. Diğer arkadaşlarının ne oynadığı belli bile değildi. Ortada tepinen birisi tam Hökümetin önünden geçtim oyun havasının ortasında;
“Aslanlarım benim! Bir de tren gelir hoş gelir havasını vurun!” diye bağırdı. Çalgıcılar deneni hemen yerine getirdiler. Hareketli bir ezgi olan tren gelir hoş gelir parçası çalınıyordu. Sarhoşlar kol kola girdiler, adeta birbirlerini sürüyorlardı. Bu arada sonradan görme zengin Kel Naci, çalgıcılarıyla gururlanıp, kaş altından Hüseyin Çavuş’un takımına, çaktırmadan da Şefik Beyi süzüyordu.
Bu arada bütün görkemiyle Raşit Ağa geldi. Hemen onu, Hüseyin Çavuş’un yanına bir sandalyeye oturttular. Karşı taraftaki curcunanın durumuna izleyen Raşit Ağa, Abdullah ve Hüseyin Çavuş’a göz ucuyla süzdü. “Haydi bakalım! Gösterin şu edepsizlere hünerinizi!” der gibi baktı. Ardından da Kara İsmail’e işaret etti.
Vakur adımlarla Kara İsmail, ortaya doğru yürüdü. Hüseyin Çavuşgil kimin hangi zeybeği oynadığını bildikleri için çalgılarına muhabbetle sarıldılar. Karşı dağlara kadar Kerimoğlu zeybeğinin melodisi dalga dalga ulaştı. Kara İsmail, kartal gibi kanatlarını açmış, Nebi’nin davul temposuna uygun olarak parlak çizmeleriyle yeri okşuyor, adeta gözleriyle de uzaklardaki güzeli izleyip, ta yıldızlara el uzatıyordu. Afyonlu Çalgıcılar sarhoşlara rağmen müziği kestiler. Onlarda hem muhteşem oyunu, hem de gerçek ustaların çaldığı Kerimoğlu zeybeğini dinlemeye koyuldular. Raşit Ağa, ardından Şefik Bey ve sevenleri Kara İsmail’e para çeviriyorlardı. Hüseyin Çavuşgil de diz ağrılarını unutup, bu güzel oyun ile coşmuşlardı. Kara İsmail, oyunun tam yerinde sağ elini havaya kaldırarak Raşit Ağa’yı selamladı. O yerine giderken, Raşit Ağa, Hüseyin Çavuş’a “devam” der gibi baktı. Onun en çok sevdiği Gazi Geray Han’ın meşhur Mahur Peşrevine giriş yaptılar. Dört dakika kadar o muazzam melodilerle kulakları şenlendirdiler. Çoluk çocuk hatta sarhoşlar bile bir kenara çekilip bu müthiş müzik ziyafetini dinliyorlardı.
Mahur peşrev biter bitmez Hüseyin Çavuş, Tamburi Cemil Bey’in meşhur hüseyni saz semaisi Çeçen Kızını çalmaya başladı. Bu şaheseri çalarlarken Raşit Ağa ve Şefik Bey adeta kendilerinden geçmişti. Davulcu Nebi’nin de tokmakla ritim tutmaktan dolayı kolu ağrımıştı. “Yaşlandınız dediği” ustaların coşmasına sebep olduğu için kendi kendine kızıyordu. Bu görkemli eserin icrasını dinleyen genç çalgılar, bu ustalığa hayran olmuşlardı.
Hüseyni saz semaisi biter bitmez, Hüseyin Çavuş, büylüsünü Raşit Ağa’ya uzattı. O durumu anlamıştı. Abdullah ve Mustafa Çavuş aynı anda sandalyesini vals yapan bir dam gibi tutarak Tuna Dalgaları valsine başladı. Torun Berkay’da bu valsi hayranlıkla izliyordu. O müthiş ayak ritimleri, sanki bir prensese eşlik ediyordu. Bu güzel parçayı da klarnetçiler hakkını vererek notalarına eksiksiz vurarak adeta görkemli bir Osmanlı orduevinde müzik ziyafeti veriyorlardı. Abdullah Çavuş’un baş eğmesi ile Davulcu Nebi son tokmağı usulüne göre davulununa dokundurdu.
Birden ortalıkta sessizlik oldu. Raşit Ağa ayağa kalktı. Trompetini Hüseyin Çavuş’a uzattı. Daha sonra da kuvvetli şekilde bir alkış tuttu. Sarhoşlar bile nefis müzik ve vals ziyafetinin etkisi altında kalarak, taktirlerini belirtmek için candan alkışladılar. Afyonlu genç çalgıcılar bu işin halkalı şekerle olmayacağını anladıkları için çalgılarını kucaklayıp getirdiler. Osmanlı Ordusu’nda yetişen bu yaşlı çavuşların önüne bıraktılar. “Biz ettik, siz etmeyin!” der gibi boyunlarını büktüler. Raşit Ağa, gür sesiyle;
“Öpün ustalarınızın ellerini!” dedi. Onlar ustaların ellerini, ustalarda onların alınlarından öptüler. İki düğün de barış içinde ve ustaların yol gösteriminde sürdü. Cezayir türküsüyle her iki gelini de Hüseyin Çavuşgil çıkardılar ama Kel Naci’den para almadan Pazar akşamı evlerine dönerlerken Hüseyin Çavuş;
“Kadrimizi bilen oldukça biz yaşlanmayız Nebi!” dedi.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 16.12.2012
(Rahmetli Dedem İçin)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.