- 740 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Kiralık İntihar
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İlk aklıma gelen Martin Eden oldu. Çünkü onun hikâyesiyle dip denen şeyi hissetmiş, pek bir etkilenmiştim. Eskiden bir şeyler hisseder, okuduklarımdan etkilenirdim. Zamanla kitapların da bir numarası olmadığını gördüm, hayat gibiydiler; sıradan, tatsız, işlevsiz hatta sıkıcı…
Sonra, ceplerine doldurduğu taşlarla evinin yakınındaki nehre yürüyen Wirginia Woolf’u hatırladım. Yalnız ben suya falan atlayamazdım. Haliç dibimde ama reflekslerim yüzmeye meyilli olduğundan boğulamazdım bile.
Cesare Pavese gibi 21 tane uyku hapı içmeyi denesem, midem anında reaksiyon gösterir kusmaya başlarım. Hem 21 benim uğursuz rakamımdır. O kadar uğursuzdur ki öldürmez bile.
Beşir Fuad gibi bileklerimi kesmek istesem, evde tek jilet bulamayacağımı bilirim. Sadık Hidayet gibi cicilerimi giyip ceplerimi banknotla doldursam, dünyaya ‘her şeyi tıkırındaydı da huzuru yoktu’ mesajı vermeyi ihmal etmezdim ama ben daha işimi bitirmeden işgüzar komşular binanın gazını keser benim mesaj başarısız olurdu. Hemingway gibi kendimi av tüfeğiyle vurmaya kalksam ne tabancam vardı ne tüfeğim. Marcus Lucanus gibi atar damarımı kessem ya da asil Japon kadınları gibi boğazımı kessem, evdeki bıçakların körlüğü yüzünden misliyle acı çekerdim. Ayrıca asil falan da değilim, neden boğazımı kesmek isteyeyim ki? Boğaz kesmek için bilek kuvveti gerekir. Kavanoz kapağı açamayan ben böyle bir aptallığa kalkışırsam arkamdan gülerler. Bıçak olmaz, hem etraf kan gölüne döner; halılar, duvarlar batar, her yer yapış yapış pislik içinde kalır. Giderayak annemin dırdırını çekemem. Bence en temizi Marx’ın torunu gibi siyanür içmek. Ama zehirlenmek istemiyorum. Hain miyim ki kendimi zehirleyeyim. Ha, eğer intihar hayata karşı bir ihanetse, gerçekte ihanete uğrayan kim peki? Asıl gözü yaşlı olan, ruhu tiftik edilen kim? Omuzlarındaki yükü çekemeyip altında ezilen benim. Çiçeği burnunda biri olarak canımdan vazgeçiyorum, hayallerimden vazgeçiyorum. Ben de herkes gibi güle oynaya yaşamak isterdim. Beni de hayata bağlayan amacım, hayalim, işim olsa, ben de yaşamak için mücadele etsem… ama işte bir hamakta oturmuş nasıl ölsem diye düşünüyorum.
Ben düşünürken Haliç’in gri karnı şişip duruyor. Dalgalar çarşaf çarşaf kıyıya seriliyor, göğün yüzünü karalar bürüyor. Sütlüce vapuru Üsküdar’dan dönüyor, sonra bir kayık, peşinden bayrağı çırpınan bir motor. Onların gürültülü gelişleri martıları kaçırıyor. Bir balık tam ortada bir yerde zıplıyor. Bir karabatak Haliç’in karnına batıp çıkıyor. Köprünün en yoğun olduğu saatler. Havanın giderek bozulması balıkçıları kaçırıyor. Onların azalmasıyla kıyıların yüzü gözü açılıyor. Çocuklar için eve dönme vakti gelmiştir artık. Beş dakika daha istemek kaşları çatık annelere kâr etmiyor. Köpekler çimlerde yuvarlanıyor, kumrular çatılarda bitleniyor, martılar rızık bekliyor; bir karakarga minarenin tepesinden gökyüzünü kokluyor: Haliç’e yağmur yağacak. Keyfi olanlara manzara son derece iç açıcı gelebilir ama işte insanın bir kere tadı kaçmaya görsün. Hep derim: Aklına ölüm düşüncesi saplanan bir insan artık hiç kimse değildir. Zerreciklerin dahi gözüne batmıştır; herkes, her şey el ele verip başına üşüşürler, ayağını kaydırmak için türlü entrikalar çevirirler, elini çabuk tutmasını isterler. Oturduğu hamağın dahi oyununa gelir, en lüzumsuz vakitte üstünden atar şahsı.
Şahıs yılmaz. Oturma eylemine taşlık yerde devam eder ve şu gitme işinin bir kestirme yolu var mı düşünür durur. Düşündüğü salt yolun kısalığı değildir, kolaylığını, farklılığını da önemser. Bezginliklerini değişik yollarla gözler önüne serenleri anlamaya çalışır. Şimdi bir hamakta oturmuş yaşamı gözden çıkarıyor. Hayatı iplik eğirir gibi eğiriyor, yumak sarar gibi doluyor, örgü söker gibi söküyor. Dışarıdan bakan keyfinin yerinde olduğunu sanabilir; çıplak ayakları mavi fayansların serinliğinde gidip geliyor ve Beşiktaş amblemli kupa bardağına doldurduğu kajuları ağzındaki dolgulara aldırış etmeden takır tukur yiyor. Oysa her takırdayış yaşamla olan mesafesini artırıyor. İnsanlar onun içinde olmadığı bir şeyi sürdürüyorlar. Neyi yaşadıklarını giderayak bile kavrayamıyor.
Elbette insan bu tür düşüncelere sabah yataktan kalkar gibi saplanmıyor. Zehir yavaşça, ufak dozlarla enjekte ediliyor. Sonunda o gün gelip çatıyor. Bünyeniz daha fazlasını kaldıramadığından bir bakıyorsunuz genişçe bir koltukta, karşınızda saçları güzel, gözleri güzel bir adama kendinizi anlatıyorsunuz. Adam soruyor. Siz de itiraz etmeden tıpış tıpış anlatıyorsunuz. Koltuğun fazlasıyla rahat oluşundan ağzınız bir açılıyor pir açılıyor. Muhatabınız da tahmin ettiğiniz gibi kel, gözlüklü, şişko falan değil, daha ne olsun, tek sıkıcı yanı söylediklerinizi not etmesi. Onun, her cümlenizin sonunda kâğıda eğilmesinden, siyah mürekkepli şık bir kalemi bronz, ince parmaklarının arasında döndürüp, sizin kendiniz hakkındaki analizlerinizi, kendiniz için seçtiğiniz kelimeleri kâğıda nakşetmesinden tuhafça bir gerginlik hissediyorsunuz, bu esnada perçemlerinden bir tutam yerinden ayrılıp sizi selamlıyor. Üç beş beyaz tel gözünüzü aydınlatıyor. Biraz rahatlar gibi oluyorsunuz. Saçların kıvrımlarını, tellerin karakterini incelemeye koyuluyorsunuz. Bu perçemlerin sahibini yumuşak huylu, sakin yapılı biri olarak tarif edebilirsiniz artık. Tam o sırada masanın üstündeki takvim rahatınıza çomak sokmak için üç kusurlu hareketten birini yapıyor: Kırmızı şerit doğum gününüzü gösteriyor. Hayır, bu kez kolay pabuç olmadığınızı göstermelisiniz ona. Kalkıp yerine oturan perçeme nazikçe soruyorsunuz: Acaba bu takvim doğru mu? Perçem eğilip bir kontrol ediyor. Kalbiniz shinmoon davulu gibi tüm şikayet güftelerini çalmaya başlıyor. Elleriniz ayaklarınız halinizi ifşa edercesine titriyor. Sırtınızın orta şeridinden belinize doğru bir ılıklık kayıyor. Kazanmak için oturduğunuz koltuktan daha yeni bir iflasa gebe kalarak kalkıyorsunuz. Sonunda ne bakan gözlerin güzelliği ne yerini bir türlü bulamayan perçemlerin ahengi umurunuzda oluyor; ne de söyledikleri: Sizin uyumaya ihtiyacınız var, otuz yaşınıza kadar gerçek bir uyku uyumamışsınız, şimdi size vereceğim ilaçl…..
İçime çektiğim havanın etimi kuruttuğunu hissediyordum, doktor bey. Hani lastik bir ipi iyice gerer de sonra bırakırsın ya, işte ben de bu yıkıcı, hücremsi atmosferin içine aynen öyle çekilip fırlatılmış gibiydim. Karın boşluğumdan yukarı, göğüs kafesime doğru bir şey yükseliyor, alçalıyor, duruyor, sıkıyor ama asla defolup gitmiyordu. Kırk haramilerin mağarasındaymışım gibi çıkışı bulamıyor, o duvardan bu duvara çarpıp duruyordum. Yaşamak gözüme sevimsiz, sümüklü, eli yüzü kir pas içinde bir çocuk gibi görünüyordu. Her şey sevimsizdi. Kediler sevimsizdi, bulutlar sevimsizdi, ben sevimsizdim. Kendimi yok edecektim. Ne olacaksa tek seferde olsun bitsindi.
Yedi ay boyunca uyudum da ne oldu? Uyandığımda her şey bıraktığım gibiydi. Şimdi ölümlerden ölüm beğenmem bu yüzünden. Biri yaşamımı otomatiğe bağlamış. Sabah olduğu için kalkıyorum, akşam olunca uyuyorum, yemek saati diyorlar yemek yiyorum, düzen gerekli diyorlar öteberiyi topluyorum, çiçekler su ister diyorlar çiçeklere su veriyorum, kuşlar yesin diyorlar küflenmiş ekmekleri ıslatıp çatıya atıyorum, balkon kirlenmiş diyorlar hortumla su tutup kirini akıtıyorum, halıların da beklentisi olur diyorlar çıkarıp havalandırıyorum, camların yüzünü parlat diyorlar yükseklik korkumu yeniyorum, eşyaların tozunu al diyorlar toz beziyle ahbap oluyorum, kapıcı su istiyor diyorlar kovayla banyoya koşuyorum, yarına acil giyinecek gömlekler, pantolonlar var diyorlar ütüyü prize takıyorum, dişçi için randevu alınacak diyorlar ahizeyi kavrıyorum, patates soğan bitmişti diyorlar sepeti sokağa salıyorum, bulaşıklar makineden çıkacak diyorlar bulaşıkları yerleştiriyorum, tuvalet banyo bir kez daha akıtılmalı diyorlar eldivenleri takıp ciflemeye koyuluyorum, misafir gelecek diyorlar kurabiye poğaça yapıp kek çırpıyorum, Melahat teyzenin şeker iğnesi hatırlatılıyor terlikleri ayağıma taktığım gibi merdivenlere seğirtiyorum. Bütün bunlar öylesine oluyor, her şey sırasını şaşmadan kurulu bir saat gibi işliyor. Buradan bakınca düzenli bir hayatım var gibi ama maalesef bugün bu işleyişi bozmuş bulunuyorum. Sabahtan beri bu saydıklarımdan yalnızca birkaçını yaptım, hiç hesapta olmayan bir eylem yüzünden bütün gün hamakta oturdum ve bir ileri bir geri, yaşamıma nasıl bir nokta koysam diye düşündüm: virgül üstünde bir nokta mı, tek nokta mı, yan yana üç nokta mı, alt alta iki nokta mı olsun.
Virgül üstü nokta (;) Kanca. Düğüm. Titrek. Çırpınış.
Tek nokta (.) Bum. Kesinlik. Sürat. Çelik.
Üç nokta (…) Tane. Minimize. Pembe beyaz. Uyuşukluk.
İki nokta üst üste (:) Basamak. Her çıkışın bir inişi vardır hatırlatması. Dip.
Zeynep Hicret