- 567 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yeraltı
Sanırım üç tane Hatice isimli öğretmen geçmişti hayatımdan. İlki biraz muallâk da olduğunda, gerçekten adı Hatice de olmasa, onu iyi Hatice olarak hatırlamak istiyorum. Gecenin bir yarısı yaşlı kadına telefon açıp da bunu soramazdım herhalde. ’Anne, benim Sivas’ta iken öğretmenimin adı Hatice miydi?’ İkincisi kötü Hatice… Üçüncüsü ise, yüzünden hiçbir şey anlayamadığım anlamsız, put Hatice! Sanırım en yakın olduğundan ve en flu kalabildiğinden dolayı put Hatice’yi düşünmek istiyorum. Nermin uzanamayacağımı bildiğim çam kestanesi. Hayal dünyamda kaldırım kenarı fahişelik yapmama, yalandan da olsa karışıyorlar. Oysa ben de o kadınlar gibi kopmak, kaçmak, ne olursa olsun işim bitene kadar herkesi memnun etmek ama sonunda yine kendimin olmak istiyorum.
Put Hatice’yi anımsamıştım yağan doluyla beraber. İki dakika sonra son tane de yere düştükten sonra, hayat normale dönebilirdi. İniltilerim esirgemiyordum yalnızlığımdan. Oda sıcaktı. Altımda pijama vardı ama üstüm çıplaktı. İki elimle göğsümün kıllarından tutup, havaya doğru kendimi kaldırmak istiyordum. Bir nevi astral seyahat yapmak istiyordu canım. Seneler önce denemiştim.
Bilgisayara indirdiğim küçük boyutlu program ile astral seyahat yapacaktım. Murat defalarca yapmamı istiyordu, ancak göt korkusundan bir türlü bu işe girişemiyordum. İnsan ruh olarak bedeninden çıkacak ve istediği her yerde dolaşabilecekti. İnanıyordum, olabilirdi. Ama yapmak için o günü, sabah namazı sonrası kuşluk vaktini bekliyor olacaktım. Kulaklık kulağımda, hazır gibiydim. Ellerimi göbek hizamda birleştirip, ayaklarımı uzatabildiğim kadar uzatmıştım. Birkaç dakika boyunca gelen sesleri dinledikten sonra, uykuya dalmıştım ve istenilen şeyi başarmıştım. Ruh olarak kalkıp, odanın içerisinde dolaşmaya başlamıştım.
Kadında oluyor muydu bilmiyorum ama erkeğin saçlarında dökülen kılları, göğsünde, bacağında ve kıçında çıkıyormuş. Saçlarımda dökülmüyordu, ama her şeye inat çekiyordum göğsümde bir yılan gibi kıvrılmış ve ‘s’ ile ismi başlayan bir sevgilim varmışçasına beni deli eden kılları. Ama ruhum içimden çıkmak istemiyordu bu sefer. Tırnaklarımı tekrardan yemeğe başladığımı anlayınca, koparma işlemini sonlandırdım.
Sevdiklerimin üzülmesine ve kandırılmasına dayanamıyordum. Belki de bu yüzden kimi zaman ben de sevdiklerimden uzak tutuyordum kendimi! Kandırılmış bir ses ne kadar üzgün olursa, o da o kadar üzgün bir sesle konuşuyordu. Sesim kısıldığı için öksürdükten sonra ben de bir şeyler ilave etmek istiyordum, insan olarak! Hayat insana görmesi gerekeni gördürtürken, öten kuşların ve yalanlarında bir miadı olabiliyordu. Bu telefon konuşmasına bayılmıştım. Ağzımda tutuklu tırnaklarımı istenilen yere fırlatabilirdim.
On üç gün olacaktı neredeyse ve hâlâ yıkanmamış olmama rağmen, çok da pis kokmuyordum. Hafif bir dalgınlık mevcuttu tenimde sadece. Böyle yarı çıplak uyusam, esasında var olanı da dağıtabilirdim. Gereksizdi. Nermin’i o günden beri görmediğim için, düşünmem gereken şeyleri de düşünemez oluşum karşısında, hayret etmenin bilindik bir kahpe davranış olacağını düşündüğüm ve böyle düşünmenin hiçbir insana zarar vermeyeceğini bildiğim için, bütün sorunları rastlantısal sahteliklere ve garipliklere vurmayı tercih ediyordum. Artık beklentisiz bir şekilde, ne soru ne de cevap istiyordum.
Birden doğruldum. Bir şey kaldırmak istiyordu beni ve dikleşmesi gereken her yer gerektiğinden fazla bir şekilde dikleşmeye başlamıştı. Üzerime geçirdiğim atlet kâfiydi aslında. Sonra montsuz çıkılmayacağını düşünerekten, montumu da giydiğim gibi odadan dışarı çıktım. Anahtarlarımı arıyordum. Ama ters bir durum vardı. Pijama vardı üzerimde. Pijamayı evin girişinde çıkartıp, ayakkabılığın üzerindeki askılığa astıktan sonra, tuvalet ihtiyacımın olduğunu hissede hissede, yine de pantolonumu giyip, kendimi hemen apartman merdivenlerine atıverdim. Daha sabaha çok vardı. Aslında sabah olmasa da olabilirdi. İstediğim biraz yürümek miydi, hiçbir şeyi bilmek ya da sorunsal duran şeyi tanımlayıp, yine de kimseye bir faydası olmayacağını bile bile cevaplamak mıydı?
Yolcusu olmayan taksicilerin kornalarına maruz kalan bir geceden kaç sayfalık manalı ve özlü sözlü çıkartabilirdim ki? Düşündüm de, ne deyim ne de atasözü kullanıyordum. Sahi o kadar ata bu kadar özlü sözü neresinden uydurmuştu ki?
Büyüklerin, özellikle zekâsı ince, espri anlayan ve gülmeyi seven insanların yaşlandıkça daha boyutsal ve kafesinde boşlukların olmayıp, parametre sıhhatinde oynamaların pek az göründüğüne şahittim. İlerideki gazinodan gelen sesi, ezan sesi olarak duyumsayınca, gece münasebetiyle birlikte dikkatli olmam gerektiğini hissetmeye başlamıştım.
Aşağı sokağa iner inmez çoktan seçmeli, orijinallerine bin basacak seste şarkılar dinleyeceğimi biliyordum. Ayo’nun kulağı çınlansın da, şu genç kızın sesini dünyanın kaçırmış olması acı gerçekten de! Tamam, Ayo’da esrarlı söylüyordu kendi ‘down on my knees’ şarkısını, ama bu kız başka okuyordu! Arada ısınmak için içtiği bira yüzünden ekşitirken suratını, açmak için bekleyen güneş misali dudakları, karanlığında kıvrımlara bölünüyordu.
Yürüdüm. Yürüdükçe üşümenin sadece bir his olabileceğine ve istenilen, istenildiği zamanlarda hissedilmeyeceğine dair teoriler üretiyordum. Ancak ters giden bir şeyler vardı. Uykum geliyordu ve gözkapaklarımı açmakta zorlanıyordum. Ölümler gerçekten çıplak gelmek üzereydi.
Işıklar rahatsız ediyordu. Gazino tabelalarının ışıkları Ay değildi, ama yetiyordu gecesizlik için ışıldamaya. Hayal bir tuhaf akrep esrarengizliğinde raks ediyordu ışıklar arasında. Gittikçe turunculaşıyordu isteksizliğim ve kan, olmaktan veya ölmekten bahsetmek yerine, akan bir huzme olarak kalıyordu damarımda.
Terk ediyor gibiydim şehri. Aslından şehrin ne benden ne de başkasından kurtulmak için mecali dahi kalmamıştı. Eskiden bu şehir denizine nice kesik başları misafir ederken, doymuştu artık! Sanata, ölüme ve kavgaya doymuştu doymasına, ama yine Frenk taklı seslerle bağırabiliyordu. Kimi zaman bir çığlık… Polis telsizleri… Müzik sesleri… Tekerlek sesleri… Bu sesleri çocukların duymaması gerekiyordu, ama ben çocuk sesleri de duyuyordum. Bu saatte çocukların dışarıda ne işi olabilirdi ki?
Karnım ağrıyordu. Bu bildiğim ve aşina olduğum bir ağrı değildi. Düşünmemek için adımlarımı daha hızlı atıyordum. Ama ben ne kadar hızlı atsam da adımlarımı, adımlarımın beni kavuşturacağı bir yer yoktu. Kıvrılıp kendi içimde, bankların arasında sevişen kediler gibi gömülmek istiyordum bu ses erozyonuna. Gündüz bu kadar anlaşılmıyordu, ama gece oldu mu ortaya çıkıyordu tüm parçalar. Bir lego parçası gibi amansız bir direniş içerisinde, girmemek istiyordu başka parçalar içerisine. Ama tek kaldı mı, bir lego parçasının hiçbir hükmü olmuyordu.
Tektim ve hüküm sürmem gereken bir şey de bulamıyordum. Arkası dönük, uzun boylu bir kadının giydiği külotlu çorap dikkatimi çekmişti. Gerçekten uzun bacakları vardı ve kıçını anca kapatan eteğiyle, uzun topuklu ayakkabısının acıtan tak taklarıyla sokakları arşınlıyor gibiydi. Yanından geçerken, ağır rakı kokusu saçlarımı ağartacak bir amonyak banyosuyla iç içeydi. Sesini duymasam, giydiği külotlu çorap daha masum kalabilirdi.
-Bakar mısın yakışıklı? Hey, sana diyorum. Saat kaç?
Saat kaç mıydı? Sağına soluna baksa her bir yer saat ile doluydu. Bu sokak saatti, bu cadde, bu amansız meşgale!
Sakızını çiğnerken dişlerinin çenesine değen taş kırmaya benzer sesi kulaklarımda kaybolurken, ‘saatim yok’ dedim usulca. Yüzüne bakmamıştım, ama benimle hâlâ işi bitmemiş gibiydi.
Öyküleri anımsamıştım birden. İnsanlar her türlü zevke boyamak isterken ruhunu, yalnızca kendini uygar kılacak saçmalıklarla vakit kaybına hayatını uğratıyordu. Kimsesiz bir ses, sahibi olmayan bir para… Daha pek çok şey anlatabilirdi! Travesti olduğunu fark edene kadar, her şey daha güzeldi. ‘İster misin sana hiçbir kadının yaşatamayacağı bir gece yaşatayım…’ derken, ciddiydi, yaşatırdı. Farkında olmuş muydu acaba külotlu çorabına hayretle bakışımın? Yüzümdeki donukluk, onu daha çok cesaretlenmişti. ‘Belki ufaklık istiyordur, ne dersin, soralım mı ona?’ Geğirmek istiyordum ya da hıçkırmak ve ya kusmak! Ne istediğimi bilmediğim için ellerimi montun cebinde daha içlere doğru sokmaya çabalarken, ayaklarıma uyup, hızla travestinin yanından uzaklaşmıştım. Arkadan bağırıyordu: ‘ Ulan size ne girip çıkıyor.Size göre ne var? Siktiğimin ibnesi!’
Ne yalan söyleyeyim, korku denen şeyi daha iyi kavramıştım. Evimde uslu uslu oturup, televizyonu açıp, kolamı kafaya diklemek varken, ibnelerin, travestilerin, pezevenklerin, fahişelerin olduğu gazinolar sokağına atmıştım kendimi. Bataklığın en beterini yaşamak ve hissetmek aslında çok basitti. Hissetmek ancak bataklık içine gömülen birine değnek ile yardım etmeye, onu bataklıktan dışarı çekmeye benzer bir şeydi. Yaşamak, bataklık tarafından yutulmaktan başka bir şey değildi. İnsan oluşumundan utandığım anlardan biriydi. Lüks bir Mercedes marka otomobil yanımdan geçerken, yüzünü görmenin imkânsız olduğu biri tarafından kartvizitler önüme düşüyordu. Bu da işin sahibinden satılık kısmıydı. Dizimi çökmeden yerde duranı alamazdım. Belim ağrıyordu. Ani hareketlerde fıtık olabilir kaygısıyla yaşamak da güzeldi aslında!
‘Melek Leman’, ‘Inna Yougectascy’, ‘Safına Aaldo’, ‘Melda’… Bu kadar ismin bir arada oluşu… Bir konser havası vermişti pezevenk işine! Kendisini bir sanatçının menajeri gibi hissetmesini kimse engelleyemezdi. Ahlak polisleri, yabancılar şubesinden çocuklar, bizim karakoldaki tıfıl Naci! Naci’de âlem çocuk gerçekten. Polis olalı iki ay gibi bir süre geçmesine rağmen, eski bekçileri aratmıyordu. Bir havalanması vardı ki, gören de devletin başına koymuşlar da, çevresine caka satıyor derlerdi. İçinde iyi çocuktu ama. İyi çocuklar, iyiydi!
Üşüyordum. Böyle dışarı çıkmak için en az 2 litre alkol damarlara enjekte edilmeliydi ki, kalp pompalaması daha hızlı olsun ki, soğuma şimdiki kadar yorup vücudu, üşütme tepkilerini vermesin.
Yürüdükçe, eski hanlar geliyordu aklıma. Yığınla depremlerden, yangınlardan kalan bir hiçti bu şehir. Şehir üstüne demlenmiş eski bir çayın acısıyla kaynatıyordu içindekileri. Sükûnet ipekböceği ustalarında kalmış, ilk koza sarma merhalesinde, tenekelerle, deflerle sokak sokak dolaşmaya benziyordu. Kafamın içerisinde dolaşıp, sivrisinekler gibi vızıldayan seslerden nefret etmeye başlamıştım. İlk nöbetçi eczaneden resmi yoldan kafamı sakinleştirecek bir şeyler bulabileceğimi biliyordum.
Kısa sürmüştü ticaretimiz. İlk milli olmaya giden gençler kadar hızlı ve temiz. Paramı alırken, şifa diliyordu. Şifa istemiyordum ki! Şifa isteseydim, vasıtasız el açar, isterdim Rabbimden. Şifa lazım değildi. Derdimi tanımlamak da güçlük çektiğim için, daha fena hissediyordum kendimi. Normal insanlar için yarım tablet yeter diyordu eczacı. Avucuma boşalttığım sekiz tabletten dolayı mutluydum.
Bir banka oturduğumda, pet bardağa doldurduğum soğuk kolanın içimdeki tüm tortuları erittiği inancındaydım. O an kolaya inanıyordum, evet, tüm yığınsal geçmişi kökten temizlemeye sahip olan tek şey onun bende bıraktığı izlenimden başka bir şey değildi.
Osman aga dükkânı kapatmak üzereydi. Bana mı bakıyordu, ben mi ona bakıyordum. Sürgünde gibi hissediyordum kendimi. Gözlerimi açmanın zorluğu karşısında, dilimi oynatırken her şey daha ağırdı. Dünya bir boş şerit gibiydi. Osman aga bana mı sesleniyordu?
-Bu saate kadar nerelerdeydin?
-Burdaydım.
‘Burda mıydım?’ Ne diyordum ben Allah aşkına? Osman aga dilindeki baklayı fazla ıslatmayı sevmeyenlerdendi.
-Şu Nermin isimli kadın var ya, buraya yeni taşınan be ya… Hah o üç saat önce feryat figan bağırmaya başladı mı… Mahalleli toplandı tabi bir anda. Kadın çaydanlıkta süt kaynatıyormuş. Süt de yavrusunun poposundan bacaklarına dökülmüş mü… Olacak ya, Allahın işi işte! Sonra ambulans geldi hemencik, aldılar yavruyla gitti kadın.
Gözümü zor açıyordum. O anda her şeyi anlamaya başlıyordum. Oturduğum bank da aslında en az iki saat uyuyakalmıştım. Nermin’de o anda bunları yaşamıştı demek! Dışarı çıkmayıp, evde kalsaydım, ona yardım etme şansım olurdu. Ama bu şansı kaçırdığım için üzgün hissetmek istiyordum kendimi.
Zar zor kendimi yatağa attığımda, her şey birkaç saniyede olmuş ve bitmiş gibiydi.