- 378 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aydını Kaybetmek 1
Hani sanatçı dediğimiz zaman çoğumuz sanatçıyı, sadece ekranlardan bilir ve tanırız! Ekranlarda tanımamız da kamera objektiflerinin sürekli kalçalarına zum yaptığındandır. Bu hastalık 1990’lı yılların özel TV’leriyle başladı. Her kim, kime ne dedikleriyle, söz konusu olmalarında; ne sözleri, ne sanatları, ne sanat ürünleri, ne fikir ve düşünceleri, ne güncel sanatçı duruşun mütalaaları, ne de savları söz konusu edilirdi. Tüm ekranı dolduran kalça hareketleri eşliğinde spikerin söz akışı verilir giderdi!*
Bu kabilden sığ, hep o aynı zevat kişileri sözüm ona sanatçı biliriz(!) Ve bu tip zevatı muhteremler kalça hareketli oluşun, doyumsuz bir kalça sanat şovuyla; güya izleyenlerini ekran başına kilitleyen ve kalça olmaktan öte, sanatla özdeşleşir tarafları olmayan, popo şov kimi kişiler oluşla hep aklımıza gelirler!
İşte maganda olmaktan ötürü, sokak kabadayısı olur sanat üretmeleriyle, genel bilim kültürü felsefesiyle hiçbir şey olmayanlar vardır. Bu sanatçı muhteremlerin pek çoğu okumadığından, bilim ve teknoloji felsefesinden habersiz olduğu için; görsel şovmenliklerinden ötürü her gün, günde en az üç ekranda boy boy görünürler.
Bu tiplerin bir başka alanda, başka bir versiyonu olan lafazanları vardır. Alan bilgisi dışında oluşla bilim felsefesi olmayan, kimi kez kimi şarlatanlar da hep aydın olacakla aklımıza gelirler. Aydın mı, aydınlar! Konuşmacı mı, konuşmacılar! Egemen gücün nabzına göreler mi? Evet öyleler!
İşte kimi anlı şanlı aydınlar da böyledirler. Bunlar tıpkı tüfeğin icat oluşuyla, mertliğin bozulması gibidirler. Televizyon icat olundu, sanatçılık ta, aydınlık ta, bozuldu. Bu aydınların anı da; şanı da bilmezlikleriyle değil, gerçekler karşısında utanıp sıkılır olmamalarıdır! Menfaatleri karşılığı, toplum düşünmesini iğdiş etmeleridirler! Bunlar kanal kanal gezerek; adeta bulunmaz bir cevher niyetine kanalları dolaşırlar. Bu nabza göre olma sadakatlerini yerine getirirler. TV’ler sanatıyla duruşuyla kültürüyle vs. tanınma aracı olmayıp, bunlar için nabza göre olmanın formasyon yeridirler de!
Söz gelimi; bu tipler, uzman hukuk profesörü yanında bile, bir biyokimya profesörü yanında bile, bir atom mühendisi vs. karşısına dahi çıkışla, ne allame olduklarını hep gösterirler! Hani vardırlar ya, kimi gazeteci ve kimi akademik ünvanlı ukaladırlar bunlar, çoğunlukla. Hani canım her gün TV’de yüzlerini görüşle alışık olup, gına geldiklerimiz oluşla, bunlar öyle dikkat edilmeyişle, yolda rast geldiğimiz trafik işareti veya bir çöp varili gibi oluşla, yüzlerini kayıp eden, yüzsüzler işte.
1980’den beri; ‘bu diyar baştanbaşa’ diyecekle gezip görür denli sorunlara hakim, sorunlara aykırı bakıcı söz ve anlatımları olmayıp, masa başı gazetecilikle aydın olma, yazarlığı yapılmağa başlanacaktı. Artık plaza dönemi, masa başı; astronomik rakamlarla al maaşı, patron yalakalığı yapan; devlet kapısında patron işlerini takip eden; kahverengi diliyle halkı sürekli yanıltan aydın gazete yazarlıkları başlayacaktı.
Bunlardan kimisi olan yazarlar bu dönekliğini; bilgisini, kimlik ve kişiliğini; erdemlerine aykırı oluşun kendisini ezen onur sancıları pahasına yapacaktılar. Onur dirençleri gittikçe yalakalaşmanın, yalama alışmasına dönecekti. Tabii köşeler dönülecekti! Şimdiden gayrı yepyeni bir aydın tipi yazarlarımız vardı. Sözüm ona elit gazete yazarlarıydı bunlar! Artık aydın gazete yazarlığı da seçkinleşecekle, eli tize olmuştu!
Yani şarlatanlıklarıyla yüzlerini, ilginçliklerini dahi tükettiğimiz aydındılar. Kuşkusuz bunların dışında ve bunlar gibi olmayan daha çok ve pek çok aydın ve sanatçımız da vardır ki bunlara da hep, her zaman şükranlarımızı sunarız.
İşte bu tip aydın çuvallamalarını belirteceğim. Aydın argümanı oluşla bu belirtmeler içinde klişe olmuş en az iki demokratik savunma cümlelerini irdeleyeceğim. Söz klişe kalıplarla dek oluşların, günceldeki okurlarını ya da izleklerini yanıltan; güya fikri oluşun söz ve yazı iletilmeleri içinde bulunuşun kitlelerine hitap eden en az iki savunu argümanlarını ele alacağım. Birincisi şu; “efendim” derler. Ve devamla: “seçilmiş iktidarlar, programları için vardırlar” derler. Meşru ve herkesin aşağı yukarı ittifakı olacağı temel düzlemde konuları ele alıp, iknacı olurlar.
Bu noktadan itibaren konunun haklı tanılı zeminine kilitlenen okur ve izler müşteriler; hitap etçisine ya da yazarına en az direnç pozisyonunda olurlar. Direncin azlığı, haklı söyleme olan güvenden ötürü bu eksene yeni eklemler almak içindir. Bu meşru söylem üzerinde oluşan ve azalan dirençle yazar, hatip saçma sapana doğru giderler. Yine bu kabil yüzsüzler yine doğru klişeyle: ‘Siyasetler iktidara, seçimle getirilirler ki; iktidarlar kendi programlarını uygulasınlar diyedir’ derler. Buna da amenna.
İkinci olacakla da şu söylemi dile getirirler: ‘İktidarın, kendi yasa teklifini verme ve kendi yasa tekliflerini mecliste geçirme hakları vardır’ derler! İşte çuvallama burada başlar. Çünkü bu söylenen söz; hem doğru, hem yanlıştır. Bu görülmeli. Buraya kadar olan söylem, yasal ve hukuki olan söylemlerdi. Bu söz de yasaldır.
Ne var ki; “İktidarın, kendi yasa tekliflerini verme ve kendi yasa tekliflerini mecliste geçirme hakkı vardır!” denmesi ile film kopmağa başlar. “Kendi yasa teklifi” diye masumlaştırdığınız şey, sonuçta toplumun ve halkın sindireceği, benimseyeceği; uyup uygulayacağı ve toplumları geleceğe taşıyacak olan, uzun soluklu; uzun süreçli bir yasa teklifi ve düzenlemedir. Topluma dek yönetimsel işleyişler, ayakkabı giyip çıkarma gibi kendi istemleri bağlamında olamazlar.
Sürecek
*1992 yılında Yugoslavya’nın dağılmasıyla ortaya çıkan savaşların tartışması ve gündem oluşu; ortamı kasıp kavuruyordu. Galiba bir realite şovdu. O dönemde kalça şovuyla çok ünlü olan ve kalçaya zumla ve kalçası ile ekranı dolduran bir sanatçıya (!) spiker sordu; “efendim, şu günlerde dünya gündemini meşgul eden Bosna Hersek nerede acaba?” dedi.
Hiç unutmam bu medarı iftiharımız bilmezliğin kaçamağı ile yarı ciddi yarı şakaya vuruk kahkaha karışık olurla; “Iıı şey Antalya civarında, güneyde bir yerdeydi galiba” dedi!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.