- 4091 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
TAYLAND'da FULL MASSAGE
TAYLAND’DA FULL MASSAGE
İkinci defadır Tayland’a gidiyorum. Bu sefer şansıma Dünya Tai Boks Müsabakaları da var. Bu gezi aslında dört kişi olarak planlanmıştı. Ama iki kişiye düştük. Neden mi?
Arkadaş, Tayland’a gidiyoruz, karılarınıza ipek kumaş ve Buda heykelleri getirmeye değil. Varsan maceraya geleceksin. Yoksa siktir git, televizyonu aç, karın da seni evde tutmanın mutluluğu ile bir kahve yapsın, yanında su getirmeyi unutarak. İnek gibi yayılıp otur evinde, çekirdek çitle!
“Biz hanımdan başkasına uçkur çözmedik hayatımızda.” İyi bok yemişsin! Teşekkürler, yoksa kısmet bu kadar bol olmazdı bizler için! Zaten artık çözsen de ilk defa gerdeğe giren genç kız gibi tiril tiril titreyip hiçbir şey yapamadan kendine söver, dövünüp durursun. İşlemeyen demir paslanmıştır bir kere. Arkadaşlarına da fantezilerini ilâve ederek, şişinerek anlatırsın. Hadi lan oradan, kılıbık pezevenk!..
Neyse ki eşinden ayrılmayı düşünen mutsuz dostum Başar ile yollara düşmüş, onu ilk defa göreceği bu masal âlemine götürüyorum. O da benim gibi motorcu ve benden epey genç. Güçlü, cesur ve yakışıklı bir delikanlı...
İlk gelişim Uluslararası Emlakçılar Federasyonu’nun (Fiabci) toplantısına katılmak içindi ve pek gezememiş, Bangkok’u yaşayamamıştım. Şimdi daha tecrübeliyim.
Eski otelim Holiday Inn’ e yerleşiyoruz. İkimize iki oda... Ne olur ne olmaz, misafir falan gelirse yani. İlk işim daha önce tanıdığım, ayda 45 dolar kazandığını söyleyen taksiciyi otelin durağından lobiye çağırtıp onunla sekiz günlük bir anlaşma yapmak. Bize günde 1000 baht karşılığı her yeri gezdirecek. Yani yaklaşık 25 dolar. Onun için çok iyi bir anlaşma. 100 dolar, 4000 baht ediyor.
Başar çıldırmış gibi. Yerinde duramıyor, bazen birlikte bazen de ayrı ayrı takılacağız. O gece ilk işimiz yılan oynatılan, yılan kanı içilen, yılan eti yenilen bir mahalleye gitmek... Taksici bu kanı içmeyenlerin bir Tai ile eşit olamayacağını ısrarla söylemekte. Bu adamların civa gibi oluşunun sırrı bu olsa gerek.
O akşam ikişer adet jumbo karidesi (Beheri otuz beşer santim) ızgarada pişirtip soluğu orada alıyoruz. Turistler, yerliler, bolca kız, serseriler ve yılanlar... Her yerde yılan, ahtapot ve kalamar ızgara yapılıyor. Koku dayanılacak gibi değil, iğrenç! Yanık mahalli müzikleri onlara hüzün ve bazen de neşe veriyor.
Yılanları kuyruklarından yan yana asmışlar. Hayvanlar kıvrılıp durarak acınası bir görüntü oluşturuyor. Her biri en az 1.5 metre kadar var. Birini seçiyorsunuz, adam tek bir pala vuruşuyla kafayı uçurup akan kanı cam bardağa doldurarak veriyor. Üstelik pahalı bir içecek.
Başar tek dikişte, ağzının kenarlarından akan kanı umursamaksızın bardağı bitiriyor. Sıra bende galiba. Adam hiç sormadan benim bardağı da doldurmuş. Üstelik hiç bekletmemek gerekiyormuş. “Sıcak içilmeli” diyor. Haydi oğlum, kaç komando kaldı zaten? Bardağı dikiyorum. Dalak kanı gibi. Güzel değil pek. Bana kobra yılanı kesmiş, şimdi de onu ızgara yapmaktan bahsediyor. Neyse ki karnımız tok. Bunun hayatta bir kez de olsa yaşanması gerek. Yine de ızgarada pişenden birer parça alıyoruz.
Yerde yılan oynatan bir adam görüyoruz. Koca bir kobra ile alay ediyor adeta! Yılanın alenen saldırmasını çok çevik hamlelerle savuşturuyor. Gözlüklü kobrayı tutup o şişen yelesini ellemeliyim. Yılanın arkası bana dönük, adamdan izin istiyorum. Başar yapma, diye yalvarırken adamın olur manasına gelen baş hareketi ile arkadan yıldırım gibi yılanın kafa altını kapıyorum. Çok güçlü olduğu belli. Daha önce yakaladıklarıma hiç benzemiyor Epey uzun bir yılan. Gövdesini koluma sarıyor hemen. Kuyruğu ile Başar’ın omuzuna vuruyorum. İlk defa bir kobra var sağ avucumun içinde, beni ısırabilmek için kıpır kıpır! Yılan oynatıcısı çok memnun turistleri, yerlileri başına topladı. Başar bayılacak korkudan. Ölüp de geziyi yarım bırakacağımdan korkuyor olmalı. Sekiz günü doyasıya yaşamadan ölmem oğlum, korkma!
Bir kız çektiği resmi göstererek hangi milletten olduğumu soruyor. Kasılarak Türk olduğumu söylüyorum. Beni Türkmen zannetti. Neyse ki “İstanbul” deyince anlayabildi. Yılanı iade etmek istiyorum. Yılancı biraz daha kalsın, sıkı tut diyor. Bizim engerekler, boz yürekler bunun yanında solucan kalır da yılan demezsin, balık oltasına takmaya kalkarsın. Çok güçlü ve enerjik bir hayvan. Epey resim çekti insanlar. Yere de çok para attılar.
Tai Boks Maçları başlamak üzere. Hemen salona götürüyor bizi Toyota. Maç biletimizi orada yaşayan dostum Namık gönderdiği için iyi yerden almış, en önde oturuyoruz. Üç gün sürecek muhteşem bir spor. Yıllarca boks yapmama rağmen bana bile çok sert geliyor. Yine de birkaç dakika ringe çıkıp kendimi denemek isterdim. Namık “İntihar etmek istersen buyur diyor.” Gerçekten herifler sadece sinir ve adeleden ibaretler ve yılan gibi de kıvraklar.
Ne gece be, şoförümüz şimdi de bizi klas bir genel eve götürüyor! Vay canına, belki 300- 400 arasında kadın var. Akvaryum denilen camlı bölümün arkasında çok aydınlık bir yerde oturuyorlar üzerlerinde tuvalet ve küçük bir numara ile. Tai halkı genelde güzel değil, hatta bence çirkin. Ama yüzde beşlik bir bölümünde öyle güzeller var ki bakmaya kıyamazsınız. Bunlar sanki kamunun ortak malı gibi. 100 dolar alıyorlar ki çok yüksek olan bu rakamın 60 doları vergiye, 20 doları babaya, 20 doları da kızın masraflarına gidiyor. Bu iş eğer genel evde ise patron da payını 60 doların içinden alıyor. Başar bir Japon bulup içeri girdi. Ben Toyota’ yı (Şoförün ismini söyleyemediğimiz için onu arabasının markasıyla anıyoruz.) yollayıp yürüyerek otele döneceğim.
Sabahın 02.00’ü olmuş saat. Yolda dövüş aletleri satan bir tezgahta duruyorum. Çok güzel bir mınçıka (Yani ortasında kısa bir zincir olan, iki kalın otuz beş santimlik sopa. Çok tehlikeli, öldürücü bir silah) görüp biraz pazarlıkla onu alıyorum. Bu kadar güzelini ilk defa görüyorum. Ahşabı Hint dut ağacından, hafif kızıl renkte. Taşımak ve kullanmak yasak yine de dayanamayıp aldım. Gömlek altından belime soktum bile.
Gece sabaha karşı saat 02.30. Gündüz ilgimi çeken büyük bir heykel ve biblo satıcısının önünden geçerken tezgahta hiç kimsenin olmaması ve tezgahın toplanmadan duruyor olması dikkatimi çekiyor. Burayı bekleyen biri vardır diye dikkatle bakarken yoldan geçen biri yanıma yaklaşarak elleri çene altında beni selamlayıp nasıl yardımcı olabileceğini soruyor. Ona “Burayı bekleyen kimse yok mu? Merak ettim, heykelleri çalmazlar mı?” diyorum. O kadar küçük heykeller ve hediyelik eşyalar var ki, cebine soksan otuz tane alır.
Adam beni anlamıyor. “Neden çalsınlar ki?” diyor. “Başkasına ait bir şeyi almak suçtur” falan diye saçmalıyor. Derken bir polis arabası ve içinden inen son derece şık, üzerlerine oturmuş ve kılıç gibi ütülü üniformalarıyla iki polis beliriyor. Yanıma yaklaşıp elleri çenelerinde saygı ile selam vererek yardımcı olmak istiyorlar. Turist isen ayrıcalığın var, öyle itmek kakmak, kazıklayıp atmak yok. Anlatınca polisler birden o mübalağalı Uzakdoğu kahkahaları ile gülmeye başlıyorlar, anıra anıra. Ulan, ibne herifler diyorum, Türkçe olarak. Ne dedik de gülüyorsunuz, siz de Türkiye’den gelmiş olsaydınız böyle düşünürdünüz, yılışık Konfüçyüsler!
Meğer orada hırsızlık olmazmış. Çünkü en ufak bir şey çalsan cezası yedi yıldan başlıyormuş. Hırsızın birinci derecedeki akrabaları kamu işlerinden çıkartılıyor, hapisten sonra hiçbir şehirde yaşayamayıp hapis süresi kadar bir süreyi, hırsızlığı şehirde yaptıysa ilçede, ilçede yaptıysa köyde ikamet ederek geçiriyormuş. Ama en acısı yasak olmasına rağmen bunu yediremeyen baba umumiyetle harakiri yaparak ölümü seçiyor. Gel de çal bakalım, sıkıysa! Zaten yol kenarlarına zincirsiz, kilitsiz bırakılan bisiklet ve motosikletlerden anlamam gerekirdi.
Ama işsiz ve dilenci de yok memlekette. Buda heykelleri her yerde var. Mevlevi felsefesinde olduğu gibi Tanrı’dan aldığını kula dağıtan bir el avuç içi yukarıya, öbürü kula verdiğini göstererek yere doğru olan çok kollu heykeller... Bu heykellerin önünde tertemiz yiyecek ve meyve tabakları var. Aç olan ister zengin olsun, ister fakir gelip alıyor ve daha sonra boş tabağı başka bir yemekle doldurup yerine bırakıyor. Bu işlem daha çok hava karardıktan sonra oluyor. Bir de bizde olsa tabakları bile çalarlar da kimseyi suçlayamazsın. Hatta neden açığa yemek koydun, diye sorarlar adama.
Zaten herkesin işi var. Mesela bir yolun 100 metresini bir kadın, diğer 100 metresini başka bir kadın temizliyor. Ve herkesin aç kalmayacak kadar geliri, işi oluyor. Bunu gördüğümde yolları geniş döner fırçalarıyla temizleyen makinelerden nefret ettim.
Dilenci ise çok aramama rağmen iki kişi bulabildim. Valilik izni olan, kol ve bacakları olmayan iki insan... Rahat koltuğa oturtmuştu onları belediye. Yardım almalarına, hiç çalışamama durumları olduğu için izin verilmişti.
Ertesi sabah Başar ağır mesai yaptığı için uyanamadığından, kaldığım otele çok yakın olan, daha önce Discovery Channel kanalında gördüğüm, tamamı porselenden yapılma, dünyanın sekizinci harikası dedikleri tapınağa tek başıma geliyorum. İçerisini çok merak ediyorum. Koca memeli kadın heykeller belki yüzlerce ve tapınağın çatısı dahil her yerinde...
Bir Hintli kız yine ellerini kendi usulünce birleştirmiş, yanıma geliyor. Önce ne dediğini hiç anlamıyorum. Miyavlayan, masum bir siyam kedisi gibi. Yüze izinsiz bakmak, Budizm yasaklarından. Bu yüzden yere bakarak konuşuyor. Omuzuna dokunarak başını kaldırmasını söylüyorum. Siyah ve sürmeli gözleri, hızmalı burnu, belini açıkta bırakan geleneksel kıyafeti ile güzel bir kız.
Ben Müslüman olduğumu söylüyorum. Hayır, sen tanrının oğlusun, gibi laflar ederek koluma giriyor. Birlikte yaşlı ve sakalları göbeğine kadar uzamış, yarı çıplak rahibin yanına gidiyoruz. Benim Müslüman olduğumu söylüyor. Adam hiç fark etmez, diyerek Hintli kıza beni gezdirmesi talimatını veriyor.
O porselen tapınağın her yerine, her odasına, hatta çatısına bile çıktım. O tombul memeli heykellere de dokundum. Hintli kızla epey eğlendik. Sonra beni özel bir salona götürdü. Burada ayakkabılarımı eğilerek çözdü. Yapmamasını, kalkmasını söyledikçe usulün böyle olduğunu, erkeğe saygının bir gereği olarak onun eğilmemesi için kadının bunu yapması gerektiğini söyledi. (Vallahi evleneceksen Hintli bir kız bul. Üstüne para bile verip seni şehzadeler gibi yüceltiyor. İstersen baş ve gözlerle, el hareketleriyle özel danslar da haa!)
İçeride baş rahibin kulağına Müslüman olduğumu söylediği zaman baş rahip anlayışla gülümseyerek beni kabul etti.
Asırlık bir Buda heykelinin önünde onlar ellerini çene altında birleştirerek saygı gösterirlerken benim ellerim açık dua etmem (Tabii ki Türkçe) rahibi çok mutlu etti . Kıza istediğim zaman gelip kendisine Kur’an’ı anlatabileceğimi söylemiş. Anlatacak kadar da biliyorum, çok şükür. Şu mozaiğe bak! Bence asıl inanç, işte bu din ayırımı yapılmaksızın sergilenen hoşgörüdür. Anlayış, saygı, insana değer verme, sevgi, sevgi, sevgi...
Oradan çıkıp yürüyerek büyük bir çarşıya geldim. Burada sadece elektronik eşyalar, saatler, televizyon, player gibi eşyalar satılıyor. Birkaç küçük hediye aldım. Satıcıların neredeyse tamamı kadın. Porno orijinal filmler burada yapıldığı için ucuz ve kaliteli. Ama satın almak için kime söylemeliyim? Satıcı kız bir içim su. Minicik elbisesi ile seksi ve çok meraklı. Nerede kaldığımı ve ne için geldiğimi soruyor. Ona o sıralar yapılan müsabakaya boks antrenörü olarak geldiğimi söylüyorum.
Öf anam öf, itibarım çok büyük! Belime soktuğum mınçıka, korkunç saygı sağlıyor. Bu memlekette Tai boksör isen polis bile selam duruyor. Ben düz boks yapıyorum ama orada Tai boksörüm.
Satıcı kız 220 dolar olarak ödediğim player’in parasını iade ederek sadece 100 dolar alıyor. Ben de bu jeste karşılık onu Holiday İnn Otel’e, yemeğe davet ediyorum. Porno cd almak için üst kata çıkıp birkaç gencin peşine takılarak çarşının çatısına çıkıyorum. Bu çok tehlikeli, yine de korkmuyorum. Tai boksör olduğumu birbirlerine fısıldıyorlar. Bu deli boksörü selamlıyorlar. Öyle ya, belinde koca mınçıka ile dolaşan, tek başına karanlık dünyalara dalabilen adamı selamlamak gerek. On adet orijinal cd alıp parasını ödüyorum. On cd de onlar hediye ediyorlar. Elime verdikleri kalın mavi torba ile o gençlerden ayrılıp yürüyerek merdivenlerden aşağı iniyorum.
Olacak şey değil, beni gören satıcılar gülerek “porno cd” falan diyerek selam veriyorlar. İki resmi elbiseli polis de “porno” diyerek selam vermez mi? Meğerse yasak olan porno satışına kalın mavi torbalarla çözüm bulmuşlar. Polis de biraz buna göz yummuş gibi.
Alt kata indiğimde ilk aldığım malları bıraktığım dükkândaki güzel kız da “Hello Porno!” diye gülüyor. Hâlâ sakladığım bu mavi torbayı başka torbaların içine koyarak kurtuluyorum. Kız akşam 19.00’da otelde olacağını söylüyor. Başar çıldıracak! Bu memlekette yaşamak istersiniz, sonsuza kadar. Kıyak bir yer. İnsanların bir gram kaprisi, yalanı yok.
Otele dönüp Başar’la buluşuyorum. Ver elini timsah çiftliği... Ne acayip bir yer! İyi eğitilmiş siyah bir leopar (Pars) ile sarmaş dolaş resim çektiriyoruz. Filler hiç görmediğimiz gösteriler yapıyorlar. Filin altından geçiyoruz. Aşkta şansımız açılırmış da... Arkasından timsahlar ile yapılan muhteşem gösteriyi izliyoruz. Deri mamuller satan bir mağazaları var. Başar timsah derisi bir kemer alıyor. Buraya kadar gelip de timsah eti yememek olur mu? Piliç etinden lezzetli, bembeyaz bir eti var. İnsan yemelerini düşünmeden afiyetle yiyiyoruz.
Akşam otelde siyah takım elbise giyip kravat takarak lobiye inip oturuyorum. Saat 19.10. Başar “Gel ağabey, fazla ümitlenme. Kız seni yemiş!” diye beni sinir ediyor. Ulan, bir de gelmezse boşuna mı yer ayırttık restoranda! Başar’ı alaylı gülüşlerinden dolayı boğmak istiyorum. Hayır, bu kıza bir daha uğramayacağım. Gerçekten yedi beni Tayland pilici!
Gidip şu takım elbiseyi çıkartayım, Başar’la takılayım diye yerimden doğrulurken önde otel görevlisi, arkasında süper bacaklarını minicik eteği ile sergileyen, dekolte bluzundan göğüsleri fırlamış bir kadın bize doğru geliyor. Bütün lobi bu yavrunun nerede duracağına kafayı takmış gibi pür dikkat!
“Abi, ben rüyâ mı görüyorum? Senin beklediğin kız, bu mu? Vay, abim be, helâl olsun sana!”
Yaa, ibne seni, inanmamıştın ha! Ona acele cevap veriyorum. “Siktir git ulan, maymun herif! Yemeği beraber yiyebiliriz, sonra tozsun. Anladın mı?”
Başar takım elbisesini giyerek gelip yanımıza oturuyor. (Kravatsız giremiyorsunuz) Otele misafir getirir ve odaya çıkarsanız, 1000 baht daha, ilâve ediliyor hesaba.Yani 25 dolar... Allah’ım bu ne zarafet, ne içten inci dişlerle gülümseme! Ya o kara gözlerden çıkıp üzerimde seks kokuları gibi dolaşan tütsülü bakışlar... Yemeği acayip mutlu olarak bitiriyoruz.
Piliç karaoke bara gitmeyi teklif ediyor. Galiba Başar’a acıyıp onu da bırakmıyoruz. Kız bir arkadaşını çağırıyor. Gelen kızı tanıyorum, karşı mağazada çalışıyor. Dört kişi şahane eğleniyoruz. Kızlar çok güzel şarkılar söylüyorlar, bize de Tarkan ve Sertap Erener’den şarkılar bulmuşlar, Başar ile şarkıların ırzına geçerek alkış bile alıyoruz. Bu kızların ne elleri duruyor, ne de dudakları... Haydi bakalım, otelin spa’sında aroma masajına...
Kızla ikimiz yan yana uzanmışız. İki mini etekli kız bize kokulu yağlar sürüyorlar. Her yer ve üzerimiz çiçeklerle dolu. Üzerimizde sadece birer örtü varken masaj başlayınca onlar da kalkıyor. Ulan, bu popom neden bembeyaz kalmış? Hay Allah, bir daha güneşlenirken onu da açmalıyım demek ki! Kızlar bazen bizi çiğniyor, bazen dizleriyle, bazen de dirsekleriyle eziyorlar. Sırt ağrım o anda geçti vallahi! Salonda kokulu bir tütsü yanmakta. Mest olmuş vaziyette asansöre binip odamıza çıkıyoruz. Zaten bu masaj ve bu kızdan sonra odaya çıkmayan adamı bevliyeci paklar!
Başar da benim gibi motorcu. 600’lük Yamaha Fazer kullanıyor. Burası dünyanın en çok motosiklet barındıran şehri. Mini etekli kızlar sarı damalı moto-taksilerin arkasına yan oturup çok ucuza istedikleri yere gidebiliyorlar. Kaza pek olmuyormuş. Çünkü motosiklete herkesin çok saygısı var. Her ışık iki dakika sürüyor ve en öne 150-200 kadar motorun biriktiğini, önde giden motorların hiç tehlike yaratmadığını gördük. Darısı İstanbul’un başına...
Taksiciler çok usta sürücüler. Ehliyet almak, bizde olduğu gibi kolay değil. Önüne gelen ehliyetim var, diye taksici olamıyor. Taksilerin büyük çoğunluğu Toyota ve yepyeni diğer arabalar. Klimalar sürekli açık, taksiye bu sıcakta binmek zorunda değilsiniz. Zaten taksici termometreyi hemen size gösteriyor. Bu yüzden sırası gelen taksi önceden buz gibi oluyor. Tabii soğukta da tam tersi . Bizde bunu yapamazsınız, taksi patronları müsaade etmezler hizmet vermeye. Varsa yoksa pis arabalarda sıkış sıkış, camlar açık taşıma. Siz taksiye bindim sanıp dinlersiniz bir de yalelliyi.
Taksici Toyota ile ikimiz Kwai Köprüsü filminin çekildiği yere gidiyoruz. Onunla iyi ahbap oluyorum. Bir kadın resmi uzatıyor. İnanılmaz ama akrabasıymış. Çok güzel bir kız. Başkalarının yerine beni bu kızın daha ucuza gezdirebileceğini, bunun onlarda sakıncasının olmadığını, ancak bunun için günde 100 dolar vermem gerektiğini söylüyor.
Şahane manzaralı, o meşhur ıslıkla tempo tutturan albayın boyun eğmeden esirleri birlik içinde tutarak köprüyü inşa ettikleri yeri, yıkılan demiryolu köprüsünü, bütün otantikliği ile yaşayıp Toyota’nın mütevazı evine dönüyoruz. Kız Bangkok’ta bir giyim mağazasında çalışıyormuş.
Haydi bakalım, bu sefer de oraya gidip kızı buluyoruz. Bembeyaz, muhteşem güzel, 165 boylarında, simsiyah saçlı, havalı bir yavru... İsmi ise hiç unutulmaz: Oam. Sadece akşamları serbest olduğunu, bu yüzden 50 dolar alabileceğini söylüyor. Dürüstlüğe bak!
Akşamüzeri otelde Başar’ı görüyorum. Yanında iki bayan birden var. Ulan oğlum, telefon etsene, sıçayım senin sürprizine! Şimdi bir de Oam gelecek. Neyse burada öyle kıskançlıklar yok galiba. Otel idaresi iki kadınla yatsak bile 1000 baht alacağını, sadece yemek ücretinin fark edeceğini söylemiş. Zaten bu gidişle otelde rehin kalacağız. Boş ver, hayat hoştur, gerisi boştur!
Oam Toyota tarafından getiriliyor. Hep birlikte hayatımda hiç görmediğim bir yere gidiyoruz. Bu mekân aynı anda 1500- 3000 kişiye cevap verebilecek, İstanbul’a da yapılmasını çok arzu ettiğim bir yer. Koca şehirde böyle ferah bir mekân yok, arkadaş! Bizde gidip bir de daracık yerlerde otoparkçılarla papaz olursun.
Önünde 1000 araçlık çok büyük bir otoparkı var. İsterseniz park ettiğiniz yerden sizi golf arabası gibi bir düz akülü araç alıp restoran kapısına getiriyor. Böyle bir yer hayal etmek bile zor. Girişte tertemiz, uzun başlık ve beyaz önlükleri ile 100 kadar aşçı var. Harıl harıl çalışıyorlar. Bizi 100 civarında mavi etek döpiyes giymiş, aynı saç, aynı toka, aynı oje ve aynı makyaj ile güzel kızlar karşılıyor. İçlerinden birini seçiyorsunuz kılavuz olarak. Bu kız size ne yemek istediğinizi, geceyi nasıl başlatacağınızı, tercihlerinizi sorarak bir market arabasıyla satış bölümünü gezdiriyor. Memlekette kadın nüfusu erkeklerden epey fazla galiba. Her yerde kadınlar çalışıyor.
Uzunluğu 80 metre olan balık bölümü ile başlıyoruz. Önde kar içinde tazecik balıklar, arkasında aynı balığın içinde yüzdüğü akvaryum, onun arkasında ise çeşitli dillerde yazılmış, balığın yaşadığı yer, özellikleri ve nasıl pişirilmesi gerektiği hakkında tavsiyeler... Yaşadığı yerde çekilmiş resimleri ve ideal ölçüleri... Maalesef Türkçe yazı yok. Ulan, bu dünyada Türk mü yok, yoksa biz Türk değiliz de haberimiz mi yok?
Balığımızı alıp her milletin içkilerinin bulunduğu içki bölümüne geçiyoruz. İspanyol, Alman, İngiliz, Hollanda, Kore, Japonya ve pek çok ülkenin içkileri ayrı ayrı dizilmişler. İçkiyi de alıp sebze bölümüne geçerek salata malzemesini ellerimizle seçip şarküteri bölümünden de birkaç meze alarak kasa önüne geliyoruz. Hiç Türk malı bir şey göremedim. Oysa bizim mamuller onlarınkine, hatta dünyanın pek çok ülkesine on basar, yeminle! Sarı karpuzmuş, eşek kadar elmalarmış, muzlar, tatsız kirazlar, ıvır zıvır... Dışişleri ne kadar zayıf, ticaretimiz üretmek değil, tüketmek üzerine bir de kalkmış memleketimden bir şeyler arıyorum. Siktir lan!
Gezdiren kızı teşekkürler ile uğurluyoruz. Birkaç kişi hemen tartıp biçip düz bir tezgâha bizi havale ediyorlar. Burada bir şef dört garson kız ve bir aşçıbaşı ile dört yamak var. Şef aldığımız balığın nasıl pişirilmesi gerektiğini, salatanın ne şekilde olmasına kadar resimleri ile anlatıp balık şu kadar dakika, salata bu kadar diye söyleyerek bizi masaya davet ediyor. Aşçı ve yamaklarının malzemeyi alıp badi badi koşmaları görülmeye değer!
Masamız yuvarlak bir masa. Büyük guruplar için daha büyük masalar da bulunuyor. Ortasında on santim yüksekliğinde dönebilen bir cam daha var. Ortak mezeler ve salatalar o bölüme konuyor. Almak için orta camı kendinize çeviriyorsunuz. Kızlar ben almadan bu bölüme el sürmüyorlar. Hani erkek aslanın ilk önce yemesi gibi... Bizimkinin tam tersi! Neyse, erkek olmanın tadını çıkart be oğlum!
Saat tutuyoruz, dedikleri dakikada koşarak yemekleri getiriyorlar. Balıklar, ahtapotlar, karidesler, tropikal meyveler harika! Denizi babalarının tarlası yapmışlar. Nimetlerini sağıp duruyorlar ama azaltmadan, israf etmeden, aşırı avlanmadan... Bizim trolcülerin kulakları çınlasın. Katliama devam. Alırsın işte böyle uskumruyu Norveç’ten, kalkanı Ukrayna’dan. Sabır göster iki ay da çinekop, lüfer olsun. Yine biz yiyeceğiz, günahtır!
Hem yemek yiyip hem de çok güzel mahalli danslar seyrediyoruz. Masadaki kızlar da oldukları yerde ritme uygun cilveler yapmaktalar. Muhteşem dansların her figürünün bir hikâyesi var. İnsan bu kutsal danslardan hûşû duyuyor. Masadaki hizmet krallara lâyık. Su içmeyi ve hiçbir şeyi aklınızdan geçirmeye görün! Kızlar sanki telepati yapıyormuş gibi hissedip hemen yanınızda bitiyorlar. Hiç konuşma ve telaşları yok, gözleriyle anlaşıyor dördüz kardeşler.
Nefis bir akşam yemeğinin ardından Hindistan cevizi suyunu, içindeki hafif kokteyl ile bitirip yine karaoke barda alıyoruz soluğu. Başar’ın bulduğu ikinci kız da çok güzelmiş. Neyse Oam çok zeki ve epey sosyal bir kız. Bu gece “Üsküdar’a Gider iken” yani “Kâtibim” şarkısını söyledim. Meğerse bu şarkıyı herkes biliyormuş, bütün salon yamuk yumuk iştirak etti.
Başar diyor ki, “Bir kavga etmeden buradan gitmeyelim. Bu maymunların gücünü görelim.” Ulan, sen manyak mısın oğlum? Herifler panter gibi dövüşüyorlar. İyi bir sopa yersek bu kızlara da dokunamayız sonra. Tayland’da, hapishanede geçirmeyelim kalan günleri. Kaşınma, otur oturduğun yerde. Zaten herifler o kadar saygılı ki, kavgaya bile girmezler. Puşta bak, benim gibi eski bir boksöre, komandoya “Korkuyorsan sen karışma” diyor!
Allah kahretsin, korktuğum başımıza geliyor. Başar çerezler ikramdı, değildi diye hesaba itiraz ediyor. Şefin “Peki, ikram olsun” demesine rağmen hesabı adamın yüzüne fırlatıyor, yani kutsal bölgeye. Olacak şey değil, garson selam vererek çekiliyor! Hesabı ben vererek olayı büyütmemeye çalışıyorum. Bakışlar epey sertleşti. Gelen hesap da aslında para değil. Beş kişiye 1300 baht. Yani 35 dolar bile değil. Mınçıkam belime sokulu. Ama kullanmamalıyım. Cezası var çünkü. Çıkış kapısında şişman bir fedai var. Başarı kolundan tutarak bir şeyler söylüyor. Bizim oğlan bulut gibi. Kızların telaşından konuşmanın iyi olmadığını anlıyorum. Başar diğer eliyle herife yumruğu geçirmez mi? Adam kavak gibi yere seriliyor. Bence boş bulundu.
Haydaaa, bütün fedailer üzerimizde! Kızlar da giriyor kavgaya. Çok içmişiz. Sıkı bir yumruk yiyorum, mideme. Aynı anda Oam herifin sırtında! O adamı tek bir yumrukla nakavt ediyorum. Sırtında Oam ile birlikte devriliyor. Orta parmağımın üzeri yarılmış, sonradan görüyorum. Eyvah, şu anda beş kişi oldular! Başar birini hayalarına attığı tekme ile yere düşürdü. Ama sağdan aldığı bir tekme kafasında patladı. Şimdi o da yerde. İki kız tekme atanın önüne geçiyorlar, biri kuvvetli bir tokatla yere serildi. İki kişi bana doğru hareketlendi. Mınçıkayı çıkartıyorum. Zınk, diye duruyorlar. Oam hâlâ yerde ve bağırarak bir şeyler söylüyor. Adamlar hareketsiz ve sadece bakıyorlar. Oam vıyaklamaya devam ediyor, cırlak sesiyle ambulans sireni gibi!
Patron selam vererek nazikçe geliyor. Oam yattığı yerden Tai boksör olduğumu, mınçıkayı çok iyi kullandığımı söylemiş, siren sesi ile çığlıklar atarken. Düz boksörüz desek bu kadar itibarımız olmayacaktı. Türk usulü herkes birbirine sarılıyor. Israr üzerine tekrar içeri giriyoruz.
Al ulan Başar, kavga diyordun, işte kavga da oldu. O patlak dudağınla nasıl öpeceksin kızları bakalım. Tekmeyi atan feci geçirmiş suratına. Kızlar da kavgaya dahil olmaktan mutlular. Herkes birbirine sımsıkı sarılıyor. Mekân bizden hesap almıyor. Çıkışta fedailerle de öpüşüyoruz. Benim sağ yumruk herifin dudağını falan yarmış ama adam hürmetle beni selamlıyor. Döner dönmez kick boksa başlayacağım.
Kahvaltıdan sonra kızlar gidiyorlar. Öğlen yemeğini o sandalların gezdiği, tekne evlerin olduğu pis nehir kenarında yiyip satıcılarla konuşuyoruz. Çok ince bir lavaş ekmeğine Pekin ördeğinin nar gibi kızartılmış derisini koyarak dürüm yapıp satıyorlar. Nefis bir şey! Arkasından Toyota ile o cennet Pattaya’ya gidiyoruz. Masmavi, derin suların içinden köpekbalığı yüzgeci gibi fırlayan muhteşem manzaralı kayalar, yeşilin en canlı renkleri ve yarı çıplak dolaşan turistler, yerliler, satıcılar, ızgaracılar... Şamatanın Allah’ı!
Ne çok tarihi eser ve tapınak var. Ne çok cennet köşesini, muhteşem denizi, kayaları beynime resmettim, bilseniz... Orada Başar ile dalış yaptık, hocaların nezaretinde. Köpek balığı göremedik, ama çok çeşitli bir mavilikte, akvaryum gibi denizde nefis dakikalar yaşadık. Otelimize çok yorgun fakat çok neşeli olarak döndük.
Bu gece Oam’dan izin aldım. Tek başıma Toyota beni Bangkok’un en büyük ve en güzel masaj salonuna götürüyor. Full Massage. Oam otelde, kuaförde, odada, bekleyecek. Manikür, pedikür, ağda falan. Bu gece git, diyorum geç haber verdiğim için gitmek istemiyor. İllâ bekleyecekmiş. Kadın milleti nereye gideceğimizi söyledik ya, ne yaptığımı da öğrenemezse çatlar! Kırk yıllık kocasıyım sanki.
Büyük bir otel düşünün, bir sürü insan girip çıkıyor. Hafif bir mafya kokusu da var sanki. Fiyatı 110 dolar, 10 doları beni getiren şoföre veriliyor. Yani Toyota’ya... Yine akvaryumda oturan güzel kızlardan birini seçiyorsunuz. Bu işin en zor taraflarından biri. Çünkü her biri birbirinden güzel 200 kadar âfet var, her ırktan ve her çeşitten. Seçilen kız çok mutlu havalarda, yandaki aralıktan çıkıp kolunuza girerek sizi gişeye yönlendiriyor. Çıkışta memnun kalmadığınızı söylerseniz para hemen size iade edilip kızın hesabından düşülür. Yani beş iş daha yapması gerekir ki, bu da en az beş gün demektir.
Bu kız biraz Uzakdoğulu tipli, ırkının en güzellerinden. Cep telefonu ile çektiğim resmini Oam görünce kafayı yemişti. Türk olduğumu söylüyorum. Gülerek çantasından bir kâğıt çıkartıp, okuyor: “Ulan, orospu çocuğu ne işin var Tayland’da? Buranın zevkine dayanamayıp evine gidince karını beğenmeyeceksin. Karadeniz-Rize- Pazar Kâmil” (Laz oğlu, haklısın da uşağum ne pok yiyelum, çeldük bir çere daa!)
Kız bu mesajı Kâmil Türkçe okunuşu gibi yazdırdığı için bilmeden okuyor. Çok gülüyorum, Laz Kâmil’e. Odaya çıkıyoruz. Büyük bir salon düşünün. Tam karşıda iki kişilikten de büyük bir yatak var. Amerikan bar, içkiler, müzik, egzotik bir tütsü ve temizlik, temizlik, temizlik...
Odanın ortasında bir bölme, kapıya yakın tarafta bir jakuzi, onun yanında yere uzatılmış bir deniz yatağı... Yan tarafta çok su akıtabilen bir duş...
Kadın önce bir içki veriyor. Ben Japon sakisini seçtim. Sonra sizi kibarca anadan üryan soyuyor. Ardından da kendisi soyunuyor. Siz onu soyarsanız erkekliğiniz çizilir. Toyota’dan öğrendik bunları. Bu yüzden sakiyi tek dikişte fondip yaptım ve ciğerlerimin kuşbaşı doğranmasına aldırmadan sağ elimin bileğine ağzımı silip başımı güzelmiş manasına sallayarak mutluluğumu belirttim. Her işin bir raconu var, uyacaksın.
Önce jakuzide hafif bir yıkanma ve şişirme yatağa uzanma vaziyeti. Kadın sizi çok miktarda köpük ile kaplayıp ellerini hiç kullanmadan, göğüs, bacak, dirsek ve yüzü ile hem masaj hem de sürtme yaparak yıkıyor. Burası masajın en güzel yeri. Uyumayın sakın! (İnsan zevkten mayışıyor da...)
Sonra güzel bir duş alıp öbür bölmedeki büyük yatağa uzanıyorsunuz. Kadın üzerinize sarı kutsal çiçeklerden atıyor. Hatun tertemiz, mis gibi kokulu ve çok bakımlı. Bu kadının genel biri olduğuna insanın inanası gelmez. Bir karış kıllılara, ojesi dökülmüş, saçları yağlı, üç günlük donu ile kokmuş kokarcalara duyurulur!
Seksin her türlüsünü sizin zevk akışınıza göre ayarlıyor. Ama burada en hoşuma giden kadının, şaşkın bakışlarım arasında ağzına attığı prezervatif oldu. Güldüm önce anlamayarak. Kadın şeker mi zannetti gibisinden. Ama ağzı ile onu taktığını ve hiç elini kullanmadığını görünce işte arkadaş profesyonellik bu, dedim.
İki saat süren bu güzel seans bittiğinde sanki o kadınla çok eski arkadaşmışız gibi, el ele indik aşağıya. Bana teşekkürler ediyor, onu seçtiğim için beni öpücüklere boğuyordu. Son öpücükle ona veda ettiğim sırada bir adam, samimi gülüşlerle yanıma yaklaşıp bir şikayetim olup olmadığını sordu. Yok deyince tebessüm ederek beni kapıya kadar uğurladı. Teşekkürler ederek iki eli çene altında, başı eğik...
Hafif bir yağmur yağmış ve kesilmişti. Mis kokulu havada yakın olan otelime doğru yürüyorum, tenha caddede. Oam telefon ediyor, odada bekliyormuş. Saat 24.00 olmuş bile. Ne kadındı, ne zevkti falan diye düşünürken omuzuma bir el dokunuyor. Ürpererek dönüyorum. Öyle dalmışım ki, cadde boş ve karanlık bir bölümden geçerken omuzuma dokunan bir el ister istemez hemen yumruk atmaya hazır bir hamle yaptırıyor bana.
Bu omuzuma dokunan, boyu benim kadar olan bir fil yavrusu. Beş metre arkasında da genç bir kız var. Kendimi toparlayıp fili seviyorum. Çok sert kılları var. Adeta elime batıyor. Filler yaşlandıkça bu kıllar dökülür ve yumuşarmış. Kerata gidip kızın kucağından iki muz ve iki elmadan oluşan bir paket getiriyor. Paketi açıp onu elimle besliyorum.
Yemeği bitince hortumu ile cebime dokunarak manalı manalı para istiyor. Sonra parayı alıp kızın yan cebine koyuyor. Çok hoşuma gittiği için bir 10 baht daha çıkartıp vermek istiyorum. Kafasını iki tarafa sallayarak almıyor. Pes ulan fil oğlu fil, önceki hayatında bir asilzade miydin acaba?
Otelde Oam merakla full masajı anlatmamı istiyor. Biraz da kıskanmış numarası yaparak dikkatle dinliyor. Aynısını yapabilirmiş. Şanslısın be oğlum, haydi görev başına!
Güzel günler çabuk bitiyor be dostum! Gerçekten tadını çıkarttık Tayland’ın. Başar geri dönmek istemiyor. Onu bırakıp gitmemi söylüyor. Bar kavgasına karışan kıza da kafayı fena takmış, karıyı boşayıp bu kızla evlenecek, Pattaya’da otel açacaklarmış, Türk dönerini tanıtacakmış, çocuklarını Tai boksör yapacakmış, kızı nasıl bırakırmış ve bir sürü sızlanma daha. Ulan, sen o kızı arkadaşı ile aynı yatakta... Hani hatırladın mı, beş gün önce kavga gecesi haa… İkisine 1000 baht yazmıştı otel idaresi, zampara jesti olarak. Daha dudağın bile iyileşememiş, tavşan ağzı gibi yarık. Gel oğlum, gel yavrum yapamazsın, hatıralarda kalsın. Bak kızı Türkiye’ye davet et, sonra karar verirsin be yavrum. Kes lan, başlarım senin yıldırım aşkına! Şu anda evlisin lan hıyarrrr!
İstanbul’a dönüyoruz. Havaalanında benim mınçıkayı yakaladı Tayland polisi. Bana kibarca duvardaki panoda dışarı çıkartılması ve taşınması yasak olan tabanca, bıçak v.s. tablosunu gösteriyor. En üstte mınçıka resmi var. Mınçıkamı vermek istemiyorum. Havaalanının sorumlu emniyet müdürü geliyor. Pasaportuma bakıyor. Yeşil pasaport, onun için değer verilecek insan demek. Bizimkilere kırmızı olsa hava gelir de neyse... Ne amaçla geldiğimi soruyor. Tai boksu seyretmek için, deyince saygı selamı ile uğurluyor beni.
Vay be, bir milletin geleneksel sporuna verdiği değere bakın! Ülkemde serbest veya yağlı güreşçiyim desen, ne yazar? Milli olup madalya alsan, ne yazar? Hatta şampiyon?
Hatta rekortmen?
Ne yazar arkadaş, gerçekten ne yazar?
YORUMLAR
Kendini bilmesi insanın ve yaşamdan keyf alması, nerede nasıl davranacağını bilerek, nerede duracağınıu bilerek ve aklını kullanarak ve kendisini zora koymadan yaşamın lezzetlerinden tatmak..... Ne güzel bir anekdottu usta keyfle okudum.
Selam ve saygımla.
kukurikuu
İnsan ,içinde sürekli taşan bir ruh ile yaşıyorsa ,
bu serüvenler de, olağan oluyor.
Yine de ,yaşamış olmaktan çok mutluyum.
İşte geldik, işte gidiyoruz be Kardeşim. Ya yaşadığını korkmadan paylaşacaksın, ya da içinde ,mezara götüreceksin.
Benim için bunlar ,paylaşılabilecek olanlardan.
Sayfamda olmana sevindim. Saygılarımla.
kukurikuu
Aslında ,oraya giden ve gitmeyi düşünen pek çok insan ,
bu yaşadığımı yapmak düşüncesinde de,
nedense onlar sadece gezmeye gidip,
masum bir şekilde döndüklerini ,iddia ederler.
Güzel temenninize teşekkür eder,
saygılarımı sunarım.