- 517 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Pencere
Istırapların birbirine karıştığı ve silindiği bu dünyada, sadece mantık işe yarıyor olmalı! Olmalı da sanırım. Mantıklı insanlar gördükçe, kendi içinde boş seçeneklerle zaman harcamayan insanlar gördükçe, hissetmem gereken hüznü de artık hissedemiyorum. İbrahim’i hatırladıkça, öyle acı çekiyorum ki, öyle yıpranıyorum ki, Nermin’in aşk acısına benzer sancılar çekiyorum midemde.
İstediğim gibi olmuştu. Elbiseleri alıp, eve dönebilmiştim. O arada odalarda yanmayan ampulleri kontrol eden Nermin ‘sağ olasın’ gibi kısa, öz ve kangren bir söz ile uğurlayıvermişti beni. Ağlamıyordum. Ama ağlamaktan beter bir haldeydim. Yatağıma uzanıp, gözlerimi kanatırcasına kısmak istiyordum.
Tuvalet daha rahat oluyordu. Başımı tuvaletin kapısına dayayıp, defalarca büklümleşen vücudumun içinden ah çıkartıp, vah ile yaralarımı bağlayabiliyordum. Yatağa uzanınca, tüm bunların aslında her nefeste acıyı içime çektiğimi gösteren kalibresini ölçmekten başka bir şey yapamıyordum.
Nermin şimdi ne yapıyordu acaba? Uyuyor muydu? Yeni ampul almak için Osman aganın yanına mı uğramıştı? Çocuklarıyla nasıl başa çıkıyordu? Gidişime sevinmiş miydi? Yardım etmiş miydim ona? Gözlerimden onu nasıl sevdiğimi anlayabilmiş miydi? ‘Gözlerime bakıp, beni sikmek istiyorsun kahrolası! Allah cezanızı versin…’ mi derdi yoksa? Eğer konuşsaydı, eğer uzun uzadıya diyebilseydi bir şeyler.
İki elbise ve bir penyeden oluşan Nermini hasret koleksiyonum hazırdı. İlk önce uzun olan elbiseyi itinayla yatırdım yatağa. Sonra kısa olan elbiseyi ilk yatırdığım elbise üzerine yatırdım. En son kalan üst penyeyi de, iki elbisenin yakasına gelecek şekilde, yatağa uzandırdım. Nermin artık benimleydi! Yakanın bittiği yerde boynu başlıyordu. Burnumu oraya doğru yaklaştırırken, Nermin’in boynuna yaslamış gibi burnumu, heyecanlıydım. Çenesiyle yanaklarımı okşarken, ellerimle kulaklarını okşuyordum. Uzun saçlarını toplayıp, sol köşesine doğru toplayınca, hafifçe ince belinin yukarı doğru kalktığını gördüm. Göbek deliğini göremiyordum.
Göbek deliğini görememiştim. Nermin ampulleri takmak ile meşgulken, sandalye üzerinde tişörtü göbek deliğine kadar geri çekilmiş denizin mavisi gibiydi, ama bu aks, güneşin sahip olduğu enerji ile değil, istenilen bir heves boyutuyla eşdeğerdi. İntihar edebilirdim o an. Pencereye doğru koşup, atabilirdim kendimi. Ancak ya bir araba geçseydi ya bir eskici ya da okuldan dönen çocuklar… Birisi, fark etmezdi kim olacağı, ben ölürken onlara da zarar verebilirdim. Bir eskici de olabilirdi!
Eskici bağırıyordu: ‘ Eskiler alıyooo…eskici…’ Kısa süren hayali sevişmemin ardından kendime gelmiştim. Nermin değildi, Nermin’in belki de yıllar önce giymemek üzere bir kenara attığı giysilerdi bunlar. Oysa şimdi o kadar çok istiyordum ki ense köküne yaslanmış, rengi hakiki bir balı andıran ve de koyuluğuyla hafifliğini yansıtan saçlarını okşamak, koklamak! Yatak da oturunca, uzun metrajlı can sıkıntımın cam kırıklarını avuçlarımda toplayıp, yüzüme sürüyor gibiydim. Oturdum ve bitmeye yakın tineri, dün tiner için kullandığım atleti elime aldım. Sol elimde atlet parçası, sağ elimde tiner… Yutkunamıyordum. Yutkunmak da istemiyordum. Düşündüm. Yok olsam Nermin için ne değişirdi ki? Nermin seviyor muydu beni?
İlk önce bacaklarımı hissetmemeye başladım. Ayağımı görebiliyordum. Ayak parmağım arasında soyulmuş nasır yaralarının üzerinde sigara söndürdüğüm günleri hatırlardım o an. Çok susayınca, nefes alış verişlerimde zorlanıyordum.
Parmaklarımın arasından diğer elimin parmaklarını geçirirken, zorlanıyordum. Akşam olsa, uyusam ve sabah işe gitsem, her şey daha güzel olacaktı sanki! Nermin’i de bir nebze olsun unutabilirdim. Zaten zar gibi olmuş duygularım, bir de ellerim eklenince… Gözlerimden antibiyotik kokluyor gibi olunca, ellerimi ovmayı bıraktım. Anlamıştım. Tiner etkisini iyiden iyiye göstermişti. Televizyonu açıp, kafa dağıtabilirdim. Ya da öyle bir şey… Bir şey olmalıydı, bir şeye ihtiyacım vardı. Madde o kadar ağır geliyordu ki, mana karşısında eziliyordum. Nermin’e dokunsam, bu acılarımın hepsinden kurtulabilir miydim? Mana, aşka yüklediğim onlarca dakikayı bir anda göçertecek ve ihtiyacım olanı bana verecek miydi?
Başsız olması, başının olmaması ve gözlerini görememem… Bu kaç saat, kaç gün… Dayanabilmek nasıl bir şeydi ki? İnceldikçe, inceliyordum. Tinere yeniden başlamış gibiydim. Eskiden bunu ailemin yanında yapardım. Banyo yaparken çekerdim. Fakat amacımın ne olduğunu bilmemek her şeyi daha kötü yapabiliyordu.
Susturamadım. Defalarca denedim ama iç sesimi susturmak için ne kadar uğraşsam da nafileydi! Çekiçle içime içime vuruyordu her saniye ve bağırmak da istemiyordum. İçimdeki her neyse, onu susturmak zorunda değildim ama kelimeler insanın acılarını anlatmak için mi verilmişti ki böyle yırtıp yırtıp an be an saniyelerin fotoğraflarını, kendime manasız bir ziyafet sunuyordum mana veremediğim boşluklar yanında.
Ahşaptan evler yanıyordu. Sisli, loş ve teneke kokan sokaklara boşalmak… Kendime hayret nidası yapıştırmak istiyordum. Zikredilebilecek ileri derecedeki kadınların seslerini duymamız gereken gece yarısı… Nermin’e koşmak… Nermin ne yapıyor acaba şimdi?
Pencereden bakmıştım. Geçmişin muzaffer bir izi belirebilir miydi pencerede diye, merak etmeye başlarken, artık uyumak da direnen çocukların ağlama sesleriyle boğuluyordu sokak. Pencereleri kapatmasalar, sevişenlerinde seslerini duyabileceğimi biliyordum. Nermin en azından bir sigara içebilirsin. Neden pencereyi açıp, dışarıya bakmıyorsun ki?
Acıktığımı hissetmek istiyordum. Sabahleyin Osman aganın yanına sigara almak için gelmeden önce, bir şeyler yemek istemiştim. Peynir tadı geliyordu ağzıma. Evet, bir çatal bir şey yemiştim. Fakat o vakitten beri çok saat geçmesine rağmen, hiçbir şey yiyememiştim. Buzdolabında Cuma gününden kalan biberli, patatesli yemekten az da olsa atıştırmak istiyordum.
Olacak o kadar ya, buzdolabını açar açmaz, uzun ve yayvan cam tabak ‘tak’ diyerek mutfağın fayans zemini üzerinde intihar etti. Hayra alamet o anda ne olabilir diye düşündüm. Yemek istediğim yemeğin içi ufak cam parçalarıyla dolmuştu. Cam yiyebilir miyim diye düşününce bir an, temizlemem gereken cam kırıklarına bakındım uzunca. Hiçbir cam kırığı da utanmıyordu. Rahattılar ve kalkmak istemiyorlardı uzandıkları zeminden.
Fırça ile yemek ve cam parçalarını orta bir yerde topladıktan sonra, naylon bir poşetin içine gazeteleri doldurdum. Sonra çay tepsisi yardımıyla mutlu mesut parçacıkları poşetin içine koydum. En son iş de süpürge ile ufak parçaları çekmekti. Yürürken, buzdolabına az ötede serilmiş halı üzerindeki camlar ayak tabanıma tutunmak istiyorlardı. Birkaç tanesi ayak tabanıma girmişti, ama garip bir şekilde ağlamıyorlardı. Ağlasalardı biliyorum ki kan akacaktı.
Yarım litrelik pet şişeye su doldurup, tekrar pencere kenarına gelmiştim. Nermin ben burada yokken, pencereden bakınmış olabilir diye hayıflanıyordum.
Hasret ve daha bilmediğim yüce duygular, can çekercesine bir ıstırapla burnumdan göğe yükselirken, su içiyordum.
Gelmeyecekti. Niye bekliyordum ki?
Pencereden sokağa tükürüyordum. Bir hedef bulup, sonra tükürüğümü oraya doğru girdirmeye çalışıyordum. Aniden Nermin’in çocuklarıyla oturduğu odanın lambasının sönüşü gözüme takıldı. Nermin şimdi pencereden bakıp, beni mesut edebilirdi.
Pencerenin dış tarafındaki taşın üzerinde kurumuş kuş bokunu tırnağımla kazırken, daha fazla beklemenin ıstırabımı arttırmaktan başka bir şey olmayacağını anlamıştım.
Tekrardan yatağa uzandığımda, on güne yakındır banyo yapmadığımı anımsamıştım. Omzuma doğru kokumu içime çekerken, Nermin’in sarı tişörtüyle beraber yanımda olduğunu hayal etmeye başladım. Omzunu, o narin ve güzel kokulu vücudunun üzerindeki dolunayı bütün gece uyumadan izleyebilirdim. Parmaklarım giysilerin üzerinde dolaşıp durduğunun farkına varmadan, çok geçmeden uyumuştum. Biliyordum ki, Nermin ben uyuduktan sonra sigara içmek için penceresini açacaktı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.