- 858 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Antikacı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bütün gün öyle çok çalışmıştı ki akşamüstü için arkadaşlarından gelen buluşma çağrısına "evet" demek gelmiyordu içinden. içine kapanık bir çocuktu arda, yaşıtlarına nazaran gayet sessizdi. işini yapar, fazlasına karışmazdı. sohbetlerin içinde zaman zaman "evet"lerin, "haklısınız"ların, çoğu zaman da "valla, bilmem ki"lerin adamıydı. etrafında arkadaşı olduğu pek söylenemezdi. etrafındaki arkadaşlarınınsa alay konusuydu bu çekingen hali. üniversitedeki sınıf arkadaşları kendisine acımayıp onu buluşmalara davet etmese, dışarıda vakit geçireceği de yoktu. onların eğlence kaynağıydı bu zayıf, uzun boylu çocuk. bir yandan tarih bölümünün zor derslerine kafa patlatıyor; diğer yandan da okul harçlığını çıkarabilmek için çalışıyordu. 1 senedir fakülteye yakın bir antikacının yanında çalışıyordu. çalıştığı dükkanda antika eserlerin tozunu alıyor, rafları düzeltiyor; patron yokken müşterilerle ilgileniyordu. patronu, onun bu sessiz sakin halini çok severdi. zaten aradığı da böyle sessiz, her işe burnunu sokmayan mülayim bir çıraktı. arda, alelade bir çırak da değildi üstelik, üniversitede okuyordu ve tarihe ilgi duyuyordu, bununla beraber disiplinle çalışan genç adam, patronu için biçilmiş bir kaftandı.
Oğul’dan gelen "kanki; biz, alsancak’ta ’takıl’dayız; hemen otobüse atlıyorsun, geliyorsun... itiraz istemem...’ mesajına cevap vermemeyi tercih etti arda. bütün gün çok yorulmuştu; ayrıca oğul, hakan’ın çoğu zaman kırıcılığa varan şakalarına maruz kalmaktan sıkılmıştı. yarın erken kalkacak ve her zamanki gibi okulun yolunu tutacaktı. sabahki dersi kaçırmaya niyeti yoktu. bütün bunları düşünüp kendince haklı mazeretler üretirken telefonu çaldı. arayan hakan’dı. telefonu açıp açmamak arasında tereddüt yaşadı. telefonsa öyle ısrarla çalıyordu ki içinden bir ses "açmalısın" diyordu.
-Arda, birader neredesin?
-Eve, dönüyorum hakan, yoldayım.
Aslında yürümüyordu; durakta otobüsünün gelmesini bekliyordu. ev arkadaşı gökberk ile yaşadığı, gökberk’in tez ödevini bahane ettiği şu günlerde bulaşıkları yıkadığı, odasındaki elektrik tesisatı yandığından bu yana haftalar geçmesine rağmen tamirciye verecek parası olmadığı için mum ışığında ders çalıştığı, boş zamanlarında gökberk’in düşük çenesini çektiği, fırsat bulduğu zamanlarda bilgisayarın başında sörf yaparken sızdığı, o sıkıcı öğrenci evine gidecek tek otobüs bu duraktan geçiyordu.
Hakan, mesajdaki isteğini yineledi:
- Oğlum, hemen bi otobüse binip takıl’a geliyorsun, yemin ederim darılırım bak, bir daha konuşmam seninle. burada işletmeden arkadaşlarla kafa dağıtıyoruz, sen de olacaksın aramızda.
Hakan sesinin duyulmasını istemiyormuşçasına adeta fısıldayarak:
"kanki, çok güzel hatunlar da var ayrıca, sen bi gel yaaa!"
Anlaşılan sınıf arkadaşları hakan ve oğul’un eğlenceleri tamam olmamıştı. her fırsatta takıldıkları arda’nın da yanlarında olmasını istiyorlardı. fakülteden arkadaşları arda’nın mülayim halini severlerdi aslında. çoğu zaman kendisine takılsalar da bu çekingen haline acırlardı hemşerilerinin. biraz sosyalleşmesini arzu ederlerdi. buna rağmen sözleriyle genç adamın kalbini kırdıkları da oluyordu. arda, pek bulunmasa da katıldığı ortamlarda kendisine eğlence arayanların hedef kişisi oluveriyordu.
Adeta su sızdırmayan kumral saçlarını birazcık şekle soksa yakışıklı bile sayılabilirdi bizim arda. keskin yüz hatlarını saran kirli sakalı, bal rengi gözleriyle uyum içindeydi. 13 yaşından beri taktığı demode sayılabilecek gözlüğü bir kaza sonucu kırıldığı hafta fakültedeki birçok kızın kendisine anlam veremediği bir şekilde bakması, onu şaşırtmış; bir hafta boyunca utancını gizlemek adına okulun kantinine uğramamıştı.
Arda, hakan’ın telefondaki sözlerine inanmak istemiyordu ;ancak kendisini boğan o evi biraz daha geç görsem, iyi olabilir diyordu bir yanı. arkadaşlarının buluşma tekliflerini genelde reddeden delikanlı bu kez kararsız kalmıştı. bir taraftan oğul ile hakan’ın eğlencesine meze olmayı istemiyor; diğer yandan evde bekleyen yalnızlığını düşünüyordu.
Öyle değil miydi ya, odasına kapandığı günlerde, dükkana arada sırada uğrayan ve iletişimden olduğunu düşündüğü sarışın kızı düşünüyordu. Adını bile bilmediği bu sarışın kızın eski yüzüklere olan ilgisi dikkatini çekmişti ilkin. patronun olmadığı bir anda onunla ilgilenmek durumunda kalmıştı. Kendisiyle tezgahtar-müşteri ilişkisinin ötesine geçemediği bu güzel kızı düşlediği vakit:
-Ee, ne diyorsun birader, orada mısın?
-Bilmem, n’apsam ki, çok oturacak mısınız orada? sesi titreyerek sorduğu bu soruya kararlılıkla cevap verdi hakan:
-Ya atla gel işte, çok oturmayız. Hem kalktığımızda ben seni arabayla bırakıcam, söz! hadi,çabuk arda bekliyoruz.
Bölümdaşı gökberk’in tarih programlarını andıran, dünyayı kurtardığı ya da saçma sapan ideolojilerini hararetlice savunduğu rutin bir gece sohbetindense hakan ve oğul’un arkadaşlarıyla farklı bir dünya içinde olmak, biraz kafa dağıtmak fena fikir değildi aslında. aynı ses tonuyla "peki" diyerek kapadı telefonu genç adam. yolun karşısına geçerek alsancak yönüne giden bir otobüsü son anda yakaladı. arda, bu buluşmanın hayatını alt üst edeceğini asla bilemeyecekti.
Takıl’ın önüne geldiğinde gözlerini kısmış masalarda oğul ve hakan’ı arıyordu. astigmat olan gözleri için bu gözlüklerin de miyadı dolmuştu anlaşılan. Arkadaşları, dışarıdaki masalarda değillerdi, belli ki kendilerine içeriden bir masa seçmişlerdi. arda, yan yana sıralanmış bu eski rum evlerinin kafeden ziyade insanların yaşayacağı meskenler olarak kullanılması gerektiğini savunurdu hep. kapının hemen dibinde, sokağı mis gibi kokusuyla kuşatan yaseminler, pencere ve cumbaları envai çeşit renge boyayan sardunyalar hayal ederdi. bu güzelim evler, bembeyaz odalarının yüksek tavanlarında müzik denemeyecek korkunç bir gürültünün yankılandığı yapılar olmamalıydı. öyle ki o kapılardan çığlık çığlığa sokağa fırlayacak afacanlar, onları cumbalarda çay keyfi yaparken gözeten anneler düşlüyordu arda. o anda, arkadaşlarının giriş katında da olmadıklarını fark etti. geriye tek bir ihtimal kalmıştı: onları üst katta bulacaktı.
Zemini üst kata bağlayan ahşap merdivenden çıkarken ev arkadaşı gökberk’in son zamanlarda iç sıkan felsefi sohbetlerini tercih etmeliydim diye geçirdi içinden. buraya gelişini sorguluyordu. bu tip yerler hiçbir zaman arda’yı cezbetmemişti. ortam, şarkılar, bu mekanların insanları onun ilgi alanına girmiyordu. memleketten beraber geldiği oğul ve hakan’ın gönül koymayacaklarını, sırf o gece onları reddetti diye okulda kendisine takılmayacaklarını bilse belki de bu mekana adımını dahi atmazdı. son basamağı da aşarak üst kata vardığında çevresini şöyle bir süzdü. nihayet, oğul ve hakan hemen karşıda oturuyorlardı.
Masaya geldiğinde oğul ve hakan’ın zevzekliğe varan takılmaları onu etkilememişti bile. arkadaşları hoş geldin mahiyetinde yanaklarını öpüp sırtını sıvazlarken o adeta masada oturan kıza kilitlenmişti. bu oydu. evet, tam karşısında tebessüm ederek oturuyordu. defalarca tezgahtarlığını yaptığı antikacıya gelen, takılara göz atan, onca gelip gitmesine karşın ağzından tek kelime dahi çıkmayan sarı saçlı, pembe bereli kız karşısında duruyordu. Kalbinin, göğüs kafesini yırtarak dışarı çıkmak istediğini hissetti. midesine boğazından bir ateş topu ilerliyordu şimdi. bu güzel anı oğul’un gereğinden fazla nükteli cümleleri böldü.
-Arkadaşlar, size daha önce de bahsettiğimiz hemşerimiz arda. memleketimizin yüz karasıdır kendisi. bizi bilenler bu sizin oralı olamaz derler sanırım. her defasında bizi yalvartır, bugün kendinizi şanslı hissetmelisiniz bayanlar, arda bey bir mucize eseri teklifimizi reddetmedi ve masamızı şereflendirdi. bu arkeolog arkadaşımıza kaldıralım şimdi kadehlerimizi!
Oğul bunları söylerken arda’nın yanakları hemen pespembe kesilmiş, delikanlı gözlerini nereye kaçıracağını bilmez bir halde söylenenlere tebessüm etmişti. hakan, haddini aşan bu kısa tanıtma faslından sonra masadakileri arda’ya bir bir tanıttı. masada 3 kız vardı. masadaki kızların ikisi kardeştiler. merve ve gizem. gizem’in yanında erkek arkadaşı berke oturuyordu. oğul ve hakan gibi işletme bölümünde okuyorlardı ve sınıf arkadaşıydılar. arda’yı ilgilendiren sözcüklerse az sonra dökülecekti hakan’ın ağzından.
-Sinem, radyo televizyon ve sinema 3.sınıfta okuyor. bu güzel kıza iyi bak arda, geleceğin yönetmeniyle aynı masayı paylaşıyorsun.
Arda, dünyadaki hiçbir nesneye belki böyle dikkatle bakmamıştı.
-Hadi ama abartma, diyerek hakan’dan sözü aldı sinem. memnun oldum arda. Tarih her zaman beni büyülemiştir; anlayacağın okuduğun bölüme büyük bir ilgim var. eski eşyalara olan ilgimden bunu anlamışsındır.
Arda, adının sinem olduğunu nihayet öğrendiği sarışın kızın kendisine kurduğu cümlelerin bitmesini hiç istemiyordu. onun antikacıda çalıştığının farkına vardığını belirten bu cümleler çölde vaha bulmuş bir bedevi gibi sevindirdi delikanlıyı. evet, evet sanki günlerdir çölde bir damla su için kilometrelerce yol kat etmiş bir bedevinin suyla buluşması gibi kana kana içmek istiyordu sözcüklerini. antikacıda sessiz kalarak kendisini geceler boyu düşündürdüğü günlerin acısını çıkarmak istiyor, bitmesin diyordu içinden.
Arda yalnızca: "fark ettim" diyebildi sinem’e. sonrasında da neredeyse hiçbir kelime edemedi. bir iki saat boyunca masada oğul ve hakan’ın çekip çevirdiği, gürültünün içine karışan sohbete çoğu zaman pespembe yanakları ve tebessümüyle meze oldu. bir bardak şeftali suyu içerek eşlik etti arkadaşlarına. ortamın loşluğundan faydalanıp defalarca sinem’in bal rengi gözlerine baktı. kızın alnını tamamen örten kâküllerini, omuzlarına inen sapsarı saçlarını artık görebiliyordu. dükkana her geldiğinde başında harikulade taşlarla bezenmiş bir taç gibi duran beresi yoktu. yüzünün sert çizgilerinin aksine güldükçe dudağının kenarında beliren ve yumuşacık bir tebessüm belirtisi olan o minik gamzeyi ilk kez orada fark etti. kadehinden her yudum alışında, arda’nın gözüne çarpan zümrüt taşlı yüzük, sinem’in güzelliğinin yanında sönük kalıyordu.
Gecenin sonuna doğru bir telefon üzerine arkadaşlarından affını isteyen hakan, beklendiği gibi masayı terk eden ilk kişi oldu. arda, beni arabanla eve bırakacaktın; söz vermiştin, diyemedi bile. şimdi bu saatte ne yapabileceğini düşünüyordu genç adam. saatine telaşla baktı, bir an evvel masadan kalkarsa son otobüse yetişebileceğinin farkındaydı.
Durağa yürürken oğul ve hakan’ın davetini geri çevirmemesinin fena olmadığını, hakan’ınsa tahmin ettiği gibi güvenilmez olduğunu düşünüyordu. İç sesi her şeye rağmen günlerdir merak ettiği, ona ilk kez hissettiği duyguları yaşatan kızı görmüş, onunla aynı masayı paylaşmış dahası onun da arkeoloji ve tarihten hoşlandığını öğrenmiş olmasından duyduğu sevinci duyuruyordu ona. ayrıca kayıtsız gibi dursa da sinem senin antikacıda çalıştığının farkında diyordu o iç ses.
Durakta son otobüsleri bekleyen bir yığın insan vardı. durağın arkasında yer alan caminin etrafını çevreleyen alçak duvarın kenarına yaslandı arda. bütün günün yorgunluğunun ardından yarın yeniden okula, ardından da işe gidecek olmak bir kurt gibi yiyip bitiriyordu arda’nın içini. kentkartını bulmak için cebini yokladı. kentkartı olmadan bu saatte evine dönmesi mümkün değildi. cebinde beş kuruş parası yoktu. elini diğer cebine attığında nihayet cebin derinliklerinde kentkartına ulaştı. cebinden çıkarmakta zorlandığı kart, o anda elinden kayarak kaldırıma fırladı. kartı almak için bir sürü insanın beklediği kaldırıma eğildiğinde aynı karta hamle yapan kırmızı oje sürülmüş narin parmaklarıyla o küçük eli fark etti. gözleri şimdi olduğu yerde kendisine gülümseyen bu tanıdık bal rengi bir çift gözle karşı karşıyaydı.
Arda kendine geldiğinde, sinem elindeki kartı ona uzatmıştı. genç kız içten bir tebessümle, "orada kabul etmeyeceğini düşünerek söyleyemedim; ancak sonrasında yaptığımın yanlış olduğunu fark ettim, neyse ki seni kaçırmamışım. ben arabayla gelmiştim; istersen seni evine bırakabilirim."dedi.
Arda, bugün belki de hayatının en hareketli, en heyecanlı gününü yaşıyordu. oğul ve hakan’ın davetini kabul ettiğinde aralanan kapılar sanki artık sonuna dek açılmıştı. onun utangaç, kırılgan yanına inat kader, zoraki bir biçimde sinem’i yoluna çıkarıyordu. kızın teklifini mağrur bir tavırla yani muhtaç görünmemeye çalışarak reddetti. "sana zahmet vermek istemem, birazdan otobüsüm gelir."
Genç kız: "rica ederim, ne zahmeti arabam da şurada zaten. lütfen, itiraz istemem, haydi." deyince gönlünün derinliklerinde böylesine bir deneyime dünden razı olan o kıpır kıpır çocuk, bu nezaket içeren sözcüklerle bezenmiş emre karşı çıkamadı. arda, yelkenleri suya indirmişti, iki genç arabaya kadar yürüdüler.
Sinem, arda’ya antikacıdaki işleri ve dersler ile ilgili pek çok şey sordu bu kısa zamanda. arda, utangaçlığını üzerinden atmaya çalışırcasına her defasında daha fazla sözcükle cevap veriyordu. pek çok kızın doğuştan var olan sezme yetisiyle arda’nın haddinden fazla utangaç, insanlarla diyaloğa girme konusunda çok beceriksiz olduğunu sezmiş gibiydi sinem.
Kontağı çevirdiğinde yol boyunca yolun her iki yanında adeta geçenleri selamlar gibi duran ağaçlara ve durakta bekleyen insanlara bakarak iç çekti genç kız.
- Sanırım buradan ayrılmak pek kolay olmayacak.
-Nasıl yani? ne ayrılığı ?
Arda ilk kez bu kadar uzun gözlerine bakabilmişti sinem’in. yüzünde hiçbir şey anlayamamış bir çocuğun sevimli eblekliği belirmişti.
-Yarın sabah 7 uçağı ile amerika’ya gidiyorum. bir değişim programı. üniversiteyi orada tamamlayacağım. orada yaşayan kız kardeşimle aynı daireyi paylaşacağız. buradan ayrılmak o kadar zor geliyor ki anlatamam sana. bu şehir, bu insanlar, bu gökyüzü... bunları bir anda bırakıp gitmek inan ağır geliyor.
Arda geç bulup erken kaybetmenin bedeninde bıraktığı o tarif edilmez acıyı hissediyordu şimdi. kader, genç adamın bütün direnişlerine rağmen bu güzel kızı defalarca yoluna çıkarmış, o bütün ikramları zor beğenen bir müşteri gibi her defasında reddetse de kader, bu iki genç insanı yeniden buluşturmak için diretmişti. şimdi talihi, bu olası filizlenmenin arefesinde onların yollarını epey uzun bir süreliğine ayıracaktı demek.
Arda, afalladığını belli ederek ve sessizliği dağıtmak istercesine,
- Mecbur musun gitmeye, burada bitiremez miydin üniversiteyi ? amerika’yı eğitim ve kariyer için şart görmeyi anlamsız buluyorum. istenirse buralarda da önemli işler yapılabilir.
- Ben de senin gibi düşünüyorum arda; ama babamın ısrarlarına boyun eğiyorum işte.
Bu kısa diyalogdan sonra arda bir müddet kafasını yol tarafına çevirerek boş kaldırımları izledi. radyodan yükselen hoş tını iki genci de uzaklara götürmüş gibiydi. sessizliği bölen sinem oldu:
- Senin de kafanı şişirdim kendi dertlerimle.
- Yok canım estağfurullah, geç tanıştık; erken vedalaşacağız sanırım.
-Ya evet, aslında simanı okuldan hatırlıyordum arda, antikacıya gelip seni orada gördüğümde birkaç defa konuşmayı istedim; ama nedense çok meşgul gibiydin ya da önemli işlerin peşindeymiş gibi davranıyordun. seni rahatsız etmek istemedim açıkçası.
Arda, seni gördüğümde hissettiğim heyecanla ne yapacağımı şaşırıyordum, elim ayağıma dolanıyordu, ağzımdan çoğu zaman zoraki çıkan sözcükler en kuytu köşelerime saklanıyorlardı. hem seninle deliler gibi konuşmak istiyor hem de bunu yaparsam kalbim bunca heyecana dayanamaz düşüncesini zihnimden atamıyordum, demek istedi ;ama "evet, patron biraz aksidir; sürekli bir şeyler buyurur." demekle yetindi.
- Çok güzel bir yer orası. orada kendimi inanılmaz rahatlamış hissediyordum arda. sanki beni geçmişe götüren bir kapıdan geçiyordum antikacıya girerken. oraya her geldiğimde almayı arzu ettiğim bir yüzük vardı. onunla aşk yaşıyorduk diyebilirim. sürekli onun etrafında dolaşıyordum, ışığın etrafında dönen pervane gibi. o kadar güzeldi ki. ah, ama harçlıklarımı birleştirip de onu almak bir türlü mümkün olmadı.
Arda, sinem’in etrafında dolandığı yakut taşlı 19.yüzyıldan kalma yüzüğü çok iyi hatırlıyordu. yüzük oldukça pahalıydı. en azından bir öğrencinin pek çok harçlığını birleştirse de alamayacağı kadar pahalıydı. sinem’e cevap vermek zorunda hissederek: "o, yüzük oradakilerin en güzelidir." diyebildi.
Yolu yarıladıklarında sinem hayıflandığını belli ederek arda’ya döndü.
-Kaderin cilvesine bak, biliyor musun babamın gönderdiği son para ile o çok arzu ettiğim yüzüğü alabilecektim; ama ne yazık ki sabah 6’da havaalanında olmalıyım. sanırım arzunun yoğunluğu arzuyu gerçekleştirmeye yetmiyor.
Arda, yıllar boyunca onu dümdüz bir yolda etliye sütlüye karıştırmadan yürüten, onu sıkıcı bir hayata mahkum eden kaderine isyan edercesine aşk duygusunu onunla keşfettiğini hissettiği bu güzelliğe bir jest yapmayı istedi. okuduğu romanlarda, hatta dersini aldığı tarih kitaplarında böyle anlatılmıyor muydu aşk? aslan yürekli şovalye prensesi için her türlü çılgınlığı denemeyecek miydi? sevgiliye kavuşamayacağını bilse de yalnızca güzel gülüşünü görerek canını vermek isteyen şairleri okumamış mıydı? yarından itibaren bir daha göremeyecek olsa da sevgilisi için bir şey yapmak istedi, ilk kez üzerindeki ürkekliğin gittiğini, yapacağı şeyle bir şeyleri kendine kanıtlayabileceğini düşündü.
- Şuradan sağa döner misin, dükkana gidiyoruz..
dükkanın önüne geldiklerinde, genç kız arabayı durdurup arda’ya döndü: "böyle bir şeyi yaptığına inanamıyorum, beni ne kadar mutlu ettiğine inanamazsın arda ; ama yine de bu riski almanı istemiyorum; sonuçta gecenin bir vakti dükkanı açmak pek mantıklı değil gibi.başını belaya sokmanı istemem.
Arda, okuduğu roman kahramanlarının, hayatında yer etmiş filmlerin aktris ve aktörlerinin destek nidalarını kulaklarında hissediyor; aşık olduğu insan için bir şey yapabilmenin haklı gururunu yaşıyordu. gözleri kıvançla parladı. daha önce kendisinden hiç duyulmamış kararlı bir ses tonuyla:
-Sinem, aylardır bu yüzük için yanıp tutuştuğunu anlıyordum. yarın buralardan uzaklaşacak olman çok istediğin o şeye ulaşamayacağın anlamına gelmiyor. ben bugün şunu anladım. çok uzaklarda da olsa istediğin şey asla karamsarlığa düşürmemeli insanı. kader her zaman bizi arzu ettiklerimize götürecek yolu seçeneklerinin arasına yerleştirir. ilk bakışta bu yol girilmemesi gereken bir yol gibi gözükse de bize düşen o yolun sonunu sezmek ve sonuna kadar gitmek bence. insan çılgın gibi arzu ettiği şeye ulaşabilir sinem, ben buna inanıyorum. yeter ki bir çılgın gibi o yola girmeyi göze alabilsin o insan.
Arda, şimdi gözlerine dolu gözlerle bakan bu güzelliğin son kurduğu cümleden kendisini haftalardır deli gibi arzuladığını anlamasını beklemişti. içinde ne varsa haykırmak istiyor, ona bu denli yaklaşmışken yakınlarında olması için yalvarmayı aklından geçiriyordu.
Sözlerinin ardından kızın gözlerine değil de dudaklarına baktığını fark etti. kalbi dört nala koşan bir atın toprağı dövdüğü gibi hızlı hızlı çarpıyor, genç adam sesi gittikçe artan soluk alıp verişlerinin duyulacağından korkuyordu. genç kız arda’ya yaklaşmıştı. daha da yakındılar artık. bu bin yıllar boyunca yer hareketleriyle santim santim birbirine yaklaşan büyük kara parçalarının görkemli buluşmasını andırıyordu. az sonra göğün kapkaranlık yüzünü bir anda aydınlatan şimşeklerin yaptığı gibi bu iki gencin soluduğu hava elektriklenebilirdi.
-İçeri girip yüzüğü alsak iyi olacak sinem, diyerek kapıyı ilk açan arda oldu. içinden kendine ve utangaçlığına küfürler ediyor, belki bir daha asla yakalayamayacağı bu fırsatı tepmiş olduğuna inanmak istemiyordu. genç kız arabanın kapılarını kapamak için elinde tuttuğu anahtarlığı kullandıktan sonra dışarıda kendisini bekleyen arda’nın yanına geldi.
Arda az evvel yaşananları beyninde defalarca yaşıyor, gerçekte o ana dönemeyeceğini ve hatasını telafi edemeyeceğini bilse de kafasında arzu ettiği şeye ulaşıyordu. bütün bu düşünceler arasında genç kızın "anahtarlar yanında değil mi" sorusuna biraz gecikmeli de olsa yanıt verebildi.
-Ee.. efendim, a evet tabii yanımda.
Tıpkı otobüsü beklerken çıkarmakta zorlandığı kentkartı gibi anahtarlar da cebinin en ücra köşesinde kendisini alarak deliğe sokacak parmakları bekliyordu. bu sırada hınzır bir rüzgar sokakta yerlere saçılmış bir tomar gazete kağıdını ve orada burada duran bir sürü kuru yaprağı havalandırdı. rüzgarın etkisiyle havaya kalkan bir miktar toz da sağ gözüne kaçmıştı arda’nın. gözüne toz kaçan herkes bilir, bu durum gece karanlığında gözlerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyan genç adamı inanılmaz rahatsız ediyordu. genç kıza bu durumu çaktırmamak adına ses etmedi. bir müddet cebinde anahtarları arayan arda, zorlansa da anahtarları oradan çıkarmayı başardı. öncelikle dükkanın alarmını anahtarlık yardımıyla devre dışı bırakması, sonrasında ise kapıyı örten kepengin kilidini açması gerekiyordu. sağ gözü, içine kaçan tozdan resmen sırılsıklam olmuş yanağına yaşlar süzülmüştü. arda’nın son istediği şey sinem’in onu ağlıyor sanmasıydı. gözünü her hareket ettirişinde onu adeta deli eden bir rahatsızlık duyumsuyordu. her şeye rağmen kaldırıma eğilerek bu işi de görmeyi bildi. büyük bir gürültüyle kepengi kaldırdı. artık kepenk açılmış, kapı açılmayı bekliyordu. kilide anahtarı usulca soktu ve gözündeki acıya rağmen zor bir işi başarmış bir çocuğun sevincini yüzüne yansıtarak arkasında beklemekte olan sinem’e döndü.
-Sonunda ba...
temmuz 2006-alsancak devlet hastanesi
-Anneciğim nasılsın, ah kıyamam ben kuzuma sonunda uyanabildin.
-Aa.. anne! Nerdeyiz, ne oldu bana?
- Ah canım benim biz de bilmiyoruz, polisler bunu araştırıyorlar. çok şükür hayattasın ya. seni dükkanın önündeki kaldırımda duvara dayanmış uyuyorken bulmuşlar. şükür ki bir şeyin yok. sanırım soluduğun bir gazdan ötürü bayılmışsın. bunu yapanın elleri kırılsın inşallah. polis, kamera kayıtlarından biri kız iki erkeğin çalıştığın dükkanı soyduğunu, ertesi günkü açık artırmada satışa sunulacak milyon dolarlık takıları kasayla beraber kaçırdıklarını ve sırra kadem bastıklarını tespit etmiş. ama sen bunları boşver kuzum, iyisin ya! bir şeyin yok ya çok şükür yaradana.
- Nas.. nasıl.. nasıl yaaa!!!
YORUMLAR
Merhaba, Güzel, akılda iz bırakan, akıcı bir üslupla yazılmış bir öyküydü.Finali de ilginçti.
Ah o Satır başlarında ve Özel isimlerin küçük harflerle yazılışı olmasaydı!Bahsettiğim hatalar olmasaydı, 10 numara öykü derdim.Saygılarımla.
Murat Gil
ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim!