- 2818 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Ölüm- Cennet- Cehennem Üçgeni
“ Her canlı ölümü tadacaktır.” Ayeti yer alır Kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’de. Bunu inkar edebilen de yoktur sanırım. “Ölümsüzlük” denilen kavrama anca bilim kurgu filmlerinde ya da romanlarda rastlarız. Bazen düşünüyorum da eğer bana “ölümsüz” olma özelliği verilecek olsaydı, buna sevinir miydim acaba? Sanırım hayır.
Ölümsüz olmak demek, hayatın cefasını daha çok çekmek demektir. Çevremdeki herkes ölecek, bütün sevdiklerim, eşim, dostum… Ve ben hep onların matemini taşıyacağım yüreğimde. Ne kadar zor bir durum! Ki, şimdi bile en büyük kabusum sevdiklerimin benden önce ölme ihtimalidir. Bazen eşime derim: “ Ben senden önce öleyim tamam mı aşkım?” O da muzip bir gülümsemeyle: “ Peki, yukarıdakiyle anlaşma yaparım, merak etme” der, sonra da: “ Kaderimizi biz çizemeyiz aşkım, alnımıza yazılanı yaşarız bazı konularda. Yüce Allah’ın kudretine bağlıdır ecelimiz ama inan ki sen benden önce ölürsen ben asla toparlanamam diyerek derin bir “of” çeker.
Bütün insanların kabusu bu olsa gerek. Sevdiklerini kaybetme düşüncesi. Bu duruma şahitlik edenlere de Allah’tan sabır diliyorum çünkü düşüncesi bile canımı acıtırken sevdiklerini kaybeden insanların var olduğunu bilmek, beni hepten yiyip bitiriyor.
Daha çocukken, çok kafa yorardım ölüm- cennet- cehennem üçgenine. Annemin başını şişirirdim sorularımla. “Anne, biz ölünce ruhumuz nereye gidecek? Gerçekten de cehennemde yanacak mıyız? Cennette pırıl pırıl sular, meyvelerle dolu ağaçlar olacak mı anne? Peki kim cennete, kim cehenneme gider?” gibi onlarca soru… Annem ne diyeceğini bilemez, sözü ağzında geveleyip dururdu. İyilerin cennete, kötülerin cehenneme gittiklerini ve o yüzden de iyi bir insan olmam gerektiğini söylerdi sonra ve eklerdi: “ Aman kızım ya, neden diğer çocuklar gibi sokakta hoplayıp zıplamazsın da böyle tuhaf şeyleri merak edersin, bilmem!”
E ne yapayım ama, merak etmek ve öğrenmeye çalışmak suç mu yani?
Sonraları, bu düşüncelerden arındırmaya çalıştım zihnimi. Çünkü garip rüyalar görmeye başlamıştım. Nasıl öleceğimi çok merak ediyordum mesela. O zamanlarda “Mavi Saçlı Kız” adlı bir kitap okuyordum. Kanser hastası bir kızın günlüğünden oluşuyor kitap. Beynindeki tümör yüzünden yaşamını yitiriyordu genç kız. O kitaptan nasıl etkilendiysem annemin yanına gidip gidip: “ Göreceksin anne, ben kanserden öleceğim bak benim altıncı hissim kuvvetlidir, içime öyle doğuyor.” derdim ve annem de: “ Asıl bu tuhaf konuşmalarınla sen beni kanser edeceksin.” derdi.
Başımın ağrımasını abartırdım, kaç kere MR çekildi bilmem. Bardağın boş tarafını görüyormuşum, daha karamsarmışım o zamanlar.
Neyse ki zamanla hayatın telaşı boş zaman bulup, beynimde bir şeyleri kurgulamaya engel olunca ölüm- cennet- cehennem” üçgenini daha az düşünür oldum. Belki de hayatı akışına bırakmakta yarar vardır, nasıl olsa ölüm de doğum gibi irademiz dışında gerçekleşen bir olgudur. Ne yapsak onu durduramayız. Ne bir saniye geç gelir, ne bir salise erken…
En iyisi mi, hayatı tadına vararak yaşamalı insan. Şükrederek, her anımızın kıymetini bilerek yaşarsak mutluluğu yakalayabiliriz. Unutmayalım ki kaçınılmaz sonları düşünmek, yaşadığımız anı yitirmektir…
YORUMLAR
Yaşarken tanrının öldüğüne inanmakla kendimizi tatmin ederken, ölüme yaklaşırken ardımızdan gelen neslin beynindeki tanrıyı öldürmek mümkün olabilecek mi? Ey tanrım! Ömür biçtiklerin senin tarifin üzerinde fedailik yaparken, sense yukarıdan bahşettiğin aklın sınırlarını zorlayan kullarını izlemekle yetiniyorsun. Ey hallaç ! Derinin yüzülmesi karşısında ben tanrıyım demekten vazgeçmedin, İlminle şuur yolculuğunda , ondan bir parça ararken, sen olduğun fikrini neden kabul etmediler.Kim bilir beki de o gerçek karşısında korktular.