- 522 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BOMBA
Oldum olası iştahlıyımdır.
öyle ki, çok kişinin rahatlıkla doyacağı miktardaki yemek bana az gelir, sofradan doymadan kalkarsam, bir sonraki övüne kadar açlığım aklımdan çıkmaz…
Askerde bunun sıkıntısını çok çektim.
O zamanlar, zaten pırasa, kapuska, kabak gibi sebze yemeklerini hiç sevmezdim, tabağıma alsaM bile sadece suyuna ekmek banar, sebzesini dökerdim.
Askere 60/ 1 devre olarak 1980 yılının 13 Mart’ında gitmiştim, eğitim birliğim; Kütahya’daki Hava Er Eğ. Tugayı idi.
1. Tabur, 1. Bölüğe düşmüştüm. 1.Tabur yemekhanesi, uçak hangarından bozma devasa özellikte metal yapıydı. İçeride kırlangıçlar kırda dolaşırcasına gibi rahatlıkla dolaşabiliyordu. Yemeğimiz, koca koca kazanlar içerisinde Tugay yemekhanesinden getiriliyordu.
Yemek kazanları yemekhaneden içeri alındıktan sonra adına karavana gelinen saplı, bakır kovalara aktarılıyor, oradan da görevli erler vasıtasıyla masalara önceden dizilmiş 4 bölümlü servis tabaklarına koyuluyor, yemekler bütün masalara dağıtılınca dışarıda bekleyen bir tabur asker yemekhaneye alınıyor, yemek duasının ardından yemeğe başlanıyordu.
Başlanıyordu, başlanmasına yaa, ortada da garip bir durum vardı, bir tabur askerin (en az 1200 kişi) yemeği tabaklara koyulurken asker içeri alınana kadar yemekler buz kesiyordu.
Karnım öylesine aç olurdu ki o buz gibi yemek bile iştahımı kesemezdi, tabakta bir parça bile bırakmaksının tamamını silip süpürürdüm.
Allah’tan ki mevsim bahardı ve pırasa, lahana, kabak gibi sebzelerin sezonu geçmişti, hiç yemediğim patlıcan gibi sebzeler de henüz mutfağımızda arz-ı endam etmemişti.
Esas sorun bazı sabahlar sabah kahvaltısında çıkıyordu. Zeytin, peynir, çayla yapılan kahvaltılara sözümüz yoktu ama bazı sabahlar çıkan çorba soğuduğundan yenemeyecek kadar kötüleşirdi.
Hele arpa şehriye çorbasının donmuş hali yok muydu, aklıma geldikçe arpa şehriyesinden buz gibi soğuduğumu düşünüyorum. Arpa şehriyesi çorbası çıktığı sabahlar tabaktaki donarak topak haline gelmiş şehriyeleri kaşığın keskin tarafıyla böler, ekmeğimize katık ederdik.
Askerlerden bazıları çorbaya kaşık sokmaz, ekmeği cebine koyar, dışarıya çıktığımızda arazide yetişen, dede sakalı denen bir bitkiyi koparıp ekmek arasına koyarlar, karınlarını doyurmaya çalışırlardı.
1,5 ayın sonunda tugay içi dağıtım olup, kurs göreceğim bando kıtasına gittiğimde yemekhanemizde değişmişti, yemeğimizi Destek Grup komutanlığı yemekhanesinde yemeğe başlamıştık.
Destek grup komutanlığının mevcudu az olduğundan, yemekler 1. Tabur yemekhanesinde olduğu gibi önceden koyulmak süratiyle değil, sıraya girerek alınıyordu, böylece sıcak yemek yeme imkânına kavuşmuştuk.
Bando kıtasındaki 1,5 aylık kursiyerliğimizin sonuna doğru bizi imtihana tabi tuttular, notaları tersten çaldırdılar.
Komutanlarımız bizi öylesine eğitmişlerdi ki, meşkhane denilen sınıfa ilk girdiğimde kara tahtada yazılı notaları görünce irkilerek, ben bu işi nasıl kıvırırım diye bir süre sıkıntı yaşadığım halde, verilen üst düzey eğitim sonucunda aslan gibi bir trampetçi olmuş çıkmıştım.
Bir süre sonra da trampetimle mastikayı kusursuz çalabilecek kadar ustalaşmıştım, sırf bu yüzden albaydan fırça yiyecektim.
Kurs dönemimizin sonunda usta birliğim olacak olan Merzifon’daki 5. ANA Jet Üs Komutanlığı, Destek grup, Muhafız bölüğüne gittiğimde, gördüğüm şartlar Kütahya’da gördüklerimizden çok daha mükemmeldi.
Fakat burada da küçük bir pürüz vardı, sekizer kişilik masalara oturuyorduk, masalara önceden koyulmuş büyücek servis tabaklarındaki yemeği kendimiz servis ediyorduk.
Neyse ki Merzifon’daki askerliğimin henüz başında üsse tayin edilen yeni komutanımız Hv. Pl. Tuğ. Gen. Öner Dinçer paşa tam anlamıyla asker babasıydı, üsse ilk geldiğinde verdiği ilk emirlerden biri de askerin sıcak yemek yemesini temin etmek olmuştu.
Komutanımızın denetlediği yemek salonunda verdiği emri kulağımla duymuştum.
Derhal bu işlem son bulacak, çocuklara sıcak yemek verilecek düzenlemeye geçilecek derken ağzından ağız dolusu çocuklar çıkıyordu, bu da bizim gönlümüzü kazanmaya yetmişti.
Komutanımızın emrettiğinden kısa bir zaman sonra sıcak yemeğe kavuşmuştuk kavuşmasına ama verilen yemek miktarı bana yine de az geliyordu.
Hem yemek miktarı azdı hem de verilen ekmek miktarı benim gibi iştahlı birisini doyurmaya yetmiyordu.
Sabahları 1/ 4,öğle ve akşam yemeklerinde verilen 1/3 parça ekmek benim dişimin kovuğuna bile gitmiyordu.
Yemekhane girişinin hemen bitişiğindeki kantinden paramızla ekmek alıp yemeğe girdiğimiz çok olmuştur.
Bir gün nöbetçi subayı beni elimde ekmekle görünce neden ekmek getirdiğimi sordu ve ben de hiç duraksamadan ‘’doymuyorum komutanım’’ demiştim.
Bir başka gün servis tabağıma koyulan et en fazla bir kibrit kutusu büyüklüğündeydi. Tabaktaki etin minicik olduğunu görünce hiç çekinmeden nöbetçi subayının yanına gittim, tabağımdaki yemeği gösterdim, ben bu yemekle doyabilir miyim komutanım diye sordum.
Nöbetçi subayı bana hak verdi, pilavı fazla al yavrum diye cevapladı.
Günler geçtikçe ustalığım artıyordu, işin şeytanlığını öğreniyordum.
Madem onlar bana yemeği az veriyorlardı, ben de karnımı doyurmanın bir yolunu bulmalıydım, buldum da.
Bizim Muhafız bölük yemekhaneye en yakın bölüktü, yemekhaneye çoğunlukla önce biz giriyorduk.
Yemeği bitirip, dışarı çıkıyor, binaların arasından dolaşıyor, sanki eğitim alanından geliyormuşum gibi bir kez daha sıraya giriyor, 2. defa yemek yiyor, karnımı doyuruyordum.
2. defa kolaylıkla yemek yememiz Salı günleri doğu kurye dediğimiz uçağın gelişiyle ilgiliydi.
Doğu kurye uçağı Salı günleri saat 13.00 gibi geliyordu,35- 40 dakika sonra havalanıyordu.
Gelen uçak, çoğunlukla, C-130 tipi dev nakliye uçağı oluyordu.
Ben uçak geleceği gün gönüllü olarak uçak yüklemeye talip olurdum.
Uçağın geleceği gün biz kargo uçağını karşılayacağız diyerek en öne geçerdik, yemeğimizi öncelikli olarak yerdik.
Yemekten çıktığımızda Ulaştırma tabur komutanlığının ilgili birimine gider, bizi tesellüm kısmına götürecek aracı beklerdik.
Araç geldiğinde içine doluşur, aslında fazla uzak olmayan tesellüm bölümüne gider, uçağa yüklenecek kargo varsa alır, uçağın yanaşacağı, bizim havuz başı tabir ettiğimiz yere gider, uçağın gelişini gözlerdik.
C-130 o kadar büyüktü ki pisti karşılamak için neredeyse nokta haline gelecek kadar uzaklıktan süzülür, piste indiğinde kanatları pistin dışına taşardı.
Uçak durup, hangar girişine benzeyen arka kapısı açıldığında dışarı çıkan yüklemede sorumlu astsubayın yanına giden başımızdaki komutan bize gelen kargo olup olmadığını sorar, varsa kargoyu indirirdik.
Gelen kargo indirilince bu kez gidecek kargoya yer olup olmadığını sorar, uçakta yer varsa giden uçağa yüklerdik, yer yoksa veya hiçbir kargo gelmemişse geri döner, teslim edemediğimiz kargoyu tesellüme iade eder, bölüğe dönerdik.
Tabii ki bölüğe dönmeden önce yol üstündeki yemekhaneye gider, biz uçak yüklemekten geliyoruz diyerek 2, defa yemek alırdık. Normal şartlarda bizden kıskandıkları yemeklerden arta kalanlar çöpe döküleceğinden 2. Kez yemekhaneye girişimizde yemek tabaklarımız tepeleme dolardı, doyasıya yemek yerdik.
Her güzelliğin sonu olduğu gibi benim uçak yükleme sevdamın da bir sonu geldi.
Bir gün yine gönüllü olarak ve koşarcasına uçak boşaltma görevine gitmiştim.
Fakat bu defa ortada bir terslik vardı, uçağın yanaşacağı havuz başına 2 tane tır gelip bir kıyıya park etmişti.
Uçak geldi, motorları durdurdu, arka kapı açıldı, tırlardan biri arkasını uçağın kapısına vererek uçağa yaklaştı, görevli komutan bizi çağa bindirdi, uçağa bir girdim ki aman Allah’ım ne göreyim?
Uçak ağzına kadar jet uçaklarından atılacak eğitim bombası kasalarıyla doluydu.
Uçak zamanında kalkacağından bizi öyle bir çalıştırdılar ki uçak dolusu bombayı 2 Tıra yüklerken anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelmişti, yorgunluktan hepimizin pestili çıkmıştı.
O gün o kadar yorulmuştum ki, ne bir sonraki Salı ne de diğer Salı günleri uçak boşaltmaya gönüllü çıkmadım.
Döve döve götürülmedikçe, görev bitiminde doyasıya İskender kebap yiyeceğimi bilsem bile uçak yüklemeye tövbe etmiştim…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.