- 1176 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KUTLUK HAN ALTIN ELBİSELİ GENÇ
KUTLUK HAN
ALTIN ELBİSELİ GENÇ
O yalan, bu da yalan, Fil’i yuttu bir Yılan, Burnumla duyar duymaz, tez duyurmassam olmaz,
Eve vardım bir soluk, ev hepten kalabalık, Baban doğdu dediler, avucuma verdiler,
Avucumda yumurta, hep sallanıp durmakta, Bir bu yana, o yana, salına da salına,
Elimden düştü sonra, kırıldı bu yumurta, İçinden horoz çıktı, hemen sokağa kaçtı,
Peşinden kovaladım, hiç yakalayamadım, Gökten topladım taşı, aştı büyük dağları,
Başladım taş atmaya, hiç değmedi horoza, Başka taş bulamadım, cevizleri topladım,
Ceviz attım değmedi, horoza yetişmedi, Cevizler hep birikti, cevizden ağaç bitti,
Yükseldikçe yükseldi, göğe değdi de geçti, Bu horoz düşsün diye, toprak attım tepeye,
Tarla oldu tepesi, sonunu göz görmezdi, Kimi “ Buğday ek” dedi, kimi “Karpuz” önerdi,
Çekirdek buldum cepte, ve ektim öylesine, Bir karpuz çekirdeği, tez doldurdu her yeri,
Öyle karpuz verdi ki, develer öptü yeri, Kimse taşıyamadı, bir parmağım kaldırdı,
Adam çıktı karşıma, “Bu karpuzdan sen bana, Bir tek dilim ver” dedi, verdim, bin ordu yedi,
Bir dilim de kendime, tam keserken elimle, O elim birdenbire, kaçıverdi içine,
İki gözümü soktum, hiç bir şey göremedim, Bir başımı da soktum, içinde hep kayboldum,
Yedi sene aradım, kendimi bulamadım, Bula bula elimle, masalı buldum bir de,
Bir zamanlar uzakta, bilinmeyen bir yurtta, Ak-Dağ’ın eteğinde, ormanların içinde,
Karın hiç kalkmadığı, baharın olmadığı, Işığın kesildiği, günün esirgendiği,
Ay’ın görünmediği, buzun ölüm sebebi, Soğuğun hep yendiği, rengi sürgün ettiği,
Uzağa gönderdiği, Karanlık-Yurt var idi. İnsanlar bu ülkede, üşürler ölesiye,
Donmamak elde değil, çareler çare değil. Çoğu zaman bebeler, çocuk olmadan göçer.
Erkek, baba olmadan, kadın, doğuramadan, Yaşama doyamadan, göçerler kurtulmadan.
Ay-Han adlı hükümdar, buna bir çare arar. Ölenleri gördükçe, dert eklenir derdine.
Üzülüp ağladıkça, gözlerine yavaşça, Karanlık perde iner. Gözleri görmez, söner. Bilge’ye verir haber: “Yaşlıları topla” der. Gelip toplanır hepsi, kurarlar meclisi.
Ay-Han ilk sözü söyler, herkes pür dikkat dinler: “ Kurmuş felek pusuyu, bunun çaresi yok mu?
Buz, keskin dişleriyle, saldırır dehşetiyle, Kimisini kovalar, yetişir ve yakalar,
Kimisini ısırır, hatta eti koparır, Kimisini parçalar, kimisini öldürür,
Canlarını da alır, bu dünyadan kaldırır. Gök, beni başınıza, etmiş hükümdar ama,
Sizi feleğe karşı, koruyamazsam tacı, Neyleyim ah neyleyim! Öldüğümde mezarım,
Karanlıklarla dolsun, ömrüme yazık olsun.”BİLGE: “Boran fırtınaları, savurur insanları.
Hele bir de soğuk var, kaçacak bir yer mi var? Ne adımız, soyumuz, ne de kaldı suyumuz. Ülkeme insanlar dar, aşımız avuç kadar. Yavuz er cılız oldu, yağız yer, yüzü soldu.
Azaldı avlarımız, dondu saf sularımız. Ne kötüymüş bu kader, var mı bundan da beter?
Göç mü edelim, burada mı ölelim? Varsa sözü olanlar, durmasın, konuşsunlar.”
Yaşlılardan birisi, bir söz ister ve der ki :“ Burası yurdumuzdur, anamız, babamızdır.
Bu vatan, kaderimiz, asla terk edemeyiz. Burda doğdu atalar, burda oldu oğullar.
Kutsal olan her şeyi, doğruyu ve iyiyi, Buralarda ekmişiz. Ailemiz, yarimiz,
Aşımız, devletimiz, üzüntü, sevincimiz... Ey kör suskun Şaman! Göster bize bir derman,
Haydi şimdi dile gel, konuş, sözler olsun sel. Çözümünü bulmalı, başka yolu olmalı.
Dinleyelim Şaman’ı, göstersin yol yordamı.”
Şaman da kopuzuyla, başlamış anlatmaya : “ İnsan yem oldu Kar’a, gömülmeden toprağa.
Zalimleşti soğuklar, ne kaçacak delik var, Ne saklanacak kovuk. İnsanlarımız savruk,
Kurbanımız, duamız, yalvarıp yakarmamız, Yaramıyor bir işe. İyisi çıkıp göğe,
Tanrı’nın huzuruna, varıp söyleriz O’na. Bu korkunç derdimizi, teke tek söylemeli.
Neler çektiğimizi, bir bir O’na demeli.”I.YAŞLI: “ Ey Ulu Şaman, Gök Tanrı’mıza varan,
Acaba yol var mı ki? Bize anlat evreni.”ŞAMAN: “Bir yol var elbette, yazılı metinlerde
Yer bereketli anamız, gök bizim çadırımız. Gök durup dinlenmeden, döner durur bir yerden. Birbirine zıt çıkar, dönüşünden dört unsur; Bir sıcak ve bir soğuk, bir yaşlık bir kuruluk.
Ay’la Güneş dolanır, gece gündüzü örter. Dünya yedi iklimdir, her biri bir hükümdar;
Yedi iklim yedi renk, hepsi birbirine denk. Bu dünyanın sonunda, şu Kutup Yıldız’ına,
Demir-Ağaç uzanır, yedi dalıyla durur. Kökü yerdir başı gök, yaratılırken yer gök,
Atılmış tohumları, olmuş Demir-Ağac’ı, Yer ve gök gelişip de, birden bire büyüyünce,
Yer ve gök arasına, gerilmiş bu ağaç da. Demir-Ağaç üstünde, Demir-Kazık var bir de.
Gökte yaşayan dokuz, demirci dövmüş yıldız. Hep yaramazlığından, kayıp duran yıldızdan,
Demir-Kazık etmişler, döverek işlemişler. Kutup Yıldız demişler, yolunu kaybedenler.
Gezegenler ve dünya, Güneş ve Yıldızlar da, Etrafında dolanır, zincirlerle bağlıdır.
Dünya Demir-Kazığa, bağlı Demir-Ağaçla. Demir-Kazık bir kapı, İyi ruhlar ve Tanrı,
Bu kapının ardında, şefaat eder Kul’a. İnsan ve ruh dünyası, sınırıdır bu kapı.
Demir-Kazığa yakın, burç var Küçük-Ay’ın. Bu Kazığa çakılmış, araba oku varmış,
Bunu çeken iki at, bir Ak-Boz, bir Gök-Boz at. Büyük-Ay’ı burcundan, onları kovalayan,
Yedi vahşi kurt gelir, kovalayıp dururlar, Arkalarından hemen, onları yemek için.
Yavaş koştuklarından, soğuk olur bu evren. Tanrı’nın Asasını, bulup kovalamalı,
Gezegen ve Yıldız’ı, Dünya, Güneş ve Ay’ı. Dünya hızlı dönünce, etrafında iyice,
Bu buzlar eriyecek, soğuklar da bitecek.”II. YAŞLI: “Ey Ulu Şaman! Sen mi gitcen bu yoldan? ”ŞAMAN: “Ne ot aşabilirim, ne ok atabilirim. Hem yaşlı, hem de körüm, ne görür ne yürürüm. Aynamı bir getirin, kim gider bilmek için. Dünyada ne olmuşsa, yansır ne olacaksa.
Aynaya vurur her şey, Atası Güneşle Ay. Hem ışığı yansıtır, hem kişiyi çoğaltır.
Gizli yaşayan her harf, her sır, resim, her taraf, Tan’ın kızıllığında, yansır bu cam aynaya.
Çevresi balık pulu, camı kutsal göl kumu. Birleşir altı camdan, her biri üçgen kovan,
Yaşam rehberi ayna! Kim gider, göster bana? Kızıllık vurduğunda, tez başla yansıtmaya.”
AYNA:“ Bir Bahadır var orda, on dört on beş yaşında. Nehrin kıyısından, avlanır gökten dağdan.
Kara saçı örmeli, gök gibidir gözleri. Teni yer gibi yağız, ne şişman ne de cılız.
Ne çok uzun ne kısa, at güder ara sıra. Bir dağın yamacında, nehirin kıyısında,
Bir öküzün etinden, koyunun da sütünden, Düzinelerce olan, tavuk yumurtasından,
Bir öğünlük yemekte, genç bunları yemekte, Domuz derisinden, yapar bir de eldiven,
İşte bu yüzden besler, ara sıra da güder, Öküzü ve koyunu, tavuğu ve domuzu,
Yok anası babası, yok tası da tarağı. Durur sol avucunda, üç parmak arasında,
Kılıca benzer bir iz, onu bulmalıyız biz.”III. YAŞLI: “Küçücük bir çocuk mu? Nasıl yapacak bunu?” ŞAMAN: “Yüce dağın başında, kuzu kurt olur ama.”
Şaman üç elçi seçmiş, onlara eşya vermiş, Her elçinin eline, versinler diye gence.
Elçinin birine ip, genç, olsun diye galip, Örümcek ağından, çok sağlam olanından.
Bir diğerine ise, genç, sağlık bulsun diye, Yılan zehrine karşı, çok güçlü bir ilacı.
Üçüncü elçiye de, genç kuvvet bulsun diye, Kabzası balık başı, tepesinde halkası,
S biçiminde tunçtan, bir hançer vermiş Şaman. Bunları teslim etmiş, onlara şöyle demiş,
ŞAMAN: “ Sözlerime güvenin, genci bulun getirin, Ona bir şey demeden, verin bunları hemen.
Düşmanlarına karşı, dik tutsun diye başı.”
Varmışlar üç gün sonra, bir nehrin kıyısına. Yerde otlar arayan, ayağından kan akan.
Genç birini görmüşler, ona şöyle demişler: I. ELÇİ: “Başını kaldırmadan, yerdeki taş topraktan,
Ne arayıp durursun? Yoksa oynuyor musun?”GENÇ: “Aradığım bir çare, şu ölümsüz ölüme,
Yarama da bir ilaç. Ararım, toprak kıraç. Sanki bir topaç dünya, döner durur kafamda.”
II. ELÇİ: “Ölüme çare var mı? Bu laf yoksa dalga mı?” GENÇ: “Belki hiç çare yoktur.
Aramak da mı yoktur?”Demiş, bayılıp düşmüş. Yüzü beyaz kesilmiş. Tez kaldırıp başını, içirmişler ilacı.
Meğer daha önce, varmadan elçiler de, Mallarını güderken, sinsi yaklaşıp gelen,
Yerin altından çıkan, yağlı kayış andıran, Büyük bir yılan görmüş, hemen peşine düşmüş.
Tavşanın kokusundan, yuvayı bulmuş yılan. Ağacın kovuğunda, saklanan yavrulara,
Birden saldırmak için, sabırsızca beklerken, Genç, taş almış eline, fırlatmış gövdesine.
O iri taş, yılana, çok acı vermiş ama. Kuyruğun acısıyla, sıçramış sağa sola.
Yılan korkuyla kaçmış, tavşan teşekkür etmiş. TAVŞAN: “İnde yavrularım var, sayende yaşıyorlar.
Sen olmasaydın eğer, ölmüştük birer birer.”Demiş ve ayrılmışlar. Yılan sinsice döner,
İntikam almak için. Genç de su içmek için, Nehre tam eğilirken, ısırmış onu birden,
Ani bir hareketle, saldırmış öfke ile. Genç başı kaldırınca, göz göze gelmiş onla.
Yılanın yarısı, havada kalmıştı. Açmış kara ağzını, çatmış bakışlarını, Parlak gümüş dişleri,
Çatallı al bir dili, Hareketsiz dururken YILAN: “Ey kişioğlu! Neden? Beni niye vurdun ki?
Benimle zorun neydi?” GENÇ: “Tavşanın yuvasına, gidiyordun doğruca, Seni korkutmak için,
Uzağa gitmen için,Attım o iri taşı,yemeyesin onları.”YILAN:“Ey cahil kişioğlu, Tanrı kanunudur bu,
Her şeyin var kaderi, her şeyin var kısmeti, Yazılmıştır yazgısı, derler alın yazısı.
Kimseyi aç yaratmaz, hiç başıboş bırakmaz, Ne uçan kuş ne balık, ne karada yaratık,
Gizli değil Tanrı’ya, her şey el altında. Ayak basarsan bir gün, toprağına ölümün, Yaptığın iyilikler, senin yanında kalır. Işık olurlar sana, kalmazsın karanlıkta. Bu nasihatımı da, küpe yap kulağına.”
Dedikten sonra yılan, gider fazla kalmadan. Genç, yılan tarafından, kötü ısırıldıktan,
Kısa bir süre sonra, midesi bulanmaya, Dili ve dudakları, uyuşmaya başladı.
Gerçi diken batması, gibiydi ısırığı, Nedense hep ağladı, öleceğini sandı.
Hayatında kimseye, ne göğe ne de yere, Ne insan ne de hayvan yaşayan yaşamayan,
İyiliği olmadı, güzellik yapmadı. Şimdi eğer ölürse, karanlıklar içinde,
Kör ve sağır gibi, yaşayıp gidecekti. Yılan öldürcek gibi, boşaltmamıştı zehri,
Bu yalnızca bir sırdı, ders verecek kadardı. Mutlaka öleceği, aklına gelmemişti,
Birden ölüme çare, bulur ümidi ile, Çaresizce dolanır, her tarafa bakınır.
Genç, ararken düşünür, sorular da üşüşür, GENÇ: “Pars bu yüzden demek ki, bir pay almak istedi, Yemek için saldırdı, güderken ben malları, Köpek parsla kavgada, galip çıktı orada,
İzin vermedi gerçi, almasına bir şeyi, Her şeyi yaptırır ama, bu karın ağrısı da,
Bu dünyada insanlar, neden doğar ve yaşar, Neden bir an da ölür, ölünce neler görür,
Yaşayan soluk alan, n’olur öldüğü zaman. Doğanın karşısında, ne kadar zayıf ama,
Fakat insan kendini, güçlü sanır halbuki. Bir varmış, bir de yokmuş, insan bunu unutmuş.
İnce bir ipe bağlı, bitmez hayat sandığı. Bir sebebi olmalı, sebebini bulmalı.”
Isırmasaydı yılan, onu bir ayağından, Düşünmezdi bunları, sormazdı soruları.
Böylece yenmiş oldu, içindeki korkuyu. Bir iyilik yapmalı, vicdan rahatlamalı.
Elçilerle o an da, karşılaşır kıyıda. İçer içmez ilacı, geçer zehrin acısı, Anlatmışlar olayı, vermişler eşyaları: I.ELÇİ: “Oğul, ölüme değil, yaşamaya çare bul. Ölmek kolay, yaşam zor, istersen bilene sor. Hükümdar da, Şaman da, halkımız da, vatan da, Adımız soyumuz da, aşımız suyumuz da...
Kalması sana bağlı, başka çare kalmadı. Buzdan kurtulmak için, önemli gelmen senin.
Yapacağın iyilik, bütün dünya da bir ilk. Gel birlikte bizimle, karanlık ülkesine,
Cevaplar bulacaksın, aradığın sorudan. Ya olursun kahraman, ya da Tanrı’ya kurban.”
II. ELÇİ: “Bir şartımız var ama, bizlere bir kanıtla, Hem güçlü olduğunu, hem cesur doğduğunu.
Ne kadar güvenilir, ne kadar zekisindir. Seni bir sınayalım, göster bize bakalım.”
I.ELÇİ: “Gerek yok sınamaya, bakın sol avucuna. İz var mı ya da yok mu? Aradığımız o mu?
Bundan emin olalım, bir yanlış yapmayalım.”Avucuna bakarlar, izi tam bulamazlar,
III. ELÇİ:“Bize en büyüğünden,bir ejder getir hemen, Al bakalım bu ipi, hemen düş yola şimdi.”
Genç, kabul edip gider, aramaya koyulur. Bir tarafında nehrin, ejderi bulmak için,
Gezip de dolaşırken, bir yuva bulur birden. Çalının arasında, çamurun ortasında.
Kendinin boyu kadar, kırık yumurta bulur. Kabuklara bakarken, ışıl ışıl parlayan,
Parlak olan taş bulur, bu duruma şaşırır. Yıldız parçası sanki, kamaştırır gözleri.
Yerden taşı alırken, irkilir korkunç sesten. Çenesinde dişleri, testere gibi sivri,
Ağzı bir kayık gibi, on er boyu bedeni, Pençeleri bir mızrak, kuyruğu keskin orak,
Öfkesinden kuduran, ağaçları deviren, görür büyük bir ejder, Genç içinden şöyle der:
“Tam dişime göre”Ejder çığlık atarak, yaklaşır korkutarak, Kuyruğunu sallayıp, sağı solu devirip, Başlarken yaklaşmaya, genç, korkmadan o anda, Etrafında dolanır, birden ona saldırır,
Ejder ile boğuşur, savaş meydanı olur, Kuyruğundan yakalar, ayaklarıyla bağlar, İpi karnına dolar, korkunç ağzını bağlar, Sonra bir düğüm atar,büyük ağaca sarar,Ters çevirip ejderi gösterir kuvvetini.
Elçiler şaşırırlar, birbirlerine bakarlar,1.ELÇİ: “Tebrikler, çok cesursun, ve de çok kuvvetlisin,
Şüphe kalmadı bizde, anladık gerçeği de”GENÇ: “Bu ejderi ararken, bir yuvaya bakarken,
Ejderin yuvasında, bir taş buldum tam orda, Aldım parlayan taşı, sanki Tanrı gözyaşı.
Bu nedir? Merak ettim, buna cevap isterim,”1.ELÇİ: “Taş değil kutsal elmas, bunu boynuna bir as. Bu, gücün, cesaretin, tacıdır yenilmezliğin. İçinde yedi renk var, Kırmızı, Turuncu, Mor,
Sarı, Yeşil, Mavi ve, renklerin şahı bir de, Beyazdan yedi ışık taş içinde sıkışık,
Yedi iklimin bunlar, yedi hükümdarıdır. Bu dünyadan çalınmış, içinde hapsedilmiş
Ancak Tanrı izniyle, dünyanın en dibine, Götürüp kor ateşe, atılmalı. Böylece Cehennemin ateşi,
taşı eritip rengi, Ve yedi hükümdarı, özgürce bırakmalı.”
Elçiler hazırlanır, genç, onlara katılır. Birden kıyamet kopar, gökten keskin buz yağar.
Bir yanda tipi ve kar, birbirine karışır. Hava toz duman dolar, kaçacak yer ararlar.
Karışır, kar soğuğa, rüzgar da uğultuya. Bu sesler çığlıklara, çığlıklar feryatlara,
Feryatlar acılara, acı karışır kana...Uçuşur havalarda, hayvanlar ağaçlar da
Dokunsan kayalara, dağılır bin parçaya. Genç, bin bir zorluklarla, direnir fırtınaya.
Gözlerini güç bela, açıp bakar etrafa. Dar bir mağara görür, elçileri götürür,
Sürünerek geçerler, içeri birer birer. Epeyce süründükten, sonra kalkarlar yerden.
Önlerine çok geniş, duvarları süslenmiş, Tuhaf yaratıkların, acayip hayvanların,
Boyalarla işlenmiş, resimleri çizilmiş, Mağaranın içi loş, içi tam takır, bomboş,
Tavanından aşağı, süzülen ışıkları, Ortasında su olan, bir oda çıkar o an.
Her tarafta heykeller, durup bekler gibiler, Capcanlı, gerçek gibi, uyanmak için sanki,
Birinin dokunması, onları sallaması, Hatta ‘Uyan’ demesi, düşünmesi yeterli.
Yorgunluktan susayan, iki elçi bu sudan, İçmek için eğilir, suyun başına gelir,
Çok büyük bir iştahla, içerler kana kana, Korkudan irkilirler, geriye çekilirler.
Ayağa kalkamadan, heykel olurlar taştan. Duvardaki resimler, bir bir canlanıverir.
Tarif edilmez sözle, göz göz olalı böyle, Yaratıklar görmedi, diller hiç söylemedi.
Ateş midir, ışık mı, su mudur, hava mı? Nasıl şey belli değil, öldürmek elde değil.
Canlanan yaratıklar, havada uçuşurlar. Bir kara duman olur, duman da cisim bulur.
Kara duman başından, çıkar on altı yılan. Her biri birbirinden, korkunç, iğrenç ve çirkin.
Kayaları toz toprak, dağları da un ufak, Edecek kadar iri, sipsivri de dişleri,
Ağzından ateş çıkan, böyle bir canavardan, Nasıl da kurtulmalı, ne etmeli, ne yapmalı?
GENÇ: “Er’i taşa çeviren, suyun bekçisi misin? Yoksa efendisi mi? Öldürmeden bizleri,
Işık mısın, duman mı, gerçek misin, yalan mı? Adını söyler misin, kimsin, nasıl bir şeysin,
Ne yer ne içersin, sen hiç söz söyler misin?”RUH-YUTAN:“Benim adım Ruh-Yutan,
ne ışığım ne duman, Ne gölgeyim ne cisim, mağaranın ciniyim, Cinlerin efendisi, su kaynağına beni, Bekçi olarak koydu, korumak için suyu, Tanrı bizi var eden, ne etten ne kemikten,
Bir ateşten yarattı, suyu düşman yaptı, Suyu korursak eğer, bu bize hayat verir,
Suyu koruyamazsak, bize yaşamak yasak, Su hem hayat hem ölüm, bu yüzden öldürürüm,
Kim bu sudan içerse, taşa dönüşür önce, Ruhunu hapsederim, boğazından çekerim,”
Genç bunu duyduğunda, fikir gelmiş aklına:“Sen bizleri bağışla, kusur ettik saygıda,
Önünde diz çökmeli, hatta boyun eğmeli, Eğer uygun görürsen, bizleri öldürmeden,
İçmeye izin ver su, son bir dileğimdir bu, Elimdeki bu kaptan, sonra olurum taştan,
Sen çekersin ruhumu, alırsın can kuşumu, Bende öte aleme, giderim böylelikle,”
İzin aldıktan sonra, eğiliverir suya, Kabı suyla doldurur, içermiş gibi yapar,
Sonra da birden bire, suyu fırlatır cine, Cin daha anlamadan, farkına varamadan
Taşa kesiliverir, suyun içine düşer, Cin ölür ölmez, ruhlar, serbest ve özgür olur,
Bütün ruhlar havada, uçarlar mutlulukla, Her şey aslına döndü, elçiler de büründü,
Değişti bedenleri, maymun oldu bir elçi, Çünkü çok pisboğazdı, ağzı da hiç durmazdı,
Diğeri fare oldu, hep kemirip dururdu, Şüphelerle beynini, karanlıkta gezerdi.
Genç, ruhlara seslenir, onlarda hemen gelir.
GENÇ: “Hatırımda kalacak, bana ışık olacak, Bir öğüdünüz yok mu? İstediğim şey çok mu?”
KUTSAL ELÇİ: “Hayatına yön veren, zamanında aldığın, Kararlardır aslında, hayat kötü ve kısa.
Çok acele etmeden, geç de kalmadan düşün. Sakın ola pes etme, yolundan vazgeçme...
Eğer karşılaşırsak, sana faydam olacak, Yardımı karşılıksız, asla bırakamayız,
Başka bir yerde yine, tekrar görüşmek üzre.”
Genç ile elçi inden, çıkmaya yol ararken, Yerde sırt üstü duran, hiç kımıldamayan,
Altı ve üstü tahta, içinde canlı softa, Kaplumbağa görürler, onu ters çevirirler. TOSPAĞA:
“Çok şükür Gök Tanrı’ma, sizi getirdi bana, Ah nihayet kurtuldum, sayende mutlu oldum.”
GENÇ: “Buraya nerden geldin? Sırt üstü nasıl düştün?”TOSPAĞA: “Gözümü, parçalanmış, kabukları kırılmış, Ölmüş kardeşlerimin, arasında açtım ben.Ortalık leş kokusu, cesetlerle doluydu. Ordan korkuyla kaçtım, arkama hiç bakmadım.Tek bir isteğim vardı, canımı kurtarmaktı.
Kimi zaman denizde, kimi zaman da yerde,Kimi zaman havada, bazen de yer altında,
Birden buldum kendimi. Hala korkum geçmedi.Gün gördüm yüz binlerce, dönerken Ay Güneş’le.” Genç, büyük bir merakla, sorar kaplumbağaya, GENÇ: “Yoksa ölümsüz müsün? Sırrını verir misin?” TOSPAĞA: “Sonsuzu Tanrı yaşar. Ak ölümden kim kaçar? Geri kalan her bir şey, evrende olan her şey, Bir gün mutlaka ölür, öte dünyayı görür. Tanrı kenti aydınlık, hep parlak orda ışık.
Neşe ve mutluluk var, sonsuza kadar yaşar.”GENÇ: “Bize ışığı göster, bir kez görsün bu gözler.”
TOSPAĞA: “Oraya varmak için, dere tepe gidersin. Gök kubbenin altında, kırk dere arasında.
Dereyi keser tepe, o tepeden kırk tepe, Gerdeklik-Kız tepesi, tepelerin tepesi,
Tepe başında bir dağ, bunun adı Altın-Dağ. Som altından yapılmış, yere kadar inmemiş.
Etekleri tabanı, havalarda asılı... Tanrı burda oturmuş, yeryüzünü yaratmış.
Tanrının asası da, saklıymış buralarda. İnsanlar bir gün dağdan, taş düşer diye ordan,
Çok ama çok korkmuşlar, Tanrı’ya yalvarmışlar. Tanrı, gizlemek için, dağı gören gözlerden,
Hava tabakasını, dağın altına yaptı. O zamanlardan beri, dağı, kimse görmedi.
Size yol göstereyim, ben de yardım edeyim.”
Epeyce süründükten, yollardan, geçitlerden, Bir kapıya varmışlar. Üstünde kabartma var.
Gözleri yuvasından, çıkacak gibi duran, Sipsivri kulakları, deriden sarkıntısı,
Kıvrılmış gagasında. Boynundan iki yana, Ayrılmış çift başları. Hem bir kurt, hem kartaldı.
Başlardan biri sağa, diğeri dönük sola. Açılmış kanatları, kaplamış iki yanı.
Kalın bacak kasları, birbirinden ayrıktı. Kırlangıçtan kuyruğu, bir yelpaze olmuştu.
Kemerinde bir kını, yoktur ama kılıcı. TOSPAĞA: “Bu, Tanrı’nın bekçisi, ışığın bir simgesi.
Işık hayat verir bize, cennet burdan ötede... Kendine inanırsan, geçersin bu duvardan.”
Genç, dener ve geçemez. Elçi hiç beceremez. Genç, sol elini dayar, gözlerini de kapar.
İçinden dua eder, Gök-Tanrı’ya yalvarır. Canlanır kurt ve kartal, derler: “Yerinde kal! Bizi kim uyandırdı? Nedir bunda maksadı?”GENÇ: “Sizi ben uyandırdım, öte yerdir maksadım.”
KURT İLE KARTAL: “Geçmek istersen önce, bilmelisin bilmece. Gövde kuş; kadın başı; kuyruklu,
çift ayaklı, Kuyruğu var ikinci, açık yelpaze gibi, Güçsüzlere yardımcı; öksüzlere bakıcı,
Kötülüklerden korur, avcılara şans olur, Kılavuz ölülere, uğurlar öte yere. Bil bakalım nedir bu?
Söyle bize doğruyu, Ya bilirsin hemence, ya ölürsün bu gece.”GENÇ: “Cennet kuşu Huma’dır,
Hiç olmayan anamdır. Hem bu duvar, hem Huma, her ikisi bir hava,”
Parlar işte o anda; avucundaki yara, Kılıcı kına dayar, canlanıverir duvar,
Kımıldar bulut olur, birden titrer kaybolur. Kaybolduğunda duvar, ordan bir ışık parlar.
I. ELÇİ: “Eğer buradan geçersen, belki de dönemezsin. Orda ne var bilmeden, bu cesaret nereden?”
GENÇ: “Merak etme dönerim, fenerim cesaretim. Beni burda bekle” der, öte tarafa geçer ...
Bu gecelik söz yeter, yarın neler var neler, bekleyelim bakalım, meraktan çatlayalım
Masal uyku getirdi, şimdi uyuma vakti, o yalan bu da yalan, Yılan’ı yuttu Doğan…
1. BÖLÜMÜN SONU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.