- 933 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Anahtar...
Kalbini saran duyguyu anlatmanın imkânı yoktu. Zaman ve mekân ötesi bir iklimden geçiyordu. Ne dışarıda gürül gürül akan kalabalıkların uğultusu, ne bu geniş odada toplanmış güruhun gözlerine kilitlenmiş meraklı gözleri, ne can, ne canan, ne cihan vardı durduğu yerde. Sadece bir koku ve bir an. Sonsuzluğa bir çağrı veya sonsuzluğun avdetiydi rayihalar kaplı ruhunun verayla kucaklaşması. Mananın derinliklerine dokunuşun hazzını yaşarken, aynı şuanın aydınlattığı yüzü gördü sayıları yüze yakın yüzler içinde. Gözleri gözlerine değdi kalabalıkta, ruhları ruhlarına. İhtiyar, vakarlı başıyla dervişane bir selam gönderdi kendisine."Beraberiz" diyordu gözleri,"Her zaman. Öncesinde olduğu gibi şimdi de ve kısmete nispet yarın da". Müteşekkir bir gülümsemeyle mukabele etti ona. Engin bir hürmetin zuhuru okunuyordu dudaklarının kıvrımlarında.
Her şey o rüyayla başlamıştı. Şiddetli bir titremeyle ağlayarak uyanıp kendini ihtiyarın kollarında bulduğu günün üzerinden tam dokuz yıl geçmişti. Daha çocuktu ve büyümeye o rüyayla başladığını şimdi çok daha iyi biliyordu. Hangi çocuk yaşadığı her ânın, her saatin, her günün üzerine böylesi basa basa, sindire sindire, saniyeleri yudumlayarak büyümüştür? Diye geçirdi içinden."Sakin ol, bir besmele çekelim evvela" diyerek sımsıkı bağrına bastığında terli saçlarını, ihtiyarın ak yüzündeki heyecanından dökülen bu sözleriyle, bir yolcunun yol besmelesini kastettiğini yıllar geçtikçe anlamıştı. Onun daha o günden her şeyin idrakinde olduğunu bir de...
Sonraları tekrar tekrar daha uzun, daha net ve giderek içerisinde benliğine hükmeder hale gelerek süregelen rüyasının tabirini yaşadığı bu anda gönlü, zatının ululuğu ve saltanatının yüceliğince Rabbi’ne hamd’e kaimdi.
"Yüz binlerce insan vardı uçsuz bucaksız bir düzlüğün orta yerinde, belli belirsiz yüzlerin arasındaydı. O kalabalığa rağmen en ufak bir ses yoktu civarda. Ölümüne bir tevekküle ram gözlerin kıyameti bekleyişiydi bu sanki. Sesinin olanca gücüyle bağırıyor, koşuyor, dokunuyodu her bir gözün sahibine, ne bir cevap, ne bir tepki, ne en küçük bir sarsılma...mermerden yontulmuş suretleri andırıyordu her biri.Yorulmuştu,dermanı yoktu daha fazla sesini duyurmaya. Dizleri onu taşımıyordu artık, bıraktı kendini yemyeşil çimlerle kaplı zemine .Korkuyordu ama kaçabileceği hiç bir yer yoktu,koşabildiği her yön, aynı manzaranın bitimsiz bir kopyasıydı.Birden dile gelen kalabalığın yeri ve göğü titreten nidalarıyla ürperdi,öyle bir ahenk ve aşkla sarsılıyordu ki gökkubbe, ne olduğunu anlayamadan kendini de bu girdaba kaptırıverdi. Gözler ufuktan yaklaşan bir nura kilitlenmişti, o yaklaştıkça daha bir yükseliyordu şiddeti tekbirlerin: "Allahü Ekber! Allahü Ekber!..." Tam karşılarında durmuştu, beyaz bir atın üzerinde beyaz elbiseli haberci, evet bir haberciye benziyordu gelen. Yüzü seçilemiyordu, kamaşıyordu bakan bütün gözler ona. Tam belirginleşeceği anda flulaşan bir görüntüye dönüşüyordu sureti. Ona bakmak ne kadar dayanılmaz ve doyumsuzdu... Yavaşça indi atından, terkisinden yakutlarla bezeli altın bir kutu çıkardı. Saniyeler içinde bütün yüzleri tek tek okşadı nazarları. Gülümseyen bir yüzün aksiydi bakışları .En son üzerine sabitlediğini fark etti o kor özlerini.Eriyip gideceğini zannetti o an, nefesi daralıyordu ve kalbinin sesinden başka ses duyulmuyordu. Kendisine baktığından emin olmak için toparlamaya çalıştı kendini. Başını çevirdiği her yerden aynı tesiriyle gözlerine odaklanıyordu o gözler. Ve eliyle yanına çağırdığında kendisini…duracaktı kalbi. Adımları benliğini esir almış, kalabalıktan ayırarak onu habercinin yanına taşımıştı. Yüzüne bakamıyordu onun; sadece başını okşayıp elindeki kutuyu kendisine doğru uzattığını gördü. Elleri titreyerek kutuya uzandığında yüz binlerin tekbirleri arasında rüzgâr gibi gözden kaybolduğunu bir de. Yer gök inlerken, kalabalığın arasında ihtiyar adamın bahtiyar ifadesiyle göz göze geldi. Tıpkı az önceki selamıyla. Yanında bir ihtiyar daha vardı onu selamlayan…”
Seher vakti bitap bir halde uyanıp ihtiyar adamın merhamet ve bilgelik dolu bakışlarında sakinleştiğinde, ikisi bir ağızdan Rahman ve Rahim olanın adıyla hemhal olup başladılar zamanın öteki yüzünü arşınlamaya. Önce rüyasını anlattı ona habercinin gözlerini, verdiği o altın kutuyu, onun kendisini selamlayışını ve yanında başka bir ihtiyarın da olduğunu. İhtiyar adamın hiçbir heyecana kapılmadan olanca sükûtu ve tevekkülü ile hâlâ heyecandan titremekte olan ellerini tuttuğunu hatırlıyordu."Sana Hz.Yusuf’u anlatmıştım hani bir zaman, hatırladın mı o kıssayı?" diye sormuştu evvela."Hiç unutmadım ki? Diye yanıtladığında onu, gerçekten de hiç unutmamış olduğunu çok net hatırlıyordu.Nasıl unutabilirdi ondan dinlediklerini.Öyle bir seçerdi ki kelimeleri ve gönlünden gönlüne öyle bir köprü kurardı ki anlattığında bir bahsi, her kelimesi benliğinin bir parçasıymış gibi dokunurdu ilmek ilmek varlığına. Çok iyi biliyordu Yusuf (AS)’ın rüyasını; on bir yıldız, ay ve güneşin secdesini ve sonrasında başına gelenlerin her bir teferruatını. Ve babası Hz.Yakub’un nasihatini; kardeşlerine rüyasını anlatmaması konusunda sıkı sıkıya tembihini. İhtiyar adam yüzünü elleri arasına alarak alnından öptüğünde beklediği nasihati bütün hücrelerine sindirmişti çoktan: "Rüyanı kimseye anlatmayacaksın evlat, bu ikimiz arasında bir sır olarak kalacak"
Söylememişti kimselere. Ne o rüyasını ne sonradan gördüğü müteakiplerini. Her biri ilki kadar sahiciydi ve sonrakilerin habercisi. İlk rüyasının tam sene-i devriyesine denk gelmişti ikinci rüyası:“Bir kalenin en yüksek burcundan bütün dünyayı seyrediyordu. Elinde ilk rüyasındaki hediyesi vardı, sıkı sıkıya tutmuştu onu. Kutunun kendisi o kadar muhteşem görünüyordu ki, içinde ne olduğu konusunda hiçbir merakı ya da fikri yokken, kutunun kendiliğinden açıldığını hayretler içinde izledi. Kapağı açılır açılmaz yüzüne vuran ışıkla gözleri kamaşarak elini kutuya soktuğunda bir demirin soğukluğunu hissetti. Parmaklarının arasında duran kocaman bir anahtardı”. Hiçbir rüyasını hiçbir kimseye söylememişti ihtiyar adam dışında. Ta ki rüyasının hayale, hayalinin korlaşan bir tutkuya, yaşamaya ve ötesi “aşka” uzanışının gerçekle kucaklaşmasına kadar. Yıllar geçtikçe çok şeyler öğrenmişti ihtiyar adamdan. Özellikle kendi rüyası başta, rüyaların hakikate uzanışını ve hakikatin rüyalara akseden sırlarını."Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) sayıp yazmışızdır.(Yasin-12)" ayetinde anlatılmak istenenleri günler boyunca izah etmişti rüyadan sonraki zamanlarda. Cenab-ı Hakk’ın her şeyi sayıp yazdığı o açık kitaptan nice haberler alınabilirdi. Levh-i Mahfuz’a ulaşmanın yolu çileden geçiyordu, fetadan..."Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki o Levh-i Mahfuz’da (korunmuş levha) olmasın (Neml-75)" buyurmuştu yaradan. “O levha bir ayna gibidir” demişti ihtiyar, “gönlümüz de öyle”. “Onu okuyabilmek, onun gökte ve yerde olanlara ait yazdıklarına ulaşabilmek için gönül aynamızın her türlü kirden, pastan arınmış olması lazımdır. Dünya gailelerimiz, nefsanî her türlü hasletlerimiz, öfkelerimiz, hırslarımız, hasetlerimiz aynamızın sırrının önünde birer perdedir, o perdelerden kurtulmaktır bize düşen. Ki, o büyük aynadan hakikat sırlarının yansımaları olduğu gibi yolumuzu aydınlatsın”. İman, sebat ve sabırdı bu rüyanın tabirine çıkacak yol. Uzun, yorucu, dikenli ama tarifsiz güllerle bezeli. Rüyanın aşka dönüşen çilesi ne güzeldi. Yapılacaklar bir bir sıralanmıştı ihtiyar adamın ak perçeminin yazgılarından. Rüyalar kalp dışında bütün azaların sustuğu zamanların eseriydi ve bu zamanlar kalbin sultanlığında uykuya gerek kalmadan çoğaltılabilirdi. Mesele kalpti, gönüldü, aşktı ve rüya devam edecekti, etmeliydi; Hakk’a hakikate varana kadar...
Dışarıdaki kalabalıktan yükselen sesler şiddetini arttırarak dayanılmaz bir uğultu halini aldığında, oturduğu yerden kalktı, yanında bulunanlara seslendi: “Çıkalım!”. Beraberinde saatlerdir istişare ettiği heyetin önünde kalabalığın bulunduğu büyük avluya açılan kapının önünde durdu. Kapının açılan kanadını gören uğultular bıçakla kesilmiş gibi yerini sessizliğe bıraktı. O an fısıltıyla birisi en yakınındakinin kulağına bir şey söyleyecek olsa duyulurdu.
Kalabalığın dört bir tarafını dolandı gözleriyle; çoğunluğu korkunun, endişenin ve yalvarışın geçidi haline gelmiş yüzlerdi. Çaresizliğin, birazdan dudaklarından dökülecek bir kaç sözcüğe bağlanmış umutlarını gezdi. Yaşlısı, çocuğu, genci, kadını, acizi, meczubu, güçlüsü… Hepsi gözlerini, dahası yüreklerini ona dikmişlerdi. Bir taraftan coşkunun, heyecanın, gururun ve hamd’in aydınlattığı tebessümlerden geçti nazarları. Sağ tarafında duran rüyasının tabircisi, hülyasının ve sevdasının yolbaşçısı ihtiyarı yanına aldı. Sol yanına yine onun kadar değer verdiği bir diğerini. Omuzları çökmüş, bitkin ve düşkün güruha gür bir nidayla seslendi:
- Ben, Sultan Mehmet Han’ım! Bizim dinimizde insanlar karşısında Allah’a secde eder gibi eğilmek haramdır. Kalkınız! Size ve sizinle birlikte tüm Hıristiyanlara her türlü hak ve hürriyetleri iade ediyorum. Şu andan itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz hususunda gazâb-ı şahanemden korkmayınız!
Sonra muzaffer askerlerine döndü ve:
-Gazilerim! Cenab-ı Hakk’a Hamd-ü Senalar olsun ki, İstanbul’un fatihleri oldunuz! Mukavemet etmeyip aman dileyenlere asla dokunmayın! Kadınlara, yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin!
Son olarak yolbaşçısına bakarak devam etti:
-Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu kalenin fethinden değil, Akşemseddin gibi aziz ve mübarek bir Allah dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır!
Gözlerdeki yaşlara karışan sevinç nidaları arasında Ayasofya avlusundan ayrıldı.
…
-İşte tam burası, diye işaret etti Akşemseddin Hazretleri. Fatih’in emriyle kazılan noktada yatıyordu yüzyıllardır kabri bulunamayan büyük sahabe; Halit Bin Zeyd (RA) yani Ebu Eyyub El Ensari. Yine bir rüya ve derin bir tefekkürün şaşmaz işaretinde.
- O’ydu değil mi yanınızda sizinle beraber beni selamlayan zat? Diye sordu Fatih Sultan Mehmet Han ilk rüyasında hocasının yanındaki yüzü.
-Evet O’ydu dedi Akşemseddin.
…
Hocasını alıp, fetih öncesi “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni” kararlılığıyla yaptırdığı Rumelihisarı’na getirmişti Mehmet Han. Uzun uzun istişarelerde bulundular. Hamd ettiler yaradana, kendilerini müjdesine nail ettiği o En Sevgili’ye layık kılmasını niyaz ettiler. “Yapmak istediklerimi sakalımın bir teli bile bilseydi, sakalımın o telini hemen koparır ve yakardım...” dedi sessizce ak yüzlü ihtiyara. O’nun ilk rüyasından sonraki nasihatleri geldi aklına. Aşk yolunun sırlardan geçtiğini öğrendiği hocasını burçların en yüksek yerine çıkardı sonra. Sağ elinin işaret parmağıyla hisarın doğusundan başlayarak sırasıyla söylediği kale ve burçlar arasına çizgi çeker gibi gezdirmesini rica etti. Akşemseddin Hazretleri’nin altı nokta arasında gidip gelen parmağından süzülen ışıktan, önce harfe benzer şekiller çizildi hisarın üzerine. Çok geçmeden belirginleşen harflerin birleşiminden kâinatın en güzel ismi şekilleniyordu: Sultan, habercisinin ve müjdesine layık gördüğü kendisinin mührünü basmıştı hisara…
12.09.2012
Mehmet Abdırgan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.