- 1565 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GERGEDANLAR YALNIZ ÖLÜR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İnsanoğlu ömrünün çoğunu hep birilerini ya da bir şeyleri beklemekle geçirir. Öyle ki, şarkılar bile beklemenin kutsiyetinden bahseder çoğu zaman.Mesela, ‘’ beklemek ibadet,kalmak zulümdür’’ şarkısını çoğumuz kaseti, tekrar tekrar sararak dinlemişizdir Orhan Gencebay’ın. Bununla birlikte, ‘’gelecekse beklenen,beklemek güzeldir’’ gibi sarf edilen sözler ise, yüreğimizin ağrıyan yanına merhem olur.
Beklemek beklemek beklemek.
Hiç tanımadığım;ama müşterek bir noktamızın var olduğunu düşündüğüm birçok bekleyen gibi, Bahman Ghobadi’nin yeni bir film projesi olduğunu ilk duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Acaba nasıl bir film olacak,diye hep sorardım kendime yaşadığım semtin arka sokaklarını deli divane bir halde adımlarken. Elbette ki daha önce izlediğim filmlerinin payı da mevcut böyle düşünmemde. Peki, sizin de bu şekilde beklediğiniz anlar oldu mu, diye üstü kapalı bir soru yöneltsem? Çok değer verdiğiniz bir yazar ya da bir şair, ‘’üzerinde uzun zamandır çalıştığım kitabım nihayet bitti,dolayısıyla çok yakında elinizde olacak’’ diye içtenlikle okuruna müjdelemesi, büyük bir merakla beklemenize ve heyecanlanmanıza sebep olmaz mı? Belki de o başka, bu başka diyeceksiniz. Ya da ben abartıyorum. Ancak yine de Pasolini’ye sırtımı dayamak istiyorum burada: ‘’aşırı olan doğrudur.’’
Bu sorunu da hallettiğimize göre devam edebiliriz kaldığımız yerden.
Filmin isminden yola çıkarak, beynimin en ıssız kalmış odasında küçük küçük sözlü senaryolar karaladığımı itiraf etmek ve bir noktadan sonra vazgeçmek zorunda kaldığımı ve yukarıda da bahsini çokça ettiğim beklemeye koyulduğumu da söylemek istiyorum.Bu şekilde yaparak kendime haksızlık yaptığımı düşündüm bir an, o kadar. Bilahare filmin oyuncu kadrosunun da tek tek belli olmaya başlamasıyla daha ayrı bir heyecan sardı pejmürde kıyafetli bedenimi. Hafızam beni yanılmıyorsa ilk önce, Yılmaz Erdoğan’nın bu filmde yer alacağını öğrendiğimi hatırlıyorum. Birkaç gün geçti geçmedi Monica Bellucci’nin adı da Türk medyasında yankılanmaya başladı.Kaldı ki, daha oynamadan böyle ses getirdiyse şeyet,gerisini düşünmek beyhude bir çaba olduğunu sanırım söylememe lüzum yok. Diyeceksiniz ki,adı üstünde Monica Bellucci bu.Haklısınız,hem de çok haklısınız. Zaten,bir an önce bu filmin çekilip, bu divane halimden kurtulmayı da çok istemiyor değildim hani.
Buraya kadar hoş güzel de, hangi filmden bahsediyorum ben? Hepinizin daha başından tahmin ettiği gibi Gergedan Mevsimi’nden.Ayrıca söylemeden edemeyeceğim,sayılı gün çabuk geçer sözü benim için hiçbir anlam ifade etmediğini bu vesileyle belirtmek istiyorum; çünkü bazı sözler söylendiği dönemlerde anlam kazanırmış sadece.Bunu bir kez daha anladım maalesef. İşte tam bu nokta da İsmet Özel’e söz hakkı doğuyor diyebilirim:
‘’bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı’’
Ve o gün geldi artık.Gergedan Mevsimi sinema salonlarında yer aldı. Hiç vakit kaybetmeden gidip izlemem lazımdı. Vizyona girdiği ilk gün izlemeliydim hatta,yoksa filmin hiçbir özel anlamı kalmayacaktı benim için. Aynaya bakarak arkadaş,bu kadar beklemişken bir iki gün daha sabretsen n’olur sanki,diye fısıldadığımı da saklayamayacağım sizden; ancak hemen ardından sustuğumu da ekleyerek; çünkü ne yaparsam yapayım kendimi ikna edemeyecektim bunun için. Zaten daha önce dostlarla birbirimize söz vermiştik, o gün birlikte gideceğiz, diye; ama ne yazık ki birbirimize söz verdik dediğim çok değer verdiğim arkadaşım, çok sevdiği kız arkadaşıyla daha sonra gideceğini söyledi bana. Olacak şey mi bu,diyeceksiniz biliyorum.Siz sordunuz,ben cevaplayayım: Oluyor maalesef. Ama yine de yoluma devam etmek zorundaydım.Empati denilen bir durum var. Haklısın, deyip başka bir sayfaya atladım. Hem,başka ne diyebilirdim ki? Hiç vakit kaybetmeden yalnızlığa şiir karalayan, başka bir arkadaş bulmam lazımdı hemen. Telefona uzattım elimi ve yalnızlığı hayat felsefesi edinen o arkadaşımı aradım: kalk Gergedan Mevsimi’ne gidiyoruz,dedim. Daha önce çınlattığım için kulağına,gelebileceğini söyledi( her ne kadar daha önce böyle bir şeyden bahsetmediğimi söylese de). Her şeye rağmen buluştuk,gittik.
Uzattığımın farkındayım ve yeri de değil bu yazdıklarımın; dolayısıyla sabrınıza sığınarak bununla ilgili son düşüncelerimi de bırakıp asıl konumuza tekrar geri döneceğim. Beni yalnız bıraktı dediğim o mezkûr dost, bu yazılanları okuyacağı için bizzat yazmak istedim bu olayı; çünkü unutulmasın istedim ve yıllar sonra tekrar okuduğunda yüzünde küçük bir tebessüm belirsin istedim. En çok da bunun içindi sanırım.Belki tam tersi bir tepkiyle de karşılaşacağım,bilemiyorum. Dileriz mesaj yerine ulaşmıştır.
Konuyu daha fazla dağıtmadan filmin altında gölgelenmeye devam edelim. Hep birlikte.
Ghobadi’nin, daha önce‘’Sarhoş Atlar Zamanı ve Kaplumbağalar da Uçar’’ filmlerini izleyenler, bu filmi izledikten sonra aradaki farkı net bir şekilde göreceklerdir muhakkak.Bununla yanında, benzer ayrıntılar da ele veriyor kendilerini.Zaten en başta filmin ismi. Malumunuz üzere Ghobadi, filmlerine hayvan isimlerini vererek anlattığı hikâyeleri derinleştirmeyi çok başarılı bir şekilde yapabilen bir yönetmen. Vazgeçilmezidir diyebiliriz hayvanlar. Hem, hayvanlara bu derece âşık kaç yönetmen var? Belli ki insanlarla anlatamadığını,hayvanlarla tamamlamak istiyor. Onun filmlerindeki hayvanlar,şiirlerdeki metaforlar kadar kutsaldır. Onlarsız olmuyor hani desem abartmış olmam-yine-. Kendisiyle yapılan bir röportajda da: ‘’Ben hayvanlara âşığım. Hayvanlarda insanlarla ortak olan bazı anahtar davranışlar vardır. Ben o izleri bulmanın peşindeyim. Mesela filmdeki karakterin etrafına nasıl baktığını, nasıl davrandığını inceleyip, onun hangi hayvana benzediğini çıkarıyorum. Bu filmdeki karakter de gergedana benziyor.’’der. Anlatmayı beceremediğimi düşündüğüm sözlerin altını da dolduruyor bu sözler.
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, bu filmde de bir hayvan ismiyle karşı karşıyayız. Ancak bu sefer bizim memlekette hiç rastlamadığımız bir hayvan. Unutmamak gerekir ki Ghobadi,bu isimleri verirken tabii ki seyirciler heyecanlansın diye yapmaz. Bunu anlamak hiç güç değil aslında. Ama asıl konumuzu aştığı için burada kesiyorum bu bahsi de; çünkü başlı başına bir konu bu.Filmin egzotik ismiyle devam etmek istiyorum (Film daha yeni olduğu için,bahçeye girmek yerine etrafında gezinmeyi uygun gördüm) şimdi. Aklımıza ilk gelen soru,neden gergedan olduğu olabilir; çünkü benim kendime ilk sorduğum soru,neden gergedan olduğuydu.Anlattığı hikâyeyle orantılı olarak şöyle diyebiliriz belki: çoğumuzun bildiği üzere gergedan derisi çok kalın olan bir vahşi hayvandır; kalın derisinin altındaki o yumuşaklık bize İran devriminin şiddetini ve bunun altında yatan iç kanamayı simgeliyor diyebiliriz.mi? Ve gergedanlar ekseriyetle tek başlarına yaşarlar. Dolaysıyla, İran da o dönemler yalnızdı. Şuan bile yalnız başına başına susuzluğunu gidermeye çalışır; ancak onun yalnızlığı güçlü! oluşundan gelir biraz da. Diğer bir taraftan filme baktığımızda ise karakterlerin yalnız olduklarını görürüz.Yalnızlığın ve yalnız insanların birbirleriyle mücadele ettiği esrarengiz bir masal gibi akıp gider…
Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak çekilmiş zaten. Sahel (Behrouz Vossoughi), İran devrimi zuhur etmeden önce yayınladığı‘Gergedan’ın Son Şiiri’ adlı şiir kitabıyla adını duyuran ünlü bir şairdir.Fakat devrim gerçekleştikten sonra siyasi propaganda yaptığı gerekçesiyle cebren ele geçirilerek otuz yıla kadar mahkum edilir. Eşi Mina(Monica Bellucci) ise on yıla çarptırılır. Bütün bunlara sebep olan da şüphesiz, Mina’ya saplantılı bir şekilde âşık olan Akbar (Yılmaz Erdoğan)’ dır. Akbar ise Mina’nın babasının şoförüdür. Tabii bir gün daha fazla gizleyemez aşkını içinde ve itiraf eder Mina’ya. O da yüksek bir rütbeye sahip, asker olan babasına anlatır durumu.Akbar, fena bir biçimde dövülür,sonra da kapı dışarı edilir. Her şey bitti dediğimiz bir an da, olaylar gizemli bir şekilde gelişir. Devrimden sonra,büyük bir güç el eder Akbar. Kazandığı bu güçle acımasız bir şekilde intikamını almaya başlar onlardan. Dediğimiz gibi bu sadece başlangıçtır. Bütün olanlara rağmen, Mina’ya olan aşkı hâlâ devam etmektedir.Hiçbir şey engel olmaz ona. Zalim olacak kadar hem de.
Derin ayrıntılara girerek sürpriz sahnelerini deforme etmek istemiyorum filmin. O yüzden biraz da oyuncuların performanslarından bahsetmek istiyorum.Öncelikle,Behrouz Vossoughi’den başlamak gerek.İran’ın dünyaca ünlü en önemli oyuncusudur diyebiliriz;ama 31( 35 diyenler de mevcut) yıl hiçbir filmde yer almayarak uzak(küs) kalmıştır sinemadan. Neden uzaklaştığını kestirmek güç tabii.İran devriminden sonra ülkesinden uzaklaşmak zorunda kalır birçok aydın gibi ve bir daha da ekran da görünmez.Belki de bu yüzden yalnızlığı seçmiştir. Filmde bile bu sessizliğini muhafaza etmiştir.O yüzden, Vossoughi’nin geri dönüş filmidir de diyebiliriz bu film için. Gobhadi’nin sinemaya yıllarca küs kalan bu ünlü oyuncuyu tekrar kazandırdığı için ayrıca tebrik edilmesi gerekir. Vossoughi yani filmdeki adıyla Sahel hapishaneden çıkmadan önce eşine onun öldüğünü söylerler. Çıktıktan sonra da eşini aramaya koyulur.Bilahare eşinin İstanbul’a yerleştiğini öğrenir.Hiç vakit kaybetmeden İstanbul’a gider. Suskunluğuyla ayrı bir hava katan bu oyuncu adeta geçmişin de intikamını alarak kameranın karşısında öylece bakar seyirciye.İyi oyuncunun çok konuşarak kabul görülmemesi gerektiğini suskunluğuyla öyle bir anlatır öyle bir anlatır ki bakışlarındaki o puslu kalmış hüznü hemen yakalıyorsunuz. Buna rağmen, beklenilen ilgi ve alakayı, Monica Bellucci kadar görmedi maalesef.
Belçim Erdoğan ve son dönemlerde adından sürekli söz ettiren Fatmagül,affedersiniz Beren Saat’in oyunculuklarıyla ilgili yorumu da sizlere bırakmak istiyorum. Bu yükten de muaf olduğuma göre hiç vakit kaybetmeden Monica Bellucci’ye dönüyorum tekrar yüzümü. Saf ve düşünceli bir duruşla çok güzel bir kadın gerçekten, bunu söylemeden edemeyeceğim; ama bir o kadar iyi bir oyuncudur.Bizi ilgilendiren de bu özelliğidir zaten. Filmde rolünü içselleştirerek hakkını fazlasıyla vermiştir. Abartıya gitmeden, en doğal şekliyle hem de. Öyle ki dünyaca ünlü tiyatro kuramcısı olan Eric Morris( rol yapmayın)’i şimdi daha iyi anladığımı da itiraf etmek istiyorum. En azından ne demek istediğini net bir şekilde görme şansı yakaladım bu film sayesinde.
Ve Yılmaz Erdoğan. Son zamanlarda izlediğim filmlerde(yerli-yabancı) oyunculuğuyla beni derinden etkiledi. Bazı oyuncuların gerçekten iyi olup olmadıklarını anlayabilmek için çok zıt rollerde oynamaları gerekir,yoksa bunu anlamak güçleşir. Cem Yılmaz, nasıl ki, Av Mevsimi’yle bunu kanıtladıysa, Yılmaz Erdoğan da bu filmle o yüzünü gösterdi.Tabii tamamen bağımsız bir seyirci gözüyle söylüyorum bunu.Bunu da unutmamak gerekir. Yani demem o ki,farklı rollerde görmek bazı oyuncuları harikulade hoşuma gider. Konuştuğu farsça bile o kadar yakışmış ki Yılmaz Erdoğan’a.Bir insana anadili nasıl yakışıyorsa,öyle yakışmış O’na. Özellikle, bir sahne var ki,sırf o sahne için filmi izlemeye tekrar izleyebilirim. Şiir seven biriyseniz hele daha çok seveceğinizden emin olabilirsiniz. Nasıl bir sahne olduğunu şimdi burada anlatmak isterdim;ama yukarıda da ifade ettiğim gibi izlemeyenler olduğu için,bu kötülüğü yapamam onlara.
Sözünü sakınmayanlara.
ekim/kasım 2012
YORUMLAR
Nefis bir tanıtım yazısıydı.
Bir solukta okudum. Yer yer gülùmsedim yer yer düşündüm. Ve kardeşimle gurur duydum.
Filmi izlemedim yazık ki. Ama kesinlikle izleyeceğim. Hatta izledikten sonra tekrar okumak üzere yazını geleceğim.
Hayvanlara bu denli aşık başka bir yönetmen tanımadım. Ancak Sema Enci diye ağrılarını yazan biri var. Kendine şair diyor. O da yapıyor bunu. Yani hayvanlarla özdeştiriyor kimi zaman duyguları. (en çok gülümse diye yazıyorum bunları)
Çok özlemişim seni okumayı.