- 2606 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (sa) ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (1)
GİRİŞ:
Önce Müslümanlar için devamında bütün insanlık için Allah’ın gönderdiği peygamberler en güzel örneklerdir. Nitekim; Allah Nur suresi 34. Ayetinde “Andolsun ki, biz size (gerekeni) açık açık bildiren ayetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvaya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik” Mümtehine suresinin 6. Ayetinde ise “Andolsun ki, onlar sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah, zengindir, hamde layık olandır“ Diyerek, önceki peygamberleri ve inananlarını örnek gösterirken, son resulü Hz. Muhammed’i (sa) de, bizlere Ahzâb suresinin 21. Deki “Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir” Ayetiyle örnek kılmıştır.
Elbette Allah’ın gönderdiği elçilerin Müslümanlara ve bütün insanlığa örnekliği önemlidir. Kendi aklımızla, muhakememizle, irademizle Allah’ın dinini anlamaya, yaşamaya çalışan bizlerin, Allah resullerinin dini anlayış ve yaşama biçimlerini kavramak, ayetleri daha doğru anlama, yaşama geçirmek olacaktır.
Allah’ın ayetlerini okumak, anlamaya çalışmak Müslümanlar için dini anlama da, yaşama da birinci kuraldır. Allah ayetlerini indirirken Zuhruf suresinin 3. Ayetinde belirttiği gibi “anlayıp düşünmemiz için apaçık bir Arapça ile” indirmiştir. Hiçbir taştırmaya imkân tanımamak üzere de Şuara suresinin 195. Ayetinde ifade ettiği gibi “Apaçık bir dille” ayetler gönderilmiştir ki, (Zümer 28) “açık, pürüzsüz bir dille okuyalım, anlayalım ve korunalım” Ancak Kur’an-ın indirilişinden bu yana 1500 yıl geçmiştir. Bu süre içinde Hz. Muhammed (sa) dönemindeki Arapça, yerini gelişerek farklı bir Arapçaya bırakmıştır. Değişim her dil için doğal bir süreçtir. Dünya toplumlarının hiçbir dili değişmekten uzak kalamaz. Toplumların birbiriyle ilişkileri, edebiyatçıların, bilim adamlarının, felsefecilerin dile kazandırdığı yeni anlamlar dilleri etkilemiştir.
Kaldı ki, tarihi süreçte Müslümanlar konuştukları Arapçayı, dini bilimler dalında geliştirerek, değiştirerek, ayetlerde geçen Arapça kelimelere farklı anlamlar yüklemişlerdir. Istılahı anlam olarak nitelenen bu anlamlar ilim dili sayılmıştır. Böylece; tefsirde, fıkıhta, hadiste metot oluşturanlar, Allah’ın ayetlerini, resulden gelen hadisleri ıstılahı, yani ilim anlamıyla değerlendirdiler.
Sonuçta Arapçadaki sözcükler, lügat (sözlük) anlamlarının yanında ıstılah anlamı kazandı. Müslümanların dini eğitiminde temel olan ilah, din, İslam, Mümin, Müslüman, dar, rab, mabut, şirk, müşrik gibi vs. kelimeler ıstılahı anlam kazandırma yoluyla lügat anlamlarından farklı anlaşılır oldu.
Bugün Türkçeye Kur’an-ın mealini yapan, tefsirlerini yazan ilim adamları, ayetlere anlam verirken, Arapça kelimelerin lügat anlamlarından ziyade, ıstılahı anlamları öne çıkarmışlardır. Bu nedenle Müslümanlar, ayetlerin indiği dönemdeki gibi fasih (açık) bir Arapça karşılığı olan anlamları değil, ıstılahı anlamlarıyla Kur’an-ı anlamaya çalıştılar. Bu durum, günümüzde Müslümanların ayetleri anlama yolunda büyük karışıklıklara neden olmaktadır. Zira elimizde halkın diliyle, halkın anlamıyla inen Kur’an varken, mealleri, tefsirleri ilim diliyle karşımıza çıkmaktadır. İki farklı yaklaşım, iki farklı anlam, ayetleri hangi açıdan anlayacağımız konusunda netleşememe büyük sorunları doğurmaktadır.
Resul devrinde insanlar, ister inansın, ister inanmasın, ayetleri anladıkları dilde açık bir şekilde dinliyorlar, okuyorlar, anlıyorlardı. Üstelik yanlarında, içlerinde, ayetleri hiçbir tevile (yoruma), tavize (çıkarlara göre eğip bükmeye) çalışmayan Allah resulünün ayetleri yalın (açık, net, sade) uygulamasını görüyorlardı. Hâlbuki günümüz Müslüman’ının aklını, muhakemesini, iradesini karıştıracak çok şey var. Tarihten gelen dil değişimi, din adına türlü yorumlar, mezhebi düşünceler, siyasi şartlandırmalar, ıstılahı anlamlar, kavramlaştırma hareketleri, Müslümanları rahat bırakmamaktadır. Üstüne toplumdan, cemaatlerden, siyasi otoritelerden gelen baskılar eklenince işimizin zor olduğu aşikârdır. İster laik, ister ateist, ister şeriatçı düzen olsun, hemen hepsi, Müslümanların Allah’ın ayetlerini doğru anlamaması için çabalamaktadırlar.
Diğer taraftan günümüzde slogan haline getirilen İslam inancımıza ait düşünceler, anlamlar, ayetleri anlamamızdaki engellerden biri olarak çıkıyor. “Müslümanlık budur” veya “ayetlerin anlamı budur” şeklindeki katı, kesin tutumlar, İslam’a sahip çıktığını söyleyen Müslümanların duygularını direkt etkiliyor. Müslümanların açık fikirle, sorgulayıcı, araştırıcı niteliklerinin önüne geçiyor. Allah’ın istediği akıl etme, muhakeme kurma, iradeyle kavrama yetenekleri zayıflıyor. Böylece Müslüman’ı içe kapanıp, gelişmekten uzak insan haline getiriyor.
Sürekli gelişen bilgi, değişen kültür, 1500 yıl öncesine ulaşmaya çalışan akıl, nasıl oluyor da kesin, katı tutuma ulaşır anlaşılır değil. Zira 1500 yıl öncesine ulaşıp, gerçekten “Allah’ın ayetleriyle ilk karşılaşan toplum, ayetleri insanlara sözle, uygulayarak açıklayan resul nasıl anladı, hayatına nasıl aktardı” gibi soruların doğru cevapları hemen bulunacak, üstelik slogan haline getirilecek konular değil. Bu tür soruların doğru cevabı, samimiyetle, azimle, sabırla, alçak gönüllükle bulunabilir. Edindiği bilgiyi yeterli görerek, katılaşan, kesinleşen insanların gerçeğe ulaşması zordur. İlim, bilgi, gerçek, aceleciliklere sırtını çevirmiştir. Aceleci yaratılan insan, bu özelliğiyle, katı, sert tutumlar sergileyerek, gerçeklerin önüne geçer. Böylece, asıp kesen, kendinden başkasını dinlemeyen, karşısında olanı suçlayan bir toplum oluşur.
Konunun bu yöndeki önemini de dikkate alarak, Allah’ın resulü Hz. Muhammed’in (sa) hayatını değişik açılardan incelemenin önemli olduğuna inanıyorum. Amacımız tekrarları tekrar etmekten ziyade, tekrarlanan bilgiler içinden bazı özleri yakalamak olacaktır. Çalışmanın ana konusu üç bölümden oluşacaktır. Birinci bölüm Mekke’de on iki yıl, ikinci bölüm Medine’de on bir yıl ve üçüncü bölüm her iki dönemin Müslümanlar için önemi olacaktır.
MEKKE’DE 12 YIL
Muhammed’in (sa) peygamberlik hayatının ilk dönemi Mekke’de geçmiştir. Mekke; Medine’yi yani Müslümanların toplumunu, devletini hazırlayan dönem olmasıyla önem taşımaktadır. Özellikle bugün Müslümanların özgür olmadığı, batı adına kurulan kukla devletlerin zulmü altında yaşadığı bir dönemde, özgürlüğe nasıl ulaşılacağının temel dinamikleri Mekke’de olsa gerektir. Zira Mekke, baskı ve zulüm altında yaşam mücadelesi veren Müslümanların, Medine’ye nasıl ulaştığının, devletlerini nasıl kurduğunun özlü hikâyesidir. Bu nedenle Mekke’yi anlamak, Medine’ye hazırlanmaktır inancını taşıyorum.
1. MEKKE’NİN İSLAM ÖNCESİ
Hz. Muhammed’e (sa) peygamberlik gelmeden önceki Arap toplumu barış içinde yaşayan bir toplumdu. Mekke’de Kâbe’nin bulunması Mekkelileri önemli bir yere yükseltiyordu. Her yıl hacca gelen binlerce Arap, Mekke’nin ticari, siyasi hayatına paha biçilemez değerler katıyordu. Her ne kadar 580’li yıllarda irili ufaklı savaşlar çıkmışsa da, fazla uzun sürmemişti.
Arapların tarihinde ayetlerde de belirtildiği gibi, Yemen Kralı Ebrehe’nin Kabe’yi yıkmak için Mekke’ye savaş açmasının dışında, Araplar önemli bir olay yaşamamışlardı. Arabistan’ın etrafındaki birçok ülke, iktidar hırsları, fetih arzuları, ekonomik çıkarlarıyla birbirlerini yok etmeye çalışırken, Araplar barışı yaşıyorlardı. Özellikle Hıristiyan toplumlar, siyasi çıkarları, iktidar hırsları nedeniyle dinlerini oyuncak ve eğlence edinmişlerdi. Onları yakından izleyen Putperest Araplar bile bu durumdan etkilemişti. Araplar putperest olarak dinlerine sadıktılar. Çöl insanın, katılığı, netliği, yalınlığı, dinlerini yaşarken de ortaya çıkıyordu. Hatta Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerine karşı lakayt tutumlarını gördükçe, Allah’ın saffat 167-168-169. ayetlerinde de belirttiği gibi “Putperestler, eğer öncekilere verilenlerden bizde de bir kitap olsaydı, mutlaka Allah’ın ihlâslı (dinine samimi, inançlı) kulları olurduk!" diyorlardı. Araplar çeşitli tevil ve siyasi manevralarla olayları evirip çevirmesini bilmiyorlardı. Kabul ediyorlarsa net kabul ediş, ret ediyorlarsa net ret edişleri vardı. Sanki siyah beyaz insanlardı. Sanki Araplarda renklerin tonları yoktu. Hâlbuki etrafındaki topluluklar, Yahudiler ve Hıristiyanlar çok renkli insanlardı. Çıkarlarına göre evirilip çevrilebiliyorlardı.
Ayrıca Allah, Kasas suresinin 59. Ayetinde “Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir” diyerek, cezalandırma konusunun temelinde Allah’ın çağrısının bulunması, çağrıya karşı çıkmanın esas olduğudur.
Hz. Muhammed (sa) gönderilmeden önce Araplar kendilerine göre bir yol tutturmuşlardı. Yollarını Allah “atalar dini” olarak tarif ediyor. Atalar dini, Arap toplumlarının geleneksel, tarihi değerlerini taşıyordu. Bu dönemi birçok Müslüman fikir adamı, cehalet dönemi veya Şirk dönemi olarak tarif etmiştir. Fetret dönemi diye tarif edenler de var. Fetret döneminden kasıt, Allah’ın saf dininin dünyada kalmadığı, yerini tahrifatın almasıdır. Bu durum yeni bir peygamber gelinceye kadar sürer. İşte bu döneme fetret devri, yani duraklama devri denir. Elçilerin gelmesi durdurulmuş, ayetler yeniden yeryüzüne gönderilmemiştir. Hz. Muhammed (sa) ile Hz. İsa (sa) arasında 600 yıl var. Bu dönemin çoğunluğunda Yahudiler, Hıristiyanlar tahrif ettikleri kitaplarla Allah’a uyduklarını iddia ediyorlar. Peygamberlerini, hahamlarını, rahiplerini ve âlimlerini rab kabul ediyorlardı.
Hz. Muhammed’in (sa) peygamberlikten önceki kırk yılı şirkin egemen olduğu bir toplumda geçmiştir. Bu nedenle, Hz. Peygamber için müşrik olabilir diyenlerin varlığı düşünüldüğünde insanın tüyleri ürperiyor. Elbette hiçbir Müslüman Hz. Muhammed’e müşrikti ifadesini yakıştıramaz. Ancak Allah’ın Şura suresinin 52. Ayetinde belirttiği gibi, “İşte böylece sana da emrimizle Kur’an-ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin” demektedir. Hz. Muhammed’in (sa) kitabı, imanı bilmemesi, onun Müşrik olmasını gerektirmez.
Arapların tarihine, toplumsal, siyasal, dini yapısına kısaca bakalım.
a. Aşiret yapısı (Dar-un Nedve)
Mekke, aşiretlerle yönetilen bir site devletiydi. O dönemde bütün Arabistan site devletleri şeklinde yönetilmekteydi. İrili ufaklı, nüfusları üç bin ila on bin arasında değişen şehirler Arabistan’ın yapısını oluşturuyordu. Mekke, içinde Allah’ın evi Kâbe’nin olmasıyla ayrıca bir öneme sahipti. Yılda bir kez hac için Araplar Mekke’de buluşurlardı. Kuzeyden güneye, güneyden kuzeye giden kervanlar Mekke’ye mutlaka uğrarlardı. Her küçük şehrin kendi yönetimini kurduğu Arabistan, etrafındaki imparatorluklara nazire yaparcasına, adı konulmamış bir birlikteliği yaşıyordu. Fakat bir imparatorluk değildi. Belki de etrafındaki Roma, İran’daki Pers, Mısır, Habeşistan ve Yemen imparatorlukları, krallıkları Arabistan’daki bu yapıya bakarak uğraşmaya değmez görüyorlardı. Belki Arabistan bir Arap imparatorluğu olsaydı, etrafındaki devletlerin ağızlarını sulandırabilirdi. Araplar kendi aralarında küçük çaplı kabile kavgaları yapsalar da, ciddi savaşlar olmuyordu. Çöl insanının hedefindeki en önemli şey ticaretti. Mekke Araplar için Kâbe dolayısıyla adı konulmamış bir başkent, Mekkeliler, Arapların reisleri gibiydi. Araplar Mekke’ye, Mekkelilere, Mekkeliler bütün Araplara gerekli sevgiyi, saygıyı gösteriyorlardı. Zira Mekkeli Araplar Ebu Süfyan’ın dediği gibi “dinlerini ticaret yapmış” kişilerdi. Mekkelilerin Araplarla uzlaşmazlığa girmesi ticaretlerinin bitmesine neden olabilirdi.
Mekke’de bulunan soylu aşiretler, Mekke’nin yönetimi için içlerinden yetkilisini seçiyorlardı. Seçilen yetkililer Dar-ün Nedve denilen yerde toplanarak Mekke’nin yönetimiyle ilgili kararları alıyorlardı.
Hz. Muhammed’in soyu Haşim oğulları aşiret temsilcilerinin toplandığı Dar-ün Nedve’deki statüde Mekke’nin reisliğini üstlenmişlerdi. Diğer aşiretler de sırasıyla, belirlenen görevlerden sorumluydular. Kâbe’nin bakımı, Araplar arasındaki ilişkiler, Kâbe’nin ekonomik sorumluluğu, Adalet işleri, Hac organizasyonu sorumluluğu gibi birçok alanda aşiretler görev alıyorlardı. Günümüzdeki gibi bakanlıklara göre bakan değil, aşiretlere göre bakanlıklar üretmişlerdi. Her aşiret mutlaka Dar’ün Nedve’de görevliydi. Böylece Mekkeliler kendi aralarında büyük bir barış yolu bulmuşlardı. Peygamberin dedesi Abdulmuttalip Mekke’nin reisiydi. O ölünce, aşiretin içinden peygamberin akraba amcalarından Hişam Bin melik (namı sonradan Ebu Cehil olarak anıldı) Mekke’nin reisliğine seçilmişti. Kısacası Peygamberin soyu Mekke’nin yönetici soyuydu. Hattab oğullarından Ömer, Umeyye oğullarından Osman, Beni Teymlerin Kureyş soyundan Ebubekir Dar-ün Nedve’de görevlendirilenlerdendi. Tarihi rivayetlere göre, Ömer Araplar arasındaki ilişkilere, Osman Mekke’nin ekonomik yapısına, Ebubekir ise adalet işlerine bakıyordu. Tabi bu konuda farklı görüşlerde var. Ancak görüşlerin farklılığı önemli değil. Önemli olan, Mekke’nin siyasi yapısının aşiretler arasında kurulan bir konsorsiyumla veya parlamentoyla oluşmasıydı. Mekkeliler arasında sağlanan bu barış, birlik bütün Arapları yakından ilgilendiriyordu.
Mekke’de aşiretlere bağlı olmayan, Mekke’ye sonradan gelen insanların, kölelerin yönetimde hiçbir hakları yoktu.
b. Putperestlik (Ebu Süyfan’ın deyimiyle “bizim dinimiz ticaretimizdir”)
Araplar kendilerinin İbrahim’e dayandıklarını söylüyor. İbrahim’in yaptığı Kâbe’ye sahip çıkıyor. Allah’a inanıyorlardı. Ancak, Kâbe’nin içini putlarla doldurmuşlar, Allah ile birlikte putlarına da tapıyorlardı. Tarihi bilgilere göre Kâbe’de Araplara ait 360 civarında put vardı. 360 put, Arap kabileleri tarafından Kâbe’ye konulmuştu. Hemen her kabilenin, site devleti Arap kentlerinin putları vardı. Putlar Arapların tarihindeki önemli şahsiyetlere aitti. Bazen önemli şahsiyetlerinin yanında, önemsizler de Kâbe’ye put olarak girmişti. Mesela İsaf ve Naile putları, Mekkeli iki kişinin anısını taşıyordu. Bu iki kişi, İsaf erkek, Naile kadın, Kâbe’nin içinde gizlice buluşarak zina yaparken yakalanmışlar. Mekke’nin yasalarına göre öldürülüp, gelen gidene ibret olmaları için Kâbe’nin önünde direklere bağlanmışlardı. Ancak sıcaklardan kokmasınlar diye cesetleri gömülüp, putları yapılarak Kâbe’nin önüne dikilmiştir. Gelen geçen görüp ibret alsınlar diye de, putların üzerine suçları ve cezaları yazılmıştır. Fakat sonraki yıllar nasıl olduysa olmuş, Kâbe’nin dışındaki bu putlar, ilah ve ilahe olarak Kâbe’ye konulmuştur. Kısacası Kâbe’ye konulan her putun bir tarihi versiyonu vardı. Putların simgelendiği kişiler Arapların tarihinde, iyilikleriyle, kahramanlıklarıyla ve kötülükleriyle öne çıkanlardı. Sanki bugünkü birleşmiş milletler veya çeşitli devletlerin kurdukları paktlar gibi, Araplar da kendi aralarında birliktelikler oluşturmuş. Bugünkü insanların kurdukları paktlara, bayraklarını, devlet başkanlarının, devlet kurucularının büstlerini yerleştirdikleri gibi, putlarını Kâbe’ye yerleştirmişlerdi. Biriz, birlikteyiz, barış içindeyiz vurgusu Araplar arasında bu şekilde gerçekleştiriliyordu. Elbette Mekke ile kavgalı olanlar putlarını getirip Kâbe’ye koyamıyorlardı.
Allah Mekkelilerin dinini şirk olarak tarif ediyor.
1. Şirk / Müşriklik
Şirk; ortaklık anlamını taşımaktadır. Bugünkü dilimize de şirk-et, yani ortaklık et, şirket=ortaklık olarak girmiştir. Şirk eden, yani ortaklık edene Müşrik, yani ortak olan anlamı verilmektedir. Eğer bu açıdan bakılırsa, denilebilir ki, Türk Ticaret Hukuku şirk (şirket), şirkler (şirketler) hukuku ve müşrik (ortak), müşrikler (ortaklar) hukuku olarak değerlendirilebilir. Belki de şirk ve müşrik kelimelerinin en doğru anlamı bu olsa gerekir.
Putperestler, tarihlerinde yaşamış kişilerinin simgelerini put yaparak Kâbe’ye koyuyor. Onları Allah’a ortak koşuyorlardı. Allah’ın yaratma sıfatının dışındaki, yönetme, yasa koyma, yardım etme, koruma, idame ettirme, yaşatma, şefaat etme gibi konularda Arapların ilahları (putları), Allah’a ortak kılınmışlardı. Allah yöneticidir, yasalarını belirler, insanları korur, insanları yaşatır, insanlara yardım eder, şefaat eder. Araplar Allah’ın bu vasıflarına ilahlarını da dâhil ederler. Böylece, putlarının da, insanları yönettiğine, yaşam için yasalar koyduğuna, insanları koruduğuna, yardım ettiğine, şefaat edeceklerine inanırlar. Arapların bu inancı, Allah’ı müşrik ilan etmektir. Zira Arapların şirk (ortaklık) inancı, ilahlarının da Allah ile beraber aynı haklara sahip olduğudur. Dolayısıyla Allah onlara göre putlarının ortağıdır. Kısaca Allah ortak yani müşriktir. Kısaca Allah şirk yani ortaklık içindedir.
Allah Arapların bu inancına, müşrik olarak nitelendirmelerine şiddetle karşı çıkar. Asla Arapların putlarıyla ortak (müşrik) olmadığını açıklar. Allah şirk ettiğini (ortaklık ettiğini) dolayısıyla ilahlarına müşrik (ortak) olduğunu iddia eden Araplara, “bütün bunlar sizin uydurmanızdan ibarettir” der.
Arapların Allah’a yaklaşamayacaklarına inanmaları, bu nedenle kendileriyle Allah arasında aracılar edinmesi olarak ortaya çıkan putperestlik, ateizmden farklı bir dindi. Ateizm, Allah’ı ret eden bir mantığa sahipti. Ateistlerin aksine Araplar en büyük ilah (tanrı) olarak Allah’ı tarif ediyorlardı. Kâbe’nin en büyük ilah olan Allah’ın evi olduğuna inanıyorlar. Kâbe’nin içine koydukları putların Allah’ın dostları olduğuna, Allah katında kendilerine yardım edeceklerine inanıyorlardı. Bir bakıma Araplar, Allah ile dostluklarını kanıtlamak için, en çok sevdiklerini Allah’ın evine yerleştirerek Allah’a jest yapıyorlardı.
Arapların putlarını ilah edinmeleri açık, seçikti. Yahudiler ve Hıristiyanlar âlimlerini, rahiplerini, hahamlarını rap ittihaz (kabul) ederlerken açık, seçik değillerdi. Düşüncelerinin, yaptıklarının âlimleri, rahipleri, hamamları ilah noktasına getirdiğini bilmiyorlardı. Allah onlara bu gerçeği Tövbe suresinin 31. Ayetinde, “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emredildi. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır” diyerek açıkladı. Yahudi ve Hıristiyanların bu gerçeğe itirazlarının karşılığında, Allah’ın resulü Hz. Muhammed (sa) onlara “sizler âlimlerin, rahiplerinin, hahamların görüşlerine din demiyor musunuz” diyerek yaptıklarını hatırlattı. Onlar âlimlerinin, rahiplerinin, hahamlarının görüşlerine din diyorlar. Allah’tan geldiğine inandıkları ayetlerle, âlimlerin, rahiplerin, hahamların görüşleri eşitliyorlardı. Allah rahmet eylesin Seyyid Kutup Fizilal Kur’an adlı tefsirinde bu ayeti, tarihten naklettiği mükemmel rivayetlerle harika bir şekilde anlatmaktadır.
2. Haniflik
Haniflik, fıtrata uygun doğru / temiz yol üzerinde olmak veya İslam’dan önceki tek tanrıya inanıştır şeklinde tarif edilmiştir. Klasik tarihler, putperestlerin içinde, putlara tapmayan, tek ilaha inanan insanların olduğundan söz eder. Bazı tarihçiler de bu görüşe karşı çıkar.
Hz. Muhammed’in (sa) peygamberlik gelmeden önce putperest olamayacağına inanan Müslümanlar, peygamberi hanif olarak kabul ederler. Elbette akıl sahibi olanlar peygambere putperestlik iddiasında bulunmaz. Ancak Müslüman olmayanların böyle bir görüş bildirmeleri doğaldır. Aksini düşünmek olası değildir. Zaten Müslüman olmayanların doğru düşüneceğini, düşünmesi gerektiğini düşünmek hatadır.
Cehaletin hükümran olduğu dönemler için, Allah’ın, İsrâ suresinin 15. Ayetinde “Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz” demektedir.
Allah’ın din, kitap, peygamber göndermediği toplumlara, dinden, kitaptan, peygamberden sormayacağı gerçeği ayetlerde belirtilmektedir. Hz. İbrahim’in (sa) sorgulamalarıyla ilgili örnekler, insana verilen aklın, muhakemenin, iradenin yaratıcıyı bulma, yaratılan varlıklara zulmetmeme, adalet içinde, iyi insan olma fıtratının zaten insanda var olduğu görülmektedir. Bu nedenle kitabın, dinin gönderilmediği dönemlerde, İnsan kendisine verilen, akılla, muhakeme ve iradesiyle, fıtratına uygun, iyi insan, zulmetmeyen insan olmaktan sorumlu tutulacaktır.
Bu bağlamda, belki de Hanif diye nitelendirilen insanlar, akıl, muhakeme, irade ilen zaten kabul ettikleri Allah’a saygı gösterirken, Kâbe’deki putlara tapmanın anlamsızlığına inanmış ama direkt karşı çıkmamış olabilirler. Diğer taraftan toplumda iyi, adil insan olarak, diğer insanlara zulmetmeme, hak yememe karakterine sahip oldukları düşünülebilir.
3. Yahudiler
Arabistan’da, siyasi baskılar veya başka nedenlerle Arabistan’a yerleşmiş Yahudiler vardı. Bazı şehirlerde yaşadıkları gibi, kendilerine şehir kuran Yahudi toplulukları da mevcuttu. Medine’de, Yahudiler Arap topluluğundan daha çoktular. Hayber şehri tamamen Yahudilere aitti.
Tarihi bilgiler içerinde Mekke’de Yahudilerin bulunduğuna dair herhangi bir bilgi görünmüyor.
4. Hıristiyanlar
Arabistan’daki Hıristiyanlar Yahudiler gibi yerleşik değildi. Çok az Hıristiyan’ın bazı şehirlerde yaşadığından söz edilir. Tarihi bilgilerde Mekke’de Hıristiyan olarak yaşayan Varaka bin Nevfel’den söz edilir.
Varaka bin Nevfel hakkında rivayet edilenleri şu şekilde özetleyebiliriz. Hz. Muhammed’in (sa) eşi Hatice’nin kuzeniydi. Nasturi rahibi olan Varaka Mekke’nin rahibi ve vaiziydi. Nasturiler batıdaki Hıristiyanlardan farklı olarak Asyalı Hıristiyanların ürettiği bir Hıristiyanlık mezhebiydi. Tevrat ve İncil’i biliyordu ve bunları Arapçaya tercüme etmişti. Muhammed’in Hatice ile olan evliliğinde başkanlık etmişti. Genelde kabul görmüş klasik kaynaklarda Hatice’nin Muhammed’i ilk vahyin ardından Varaka’ya durumu açıklaması için götürdüğü geçer. Varaka anlatılanları dinledikten sonra olayın bir vahiy olduğunu, Muhammed’e peygamberlik verildiğini ve eğer genç olsaydı onun destekçilerinden olmak istediği belirtir.
Varaka bin Nevfel, İslam tarihindeki oldukça tartışmalı şahsiyetlerden biridir. Bilgili bir rahip ve vaiz olan Varaka, Tevrat, Zebur ve İncil’i de kapsayan Kitabı Mukaddes’e hâkimdi. Zaman zaman Varaka’nın dinler tarihi konusunda İslam peygamberini eğittiği ve bu bilgilerin Kuran’a kaynak teşkil ettiği iddia edilir. Gerek İslam âlimleri, gerekse Kuran’ın kendisi böyle bir iddiaya şiddetle karşı çıkmaktadır.
5. Aşiretlerden farklı topluluklar
Mekke’de; aşiretlere bağlı olmayan, toplumun zayıf, yalnız insanları, köleler yaşıyorlardı. Bu toplulukların Mekke’nin yönetiminde hiçbir etkileri yoktu. Yolda kalmışlar, yoksullar, fakirler, köleler. Bir aşiretin halkı olmayanlar. Aşiretler, Mekke’nin zenginleri tarafından himaye edilmeyenler. Ekseriyet olmasa da, Mekke’nin halkı sayılıyorlardı.
c. Arapların organizasyonu hac
Araplar için hac çok önemli bir kavramdı. Mekkeliler Allah’ın evi kabul ettikleri Kâbe’ye sahip çıkarak Araplar üzerinde egemenlik kuruyorlardı. Putperestler en büyük ilah kabul ettikleri Allah’a gösterdikleri saygı, sevgi için hacca geliyorlar. Mekkeliler hacca gelenlere misafirperverlik yapıyorlar. Gelenler de, hediyelerini, satacakları ürünleri getirerek ticareti geliştiriyorlardı. Hac esnasında, ibadet için kurulan organizasyonların yanında, ticaret için kurulan panayırlar büyük önem kazanıyordu.
Hacca gelecek her kabilenin Kâbe’de onları temsil eden putları bulunuyordu. Kâbe’de putları bulanmayan kabilelerin Mekke ile ilişkisinin olmadığı, Arapların kendi aralarındaki organizasyondan uzaklığı söz konusuydu. Her ne kadar Müslümanlar Medine’de iken hac etmek için yola çıktıklarında Kâbe’de bir putları yoktu. Ancak, hacca gidecek Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret edenler olması, Medine’nin eskiden Kâbe’ye putunun konulmuş olması, Arapların tavrını değiştirmiyordu. Arapların olay çıkar, hazırlıksızız diyerek Müslümanlardın ilk hac ziyaretine karşı çıkarak, bir sonraki hacca Müslümanları davet etmeleri, onların hacca duyduğu saygıyı, verdiği önemi ortaya koyuyordu. Putperest Arapların katında, Müslümanlar putperestliği ret edip başka bir dine girmiş olsalar da, hac organizasyonu altında birleşebileceklerini verdikleri izinle gösterdiler. Allah ve Kabe, putperestlerin Müslümanların aynı çatı altında toplanabileceğinin bir işareti olarak Araplarca kabul edilmişti. İşte bu durum putperest Arapların Allah’ın evi Kabe’ye karşı, hacca karşı duydukları saygının boyutunu gösteriyordu.
d. Hılful fudul
Hılful fudulu oluşturanlar, Türkçeye erdemliler topluluğu olarak çevrilebilir. Topluluk, 580’li yıllarda Arap kabileleri arasında süregelen savaşlar sonucunda ortaya çıkan anarşi ortamında, can ve mal güvenliğinin sağlanması, zayıf ve güçsüzlerin korunması, zulmün önlenmesi gibi amaçlarla, toplumda sözü geçen, saygın ve iyi niyetli kişilerin önderliğinde kurulan ve Hz. Muhammed’in (sa) de bir ara toplantılarına katıldığı barış cemiyetidir.
Erdemliler topluluğu sadece tarihsel bir kurum değil, aynı zamanda, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da, temel ahlâkî ilkelerde anlaşan insanların zulmü engellemek için uzlaşmalarının bir toplumsal zorunluluk olduğunun ifadesi olarak değerlendirilmektedir.
Antlaşma yemini şöyledir.
1-Mekke’de, ister oranın halkından olsun isterse dışarıdan gelen insanlardan olsun, bir kişinin zulme uğradığını gördükleri zaman onunla birlikte olacaklardı.
2-Mazlumun hakkı zalimden alınıncaya kadar zalimin karşısında olacaklardı. Başka bir ifadeyle mazluma hakkı iade edilinceye kadar mazlumla bir tek el gibi –yekvücut- olacaklardı.
3-Deniz, bir tek tüyü ıslatıncaya kadar, Sebir ve Hıra dağları yerlerinde kaldığı müddetçe ve maişette(mali durumda) tam bir eşitlik sağlanana dek bu maddeler geçerli olacaktı.
Hz. Muhammed’in (sa) peygamber olduktan sonra bile, Medine’de hılful fudul aklına gelince, “hayatının en önemli, en şerefli görevi, birlikteliği” olarak nitelediği böyle bir kuruluşa, Müslümanların yönetmediği tüm topluluklarda ihtiyaç var.
(devam edecek)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.