31
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3499
Okunma
Pencerenin buğulu duruşuna bir gölge düşüyordu. Gölge, ateş böceklerinin sokak lambalarının geceyi yaran ışığı ile dans etmek istese de mecalsizliği buna engel oluyordu. Küçük kız serçe parmağının çelimsiz uzanışıyla bir şeyler yazmaya çalışıyordu pencerenin ay ışığına bakan tarafına. Camın buğusuna harflerin düşlerle örülen duruşunu çizmek onu mutlu ediyordu. Hayat onun için birkaç ay öncesine kadar ne kadar farklı şeylerde mutluluğu öğretmişti ona!
Işıl lösemi hastasıydı. 10 yaşının en ağır sınavlarından birini veriyordu hayata karşı. Minik yüreği kaldırım taşlarına atsa da en güzel düşlerini, yarına umut ile bakabilmek için elinden geleni yapıyordu dermansız bedeni. O, ölümün adını bile bilmezken; ölümün onun ruhuna ev sahibi olma çabası bazen omuzlarına ağır geliyordu. Sanki koskoca filler minicik yüreğinde ordu halinde dolaşıyorlardı. Ve sanki minicik bir karıncanın ayak izinde saklıyordu umudunun masmavi tablosunu. Tozu dumana katan her ayrıntı, içinde oluşan o dev çukura sızı olup düşüyordu. Çukur sızılarını şefkatli bir şekilde saklasa da duvarlarının yıkılan enkazında kan kaybediyordu düşleri!
Tedavi süresince sokağa çıkmak, gülleri koklamak, kuşlara dokunmak, top oynamak, ip atlamak kısacası yaşamak yasaktı! Çünkü geç teşhis edilen hastalığı ona derman olan hücreleri sinsice işgâl etmiş; onu halsiz bırakmıştı. Ayakları bazen ondan izinsiz halının üzerinde ip atlamak istercesine zıplama çabasındaydı. Bazen sek sek oynamak için halının çizgisini takip etme coşkusu, onun heyecanını kursağında bırakınca bedeni değil ama yüreği ve ruhu çok acıyordu. Mavi misketlerini cebinden çıkarıp pencerenin önündeki mermerde kendi kendine oynamak onu rahatlatsa da yarım kalan tebessümünün kıyısında hüzne kulaç atıyordu hep.
Yine gecenin kâbusa banmış karanlığını delen umut dolu sabahlardan birinde bir ses duydu Işıl. Bir serçenin pencerenin pervazında çırpındığını gördü. Kanadındaki çamurlar minicik bedenini taşımasına izin vermiyordu serçenin. Yaralı olduğunu anlaması hiç de zor olmadı. Kanadının biri pencere kenarında Işıl’a dostluk yapan kelebek kanatlarına değiyordu. Onların minicik kanatlarına yaslanıyordu serçenin kırık kanadı. Annesine seslendi telaş içinde. Annesi pencereyi açıp Işıl’ın ona dokunmasına yardımcı oldu. Onu avuçları arasına aldı. Aslında mikrop kapma ihtimali yüzünden o bile yasaktı ama!... Kirpiklerinin ıslandığını, gözlerindeki yarınsız bakışın demir parmaklıklarından dışarı çıkmak için çırpındığını fark etti. Serçe için bir şeyler yapmalıydı. Anneciği ona,
_Işıl haydi yavrucuğum, maskeni tak hemen veterinere gidiyoruz…
Işıl’ın gözlerindeki çaresizliğin yerini tebessüme bandırdığı coşku çığlığı aldı. Annesine dönerek
_Sen bir harikasın anneciğim…
Arabada avuçlarının arasına aldığı serçeye dışarıyı gösteriyordu. Bir yıldır kendi dünyasına gelen ilk misafirdi o. Arabanın camından bir canlı ile yaşamın en gerçek çığlığında buluşmak Işıl’a çok iyi gelmişti. Veterinerde tedavisi yapıldı. Eve geldiklerinde serçenin evin her odasında kanat çırpa çırpa coştuğunu gördü Işıl… Annesine,
_ Anneciğim bir gün ben de onun gibi uçarcasına koşacak mıyım? Kanadıma değen kan, beni özgür bırakacak mı? Soluğumda kelepçelenen çocuk yanımı verecek mi yaşam yeniden bana? Arkadaşlarım gibi yeniden tebeşir kokusuna, kalemin kurşuni şefkatine kavuşacak mıyım? Göğün gönlüme bakan penceresine koşmak için sokakları arşınlayacak mıyım yeniden? Kâğıt mendil satan çocukların gözlerinde gördüğüm hüznü dağıtmak için yanlarına oturup bende “kâğıt mendil” diye bağıracak mıyım? Mahallemizin yaşlı teyzelerinin poşetlerini taşıyacak coşkumu yeniden görebilecek miyim annem? Annem, ben yeniden çocuk olabilecek miyim söyle?
Annesi hıçkırığını yüreğindeki o saklı hicran odasında tutarak Işıl’a döner,
_Işıl’ım sabret yavrum… Sabret. Geçecek umut et. Umut olmadan yaşam olmaz ki. Bu serçe ile birlikte sen de iyileşeceksin inşallah. Kanatlarınız birbirine yoldaş olup yarının haritasında huzuru büyütecekler. Sabret yavrum…
Serçe bir o yana bir bu yana kanat çırpıp duruyor iyileşmenin tadını çıkarıyordu. Sanki tılsımlı bir güç uçmasını engelleyen acıyı bir an da alıp savurmuştu gecenin gerdanında gökkuşağı mayalayan sabaha. Kanadına değen coşkunun sesi, karanlığın koynunda bir türküye vurgun nakaratlar doğuruyordu. Dakikalarca odanın birinden diğer odaya kanat çırpıyor Işıl’ın soluğuna soluk oluyordu mutluluğu.
Sabah olmuştu. Bütün gece iyileşme ihtimalinin coşkusuyla kanat çırpan serçe yorgun düşmüştü. Işıl üzerine örttüğü yorganın onu kamçılayan ağırlığından sıyrılmak için silkindi. Sabahın geceden emanet kalan dinginliğini de alarak yanına pencerenin kenarına koştu. Serçenin kanadına dokunacak kendi kanadını onaracaktı bu umut ile! Odadaki duvarların her zamankinden sessiz olduğunu hissetti. Hatta pencereye en yakın duvarda önceden görmediği bir nem gördü. “Duvarın gözyaşı mıydı bu yoksa” diye geçirdi içinden. Sanki odasındaki duvarın pembe boyaları dökülmüş grinin o kasvetli siluetine bürünmüştü. Pencerenin önündeki gölge hiç kıpırdamıyordu. Uzun bir sükûnun koynunda sonsuzluğu doğuruyordu. Avuçlarına aldı serçeyi. Gözleri kapalıydı, kanatlarında dermansızlığın tutuk katılığı vardı. Soluğuna baktı! Serçe ölmüştü. Ne garip, adını bile koyamadan onu terk etmişti… Serçe ölmüştü…
Evin sessizliğini kapının zamana kafa tutan gıcırtısı bozdu. Paslı bir hüzün sardı evi. Duvarda asılan saat, akrep ve yelkovanını zamanın ketum bağrına bırakıp atmıştı kendini yere. Artçı sızılar acının depremini aşılıyordu gelecek an’ın nabzına. Sanki eve dair bütün soluklar kesilmişti. Sanki yaşamın doru atlar koşturan umut salıncağının ipini koparmıştı derin bir sessizlik! Sanki serçenin kanadı ile birlikte umudun kanadı da terk etmişti içinde sabır örülen huzur otağını.
Işıl’ın annesinin çığlığı bölmüştü duvarların ağıtını. Yavrusunun kirpiğinde birkaç damla yaş, akmamanın sadakatini ölümün beşiğinde sallamıştı! Işıl’ın nefes almadığını gördü. Benzi duvarların beyazlığına karışmıştı! Serçenin cansız bedeni Işıl’ın cansız bedenine yoldaş olmuştu.
Ölümün ertelemediği buluşmaya Işıl avuçlarında tuttuğu serçe ile gitmişti!…
Mehtap ALTAN
2012
Not: Bu yazı Çıngı Dergisinin Kasım/Aralık/2012 sayısında yayınlanmıştır…