HOŞ
Bazen bir rüyanın peşinden gitmek ister insan. Bir hayale, bir arzuya, bir “o anda ne hoşuna gidiyorsa ona” kapılır ya, bu akıntıya kendisini bir kerecik olsun bırakmalıdır. Hoş gelen şeyler var çünkü. Her gün… her yerde…
“Hoş”, güzel bir kadının ismimle bana seslenmesinde,
“Hoş”, yaşadığın yerin dışında farklı insanların yaşadığı ve mutlu göründükleri yerlere bir kartpostalda yahut televizyon kanalında rastlamamda,
“Hoş”, lezzetli bir yemek kokusunun peşinden gidip, ellerimle alelacele davranmamda
“Hoş”, yeri doldurulamayacak insanlarla ölümsüz bir resim çektirip seneler sonra “hey gidi günler” dememde…
“Hoş”, babaannemin diş kabına limon tuzu atıp uzaktan kıkır kıkır gülmemde…
Kısa söylemek gerekirse, “hoş”, her şeyi yapabileceğine inandıran o sezgide.
Evet “hoş” şeyler var hayatta. Oranı çok az olup, tesadüflerin imparatorluğunda yaşasa da...
“Hoş”u söylemek, “hoş”u dinlemek, “hoş”u izlemek, “hoş”u içten geçirmek bile farklı bir anı yaşatır insana. O anı bütün bir hayat sanmamızı ister.
Hoşuma gidiyor. Hoşsun. Hoşlanıyorum. Velhasıl hoş şeyler bunlar…
Fakat denk gelmesi zor, hatta belli bir yaştan sonra bir daha hiç gelmez diyenler var. Sanki henüz, “böyle yapmalıyım” yahut “hayır yapmamalıyım” diyene kadar geçen o kısacık sürede varlığını belli eder. Gördünüz gördünüz. Acaba deyip, kararsızlığın ipinde cambazı oynadığınızda bütün sihrini kaybedebilir. Gücenir, içerlenir, bir daha da uğramam şeklinde sitemler edebilir.
Daha önce bu evrende kaç kere yaşadığımı veya yaşayacağımı bilmiyorum. Ama şu an bilincinde olduğum bir yaşamım varken ve beni kendisinden ebediyen mahrum etmeden, bir kez daha herhangi bir “Hoş”un arkasından sürüklenmeliyim. O karşıda bir an parlayışına dikkat kesilmeliyim.
Her an kapı çalabilir ve bir yakının öldüğü haberi verilebilir. Ya da atıyorum süpermarkette ketçap reyonunda bakınırken üst raftan kalın bir kavanoz ışığımı söndürebilir. Garantisi yok hiçbir şeyin. Kefil değil kimse yaşama. Tesadüfün yarattığını tesadüf yok edebilir her an.
Kısaca şunu demek istiyorum; o kadar çok parçaladık ki hayatımızı, o kadar çok planlar yaptık ki, henüz gün başlamadan hangi aralıkta neler yapacağımızı belirledik (biliyoruz). Kendi halimi nazarı itibara aldığımda, bu aralar her zamankinden daha çok sıkıştığımı hissediyorum; habire ezen, bastıran ve sıkıştıran bir şeyler var üstümde, yanımda, arkamda. Anlatamıyorum tam. Ama siz anladınız ne demek istediğimi. Size de oluyor bu anlattıklarım bazen, değil mi?
“Ne yapmalı acaba, nasıl bir çıkış bulmalı?” diye düşünmekten de bir bok olmuyor. Bunu sabit tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Tabii her yöntem kişiye özel. Deneyebilirsiniz. Arayabilirsiniz. Ama tam da bu çözüm arayışından sıkılmışken o “hoş” çıkabiliyor karşınıza, benden söylemesi. İşte şu sıralar ben bunu keşfettim dostlarım. Önceden de bu kadar karşıma çıkıyor muydu, ya da ben mi görmezden gelip susturuyordum hatırlayamıyorum ama, ayartıyor, cazip geliyor namussuz. Sanki bir şeytan “yap hadi!” “kımılda!” deyiveriyor dibimde. Bence boş verin ne yapsak, nasıl çözsek olayını. Hakikaten diyorum. Zaten bu sorular bile o “çıkmaz”a hizmet etmiyor mu? Atın kendinizi o “hoş”un yoluna. Düşünmeden. Düşünce teftişe çıkmadan sırtından vurun onu. Bir kerecik. Bir defalık en azından, Hep doğru kabul gören şekillerde yaşama fırsatımız varken, özür dilemek, “bir daha olmaz abi!” ya da “kusura bakma abla!” demek, “tövbe Allah tövbe!” çekmek gibi enstrümanlar da hâlihazırda mevcutken bir defalığına “yaramazlık” yapalım…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.