Değişiyoruz Hep Beraber !
Dünya kirleniyor.
Çocuktum, dedem "çok değişti her şey oğul" derdi, anlamazdım.
Nasıl değişebilir insan?
"Çevre, dağlar, taşlar, yollar, sular nasıl farklılaşabilir ki?" diye düşünür bir türlü çıkamazdım işin içinden.
Babaannemin değiştiğine nasıl inanırım?
Ben bildim bileli o yüzü kırışık, ağzında dişleri olmayan, kırmızı yüzlü yaşlı bir kadındı.
Oysa dedem ona bakınca gülümserdi ve “Ah gidi günler “ derdi.
O zaman anlam veremediğim bu serzenişi şimdi tebessümle hatırlıyorum.
Dedem babaannemi bir başkasıyla evlenirken düğün gecesi telli duvaklı odasında oturup damadını beklerken düğün evini basıp kaçırmış.
Babaanneme bakıp “ bu yaşlı kadın için değer mi?” diye düşünürdüm o zamanlar.
Değişimi fark edememişim, yanı başımda olduğu halde.
Büyüklerimin üzüldüğü değişimin nasıl vuku bulduğunu anlamak için bir müddet beklemem gerekiyormuş.
Otuz yıl kadar "bir müddet" geçtikten sonra, bir zamanlar büyüklerimin her bahsedişinde güldüğüm " değişim" endişesi beni de kucaklayıp bir zamanlar meşhur olmanın yolunun geçtiği "rejisör yatak Odaları”na atar gibi kendi mecrasına çekti.
Ruhumu ele geçiren bu endişe sebebiyle yeni yetmelerin görüş alanımdan kaçırmaya çalıştığı müstehzi tebessümlerini fark edebiliyorum.
Fakat her halükarda "her şey değişti",eminim.
"Değişmeyen şey; değişimdir" diyen Herakleitos deneye dayalı ve duyusal bilgiyi sallamayan hallerine bayılıyorum.
Onun duyu organlarımızın kötü birer tanık olduğunu söylemesine de katılıyorum, bazen.
Felsefi derinlikte boyumuzun ölçüsüne bakmadan daldığımız “değişim” bizim penceremizin mütevazı görüş alanı içerisindeki bütün farklılaşmaları konu alıyor aslında.
Eskiden benim köyümdeki bütün evler tahtadan yapılırdı. Evin sağ ve sol yanındaki kapılar açık tutulur, kış gelince sadece akşam olunca örtülürdü. Daima açık olan bu giriş kapılarından geçince ikinci “namahrem” kapısı vardı. Gelen misafir veya yabancı bu iki kapı arasında yüksek sesle selam verir, içerden gelen cevaba göre ikinci kapıyı açabilirdi.
Köyde ilk betonarme evi yapan aile olarak ilk zamanlar komşularımızdan bolca fırça yedik.
Ve biz yaşlı bir köylü halamızın dediği gibi “ Bu köyde ilk defa kapısı kilitli evi olan” bizlerdik.
Bu sebeple bize ilk zamanlar ziyaretçi pek gelmezdi. Aslında gelirdi de içeri giren olmazdı. Zira şehir planlarına göre yapılan evimizin kapısı kilitliydi ve kapının sağ yanında “kanarya ötüşlü” çağdaş bir zilimiz vardı.
Fakat köydeki komşularımız daima sonuna kadar açılan yüreklerine ve kilerlerine benzeyen kapılara alışıktı.
O günden sonra kilitli “dış kapı” sonuna kadar açıldı gelen gidene.
Değişim böyle bir şey olsa gerek.
Ya da değişimin sancısı !
Biz babamızın yanında divanda yan yatamazdık.
Ve kirletmezdik de dünyayı bu kadar.
İmkânlarımız olmadığından dünyayı yeterince harap edemediğimize inanıyorum.
O zamanlar elimizden geleni de esirgememiş dünyanın kalbine saplamışız. Biz de elimizden geldiği kadarıyla dünyayı kirletmeye çabalamış, gayret etmiş bir nesiliz.
Dünya bu gün yaşanmaz bir hal almışsa, sebep insanoğlu değil mi?
Bütün çöp dağlarının oluşmasının, deniz kirliliğinin, hava kalitesinin düşmesinin, denizlerdeki balıkların azalmasının, kuşların yok olmasının, arıların toplu ölümlerinin sebebi “biz” değil miyiz?
Milyonlarca kilometre kanalizasyon ağlarının oluşmasını sebebi sizce “gergedanlar “ mı?
O zaman boynuzlar kimin için?
Daha doğrusu “Çanlar kimin için çalıyor?” diye sormalı insan.
Çanlar bizim için çalıyor.
Çanı çalanın da bizzat bizler olduğunu hatırlatırım.
Anlamak için otuz yıl beklemek gerekmez.
Kullandığımız ürünlerin bedenimizde yaptığı tahribatı anlamak için hastanelerin özellikle “Onkoloji” servislerine bir bakınız.
Deri ve zührevi hastalıklar, kalp damar hastalıkları her geçen gün artıyor.
Ölümlerin ilk sebepleri arasına girmek için yarışan yeni virüs ve hastalıklar ortaya çıkıyor.
Sakın insan neslini yok etme planlarını “karıncaların” yaptığını sanmayın.
Bence “sivrisinekler” de masum bu konuda.
İlk önceleri “ doğaüstü” varlıklardan şüphelendiysem de, yaptığım görüşmeler neticesinde onların “bana dokunmayan insan bin yıl yaşasın” düşüncesinde oldukları ortaya çıkınca tekrar başımı gökyüzüne çevirip uzaydan gelebilecek tehditler hususunda araştırmalar yapmak zorunda kaldım.
Eldeki teknik imkânsızlıklar neticesinde uzaydan gelen sinyallerin tehdit oluşturabilmesi için milyonlarca masraf yapıp kulak kabartmaya gerek olmadığına karar verdim.
En azından adamların sinyalleri tehdit olsa herkesin duyabilmesi ve etkilenmesi gerekir ki böyle bir durum yok ortada.
Duyulmasın diye kendi frekanslarında yayın yapıyorlar.
Biz de en son icat dinleme cihazlarıyla algı eşiğimizi aşıp bir “didit “ bekliyoruz heyecanla “Duydum! Uzaylılar dedi ki; didit didit” diyebilmek için.
Fakat köyümüzün vefakâr ve cefakâr kadınları bulaşık yıkarken kullandığı kimyasalların en büyük, en değerli hazineleri olan Kara kovan Petekleri dolduran bal arılarını zehirlediğini ne zaman fark edebilecek?
Daha çok ürün almak, çok daha fazla kar edebilmek için toprağa attıkları kimyasal gübrenin yağmur sularıyla akıp içme suyu depolarına dolduğunu, evdeki musluklardan zehir aktığını bu sebeple “Çernobil” e yüklenen “ onkolojik kiralık katil” damgasının o gübre çuvallarına da vurulması gerektiğini anlayabilecek mi?
Adeta “bağ bozumuna “ uğrayan Anadolu köylüsünün ahırlarını boşaltıp evinde kullanmak zorunda kaldığı “margarin” in her yıl binlerce “by pass” a sebebiyet verdiği düşünülüyor mu?
Sigaranın sadece kullanıcısını değil, yanına yaklaşanı, aynı mekanda yaşayanı da zehirlediği hala anlaşılamadı mı?
Ya cep telefonlarımız?
Nükleer santrallerin faydalarını saymayacağım. Zamanınızı almayayım boşuna.
Baz istasyonları, yeni çıkan gıda boyaları, yapay tatlandırıcılar, kanserojen kimyasallarla üretilen çocuklar için tasarlanan oyuncakların verdiği zarar ne zaman anlaşılacak?
Otuz yıl sonra mı?
Bence beklemeyin.
Otuz yıl sonra kim bilir nerde olacağız?
Benden söylemesi.
YORUMLAR
Erolabi, bu değişimi hepimiz biliyoruz da, bilmez görmezden mi geliyoruz. Baz istasyonu istemiyoruzz diye bangır bangır bağırıyoruz ama cep telefonundan hangimiz vaz geçiyoruz. Bence, değişim bir yana, arz talep meselesi...
Saygılar...
erolabi
Bu arz ve talebi yaratan saiklerin neler olduğuna ve hakiki taleplerimizi karşılamak için yapılıp yapılmadığı hususuna dikkatinizi çekerim.
Karşılanan ihtiyaçlar bizden çok satıcıların olduğu kanaatindeyim.
saygı ile.
değişim her şeye yakışıyorda bir tek sevgilere duygulara saygılara fazla etken olmasaydı...sağol erolabim sağol dedende harbi adammış hani nur içinde yatsın...saygılar
erolabi
Onlar da değişti ne yazık ki.
İçleri boşaldı kavramların ve biz kuklaya döndük haberimiz olmadan...
saygı ve selamlarımla.