- 1244 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
DARBELERLE YÜZLEŞMEK (VI)
“… Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam uzaktan, bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır.
Onların yeniden doğuşları şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak vuku bulacaktır. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellemelere rağmen engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır.
Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünde yok olacak, yerini; milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı alacaktır.”
-Mustafa Kemal ATATÜRK-
Atatürkçü düşünce devletten dışlandıktan ve II. Dünya Savaşı sonrasında SİYASİLERİN ALDIĞI KARARLA “Yeni Dünya Düzeni”ne çevre ülkesi olarak eklenen Türkiye, bağımsızlığını yitirmiş, ülke içi ve ülke dışı kararlarını tek başına alabilme yeteneğini kaybetmiştir.
Bu siyasi karar ile Türkiye, 1946 yılına kadar sahip olduğu değerlerden uzaklaşmış, dünya egemenlerinin emirlerini yerine getiren, getirmediği takdirde açlıkla cezalandırılan bir ülke konumuna gelmiştir. 1946 yılında bir sistem değişikliği olduğunu ( eksen kayması olarak okunabilir) zamanın Başvekili Recep PEKER şöyle ifade etmiştir: “Sistemi değiştirmemiş olsaydık, dünya ticaret nizamı içinde ister istemez tecrit edilmiş bulunacaktık”
Sonradan anlaşılmıştır ki sistem değişikliği ile ülke, çakallara (emperyalistlere) teslim edilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan ekonomik politikalar sonucunda büyük sıkıntılarla biriktirilen servet, liberal ekonominin uygulanmaya başladığı 1950 yılından sonra, birkaç yıl içinde el değiştirerek sömürücülerin ceplerine gitmiş, Türkiye bu sömürücülere yem edilmiş ve bunların insafına teslim edilmiştir.
Atatürk Cumhuriyeti kurarken, emperyalistlerle savaşmamış mıydı?
Bu emperyalistleri yenmemiş miydi?
Ve verdiği mücadele, tüm mazlum milletlere(sömürülenler) ışık kaynağı olmamış mıydı?
“Bağımsızlık benim karakterimdir” dememiş miydi?
Ne oldu da mazlum milletlere örnek teşkil eden bağımsızlık düşüncesinden vazgeçtik?
66 yıldır yaşadıklarımızı düşündüğümüzde, acaba sistemi değiştirmemiş olsaydık, Atatürk’ün bize gösterdiği yolda ilerleyebilseydik, bugünden daha kötü bir durumda mı olurduk?
Yeni Dünya Düzeninde artık ülkeler topla tüfekle işgal edilmiyor, ekonomi ile teknoloji ile bilgi ile ve kültür ile işgal ediliyor.
Türkiye’nin bugün, bu tür bir işgalin altında olduğunu düşünüyorum.
1961 anayasanın getirdiği geniş hakların da etkisiyle 60’lı ve 70’li yıllarda, gençliğin değişik kesimlerine yönelen çok sayıda kitap ve broşür yayınlandı. "Din" örtülü yayınlar, ulusçuluktan uzak "milliyetçi" kitaplar, "sosyalizmi" anlatan çeviriler, alışılmamış bir yoğunlukla piyasaya sürüldü. O günlerde, Ankara’da Zafer Çarşısı denilen yerde, bu kitaplar çokça satılmakta idi. Benim de kitaplığımda, o tarihlerde oradan satın alınmış kitaplar (bir kısmı kitaplığımdan çalındı –kitap için bu kelimeyi kullanamıyorum ama- alınmış) hâlâ var.
Bu kitapların tümünün ortak hedefi, Türk Ulusçuluğu ve onun somut ifadesi olan Atatürkçülüktü.
Bir kısım gençler ulusal bağımsızlık hareketlerine sahip çıkıyordu ama Atatürk’ü değil, Lenin’i, Mao’yu ya da Ho-Şi Ming’i okuyorlardı.
Amerika’nın soğuk savaş döneminin başından beri uyguladığı “Çevreleme” stratejisi içinde değerlendirilen “Yeşil Kuşak” projesi ile Türkiye’de dinci akımlar yaratılıyor ve destekleniyordu.
1950 yılı öncesindeki darbe girişiminde görev alan, 1960 darbesi içinde bulunan ve Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan dönemin (28 Mart 1966- 28 Mart 1973) Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay 1968’de: "Biz devletin kilit merkezlerine yerleştireceğimiz kişileri İmam-Hatip okullarında yetiştiriyoruz" diyordu.
Bu söylem bile kimlerin, kimin emrinde olduğunu ve bugünkü düzenin kimler eliyle kurulduğunu anlatmaya yeterlidir sanıyorum.
Kabahati uzaklarda aramayalım. O gün Türk Ulusçuluğundan ve Atatürkçü düşünceden yoksun olarak yetiştirilen gençler, bugün kemale erdiler ve ülkeyi yönetiyorlar.
Maksadımın bunları anlatmak olmadığını daha önce ifade etmiştim.
Gelin biz yine konumuza dönerek ekonomik gelişmelerin baskıcı müdahaleleri nasıl etkilediğini incelemeye devam edelim.
Aslında hikâye ve Türkiye’nin rayından çıkma girişimlerine karşı uygulanan şablon hep aynı. Değişen, sadece zaman ve kişilerdir.
Türkiye; IMF, Dünya bankası (bunları ABD diye okuyabilirsiniz) ve OECD’nin tavsiye ve baskılarıyla 1963’den itibaren ithal ikameci kalkınma modeline -askerlerin gözetiminde- geçerek, beşer yıllık kalkınma programlarını uygulamaya başlamıştır.
Kalkınma programlarının uygulanmasına başlanmasından yaklaşık bir sene sonra Türk siyasetinde çok önemli bir olay oldu. Tarih sayfalarına "Kanlı Noel", olarak geçen ve 20 Aralık/21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıslı Türklere karşı Rumlar tarafından silahlı saldırılar başlatıldı. Çıkan olaylar sonucunda Rumlar, çoluk çocuk demeden 364 Kıbrıs Türkünü katlettiler ve devamında olaylar tırmanarak devam etti.
Bu olaylar üzerine Türk Hükümeti 2 Haziran1964 tarihinde, tek taraflı olarak Kıbrıs’a çıkarma yapacağını ilan etti ve gerekli hazırlıklara başladı. Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de askeri hareketlilik artmaya başlamıştı. Yaşanan gelişmelerden rahatsızlık duyan ABD, bölgede çıkacak bir savaşı kendi stratejik çıkarlarına aykırı bulmaktaydı.
Bu nedenle Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacıyla, ABD devreye girme ihtiyacı duydu. Başkan Johnson tarafından kaba ve aşağılayıcı bir üslupla yazılan mektup 5 Haziran 1964’te Türkiye Başbakanı İNÖNÜ’ye iletildi.
Mektup uzunca bir mektuptur. Tamamını yayımlayarak zamanınızı almak istemediğimden mektubun satırbaşlarını sizlere aktaracağım.
Mektupta; • Türkiye’nin Adaya tek taraflı müdahalesinin Türk ve Yunan tarafları arasında savaşa yol açabileceği ve NATO üyesi olan bu iki ülkenin savaşmasının kabul edilemez olduğu ifade edilmiş,
• Türkiye’nin müdahale kararı almadan önce müttefiklerine danışması gerektiği anımsatılmış,
• Ayrıca bu savaşın Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye müdahale ihtimalini doğuracağı ve NATO’nun böyle bir durumda Türkiye’yi savunma konusunda isteksiz olacağı ima edilmiş,
• ABD’nin Türkiye’ye sağladığı askeri malzemenin bu müdahalede kullanılmasına izin verilmeyeceği belirtilmiştir.
İnönü’nün, mektubu okuduktan sonra bir toplantıda “Dünya yeniden kurulur ve Türkiye bu dünyada yerini alır” dediği söylenir. Ancak ne Dünya yeniden kurulmuş, ne de Türkiye bu dünyada yerini alabilmiştir. Mektubun ardından müdahale kararından vazgeçilmiştir.
Türkiye 1946 yılında bağımsızlık düşüncelerinden uzaklaşarak, kendini ABD’nin menfaatleri doğrultusunda konumlandırmanın ve Milli menfaatlerin korunmasında alması gereken kararları tek başına alamadığı gerçeğini çok acı bir biçimde görmüş ve öğrenmiştir.
Bu olaydan sonra Türkiye, ABD’ye güvenemeyeceğini anlayarak uluslararası ilişkilerini çeşitlendirme gayretlerine girmiş, bu anlamda Sovyetler Birliği ile ilişkilerini sıkılaştırmıştır.
Uygulanan kalkınma planları başlangıçta bir rahatlama sağladıysa da iç piyasaya yönelik üretim montaj sanayinden öteye geçememiş, daha çok radyo, buzdolabı, elektrikli süpürge, otomobil gibi dayanıklı tüketim maddelerini üreten mallara yönelinmiştir. Teknoloji ve yatırım mallarının üretilmesi sağlanamamış ve üretim için gerekli olan ham madde ile ara malları da dışarıdan alındığı için ekonomide dışa bağımlılık devam etmiş böylece Türkiye döviz darboğazına doğru sürüklenmeye başlamıştır.
10 Ekim 1965 tarihinde yapılan genel seçimler soncunda AP 240 milletvekiliyle meclise girdi ve 27 Ekim 1965 tarihinde Sami Süleyman Gündoğdu DEMİREL başkanlığındaki Hükümet göreve başladı.
Süleyman DEMİREL, uygulanan planlarla yeterli kalkınmanın sağlanamayacağını görerek, ülkenin daha büyük çapta sanayileşmesi ve bu sanayiyi destekleyecek enerjinin üretmesini düşünüyordu. Demirel’in bu isteğine IMF uzmanları olumsuz yanıt veriyor, yapılan kalkınma planlarının uygulanmasını istiyorlardı.
1969 genel seçimlerinde AP yeniden iktidar oldu.
ABD’nin, 1964’de yaşanan mektup olayından beri Türkiye’ye kızgınlığı devam ediyordu. Bir taraftan CIA vasıtasıyla toplumsal olayları yönetip yönlendirirken, bir taraftan IMF eliyle ekonomiyi çıkmaza sürüklüyordu.
Süleyman DEMİREL bu açmazdan kurtulmak için Rusya’nın kapısını çalarak kurmayı planladığı sanayi tesisleri için kredi talebinde bulundu. Görüşmeler sonunda Seydişehir Alüminyum Fabrikasının kurulmasına karar verilerek 1969 tarihinde inşasına başlandı. İskenderun Demir-Çelik fabrikasının kurulması için de anlaşarak planlama çalışmaları başlatıldı (Bu fabrikaların kurulma düşüncesi Menderese aittir. Her iki fabrika da ilerleyen yıllarda kurularak üretime başlamıştır. Bugün hâlâ üretimleri devam etmektedir), IMF ile ilişkileri yumuşatmak için, yapılmasını dayattıkları devalüasyonu 10 Ağustos 1970 tarihinde yaptı. Böylece Türk lirasını değeri ABD $’ı karşısında %40 değer kaybetti.
1961 Anayasasında belirtilen hedefe ulaşılamadığını ve ihtilalden sonra Atatürkçü çizgisinden uzaklaşıldığını düşünen bazı subaylar, 60’lı yılların ortalarından itibaren devam eden toplumsal olaylardan ve gelinen ekonomik durumdan rahatsız olmaya başlamışlar ve Türkiye’nin yönetimine Atatürkçü düşüncenin hâkim kılınması için darbe planlama çalışmalarına başlamışlardır. Liderliğini Cemal MADANOĞLU’nun yaptığı darbeciler, 9 Mart 1971 günü darbe yapmaya karar vermişlerdir. Ancak o tarihlerde MİT içinde görevli olan Mahir KAYNAK’ın, dönemin Genelkurmay Başkanı olan Org. Memduh TAĞMAÇ’a bu planlamayı ihbar etmesi üzerine plan açığa çıkmış, darbe gerçekleştirilememiştir.
Gelişen duruma hâkim olabilmek için 12 Mart 1971 tarihinde Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’a mektup şeklinde verilen Muhtıra, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu tarafından imzalanmıştır.
Muhtıra şöyle idi:
“Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek, anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.
Bilgilerinize…”
Bu muhtıra sonrasında 26 Mart 1971 tarihinde Süleyman DEMİREL şapkasını alarak hükümetten ayrılmış, yerine askerlerin isteği ile İsmail Nihat Erim Başbakan olarak görevlendirilmiştir.
Nihat ERİM, ekonomiyi rayına sokmak için Amerika’da IMF’de görevli Atilla KARAOSMANOĞLU’nu çağırarak Başbakan Yardımcısı olarak Hükümette görev vermiştir.
……………………………………………
Atilla KARAOSMANOĞLU
(D. 1931, Manisa- halen yaşıyor)
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (1954) bitirdi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde doktora yaptı. Harvard ve New York Üniversitesi’nde geçici öğretim üyeliği yaptı. Sırasıyla İktisat Planlama Daire Başkanlığı, OECD Kıdemli Bilim ve Teknoloji Planlama Müşavirliği yaptı. Nisan 1966’da Dünya Bankası’na girdi.
1971 Başbakan Nihat Erim tarafında Türkiye’ye başbakan yardımcılığı için çağırıldı, 1972’debu görevden istifa etti. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne başvurdu, öğretim kurulu hocalığını onayladı, mütevelli heyeti iş vermek istemedi,1972 Dünya Bankası’na döndü. Sonuçta Dünya Bankası’nda 5 ve 22 yıl olmak üzere toplam 27 yıl çalıştı. Dünya Bankası’nda Başkan Yardımcılığı’na kadar yükseldi.
(Özgeçmiş internetten alınmıştır)
…………………………………
Askerler bu defa, silahlarıyla olmasa da, ekonominin yeniden rayına girmesini (bunu ABD’nin ekonomik menfaatlerini temin olarak okuyabiliriz) bir muhtıra ile ve ABD çıkarlarını göz ardı edenleri iktidardan uzaklaştırarak sağlamışlardır.
Muhtıra sonrasında, askerlerin gözetiminde, iktidar olan Hükümetler(1973 seçimlerine kadar biri geçici olmak üzere dört hükümet kurulmuştur) • IMF ve ABD’nin ekonomik isteklerini yerine getirmişler,
Ayrıca;
• 1970 yılında yapılan devalüasyonla birlikte dayatılan, ihracatı özendirici ekonomik tedbirleri sorunsuz şekilde almıştır.
• Artan işçi taleplerine önlemek için grev yasağı getirmişler,
• KİT ürünlerine yüksek fiyat uygulayarak mallara olan talebi azaltmışlardır. • Başta Tümg. Celil GÜRKAN olmak üzere 9 Mart girişiminde görev alan çok Atatürkçü kadro ve çok sayıda subay ordudan tasfiye edilmiş,
• Muhtıra sonrasında yapılan sorgulamalarda, 9 Mart girişimine FarukGÜRLER’in ve Muhsin BATUR’un önce destek verdikleri sonra bu desteği çektikleri ortaya çıkmış,
• TİP ve DİSK kapatılmış,
• 26 Ocak 1970 tarihinde Siyasal İslam Akımının öncüsü olan Milli Nizam Partisi kurulmuş,
• 20 Mayıs 1971 tarihinde artan işçi talepleri karşısında bir güç oluşturmak için sermaye sahiplerini bir araya getiren TÜSİAD kurulmuştur.
İfade edildiği gibi “Atatürk’ün gösterdiği hedefe ulaşmak” için verilen Muhtıra, söylenildiği/yazıldığı gibi olmamış, söylem ile eylem birbirini desteklememiştir. Muhtıra sonrasında askerler eliyle kurulan ortam ile ABD’nin bölgedeki menfaatlerini temin eden toplumsal ve ekonomik düzene yeniden işlerlik kazandırılması sağlanmıştır.
1970’li yıllar Dünya ekonomisinin sancılı yıllarıdır. ABD’nin 15 Ağustos 1971’de parasını altına göre ayarlamayacağını ilan etmesi sonunda Bretton Woods diye anılan para sistemi çökmüş, uluslar arası ticarette yeni bir yapılanmaya gidilmiş, ABD ekonomisi enflasyonlarla sarsılmış, üst üste gelen petrol krizleri dünya ekonomisini etkilemiş, dünya ekonomisinin patronları ekonomide uygulanan Keynes’çi modelden vazgeçerek neoliberal ekonomiye geçmişlerdir.
Türkiye’de ise bu ekonomik modele geçişin sancıları çok büyük oranda hissedilmiş, CIA destekli toplumsal olaylar halkın günlük yaşantısını büyük ölçüde etkilemiş, döviz sıkıntısı ihtiyaç mallarının karaborsaya düşmesine sebep olmuş, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında uygulanan Amerikan ambargoları ile zor yıllar geçirmiştir. Türkiye’nin bu zor yıllarında yanında sadece maddi olarak destek Kaddafi olmuştur.
Kaddafi o yıllarda emperyalistlerin Türkiye’ye uyguladıkları ambargoya aldırış etmeden yaptığı yardımların mükâfatını(!) 2011 yılında Türkiye’nin, emperyalistlerin yağmacı ordularına erkete (gözcülük) görevi sırasında almıştır(!). Türkiye, ne kadar kadirşinas olduğunu bu vesile ile gösterme olanağı bulmuştur.
O Kaddafi ki, 23 Temmuz 1978 tarihinde Türk gazeteciler ile yaptığı görüşmede Türkiye için şunları söylemişti;
“…Emperyalistler, Türkiye’de istedikleri hegemonyayı kurdular ve Türkiye’yi kendilerine laik olmayan bu duruma getirdiler…
…Büyük bir milletsiniz, Amerika kadar olmanız gerekir, nasıl olur da Türkiye Amerika’nın merhameti altında yaşar?...”
Ne yazık ki, Kaddafi’nin açıklıkla gördüğü gerçeği Türkiye’yi yöneten basiretsiz yöneticiler görememiş ya da görmek istememişlerdir.
Bir sonraki yazımda, 12 Eylül 1980 darbesine giden yolda gelişen ekonomik olayları ve Türkiye’ye yansımaları ile sonuçlarını inceleyeceğim.
Bekir GÜÇLÜER
YORUMLAR
Sayın Güçlüer " ekonomik bilgi düzeyim " mutemedin verdiği parayı o ay dağıtmam gerekli yerlere paylaştırmakla sınırlıdır. Çok şükür bunca zaman içinde kooperatif üyeliğimin üç yıllık çok sıkıntılı bir kesiti hariç başarılı oldum.
Yazınızda darbeleri okuyacağım diye kurguluyordum kendimi hep.
Meğer darbelerin gizli planlamaları " kasalardan " başlıyormuş... Eminönü İş. Bankasının önünde askerliğe başlayıp yine aynı iş bankasının önünde son nöbetini tutup terhis olan ve sen nerede askerlik yaptın diye sorulduğunda " Eminönü İş. Bankasında " diyen garibimin darbe talimatıyla ilgisi bu " kasa " meselesiymiş...
Sayın Güçlüer bu güzel yazı dizisinin, dünyanın saklı gerçekleri olarak, sandığa oy vermeye giden " HERKESE " anlatılıp, öğretilmesi lazım. İşte o zaman memleketime demokrasi gelir ve o zaman TSK asli görevinin dışında sadece bayramlarda tören geçişleri için şehre iner.
Çok yararlanadığımı ifade ederek, teşekkür ediyor, tebrik ediyor, selam sevgi ve saygılarımı sunuyorum...
bekir güçlüer
Ziyaretiniz ve kıymetli değerlendirmeniz için teşekkür ederim.
Siz ekonomiyi benden iyi biliyor ve uyguluyormuşsunuz anlaşılan.
Ben aldığım maaşı paylaştırmayı bile beceremedim ::-))
Fakat şunu iyi öğrendim : Koca koca yetkililer çıkıp süslü sözlerle "devaliasyon yapıyoruz, paramızın değerini düşürüyoruz "dedikleri vakit artık biliyorum ki uluslar arası bir soygun var ve halk soyuluyor! Gerisi bu soygunu şirin göstermek için söylenen boş laf.
İktisatçılar her bireyin "homos ekonomikus" yani, her şeyi bilen sonuçlarını gören ve buna göre karar veren akıllı insan olduğunu söylüyorlar. Eh böyle olduğumuzu bilmesek de bize de uçundan kıyısından bulaşmıştır homos ekonomikus'luk!
Selam ve saygılarımı sunarım.
bekir güçlüer
ziyaretiniz, beğeniniz ve değerlendirmeniz için teşekkür eder, saygılarımı sunarım