AYNALAR VE İNSANLAR
Gözlerini yavaşça araladı. Kardeşinin yatağındaydı gene. Ne kadar uyuduğunu merak etti, ama saatin kaç olduğunu anlayabilmesi için gözlerini ovuşturması gerekti. Görüntüler daha yeni netleşmişti. Eve geldiği gibi yatağa girdiğini hatırladı. Şimdi ise akşam olmak üzereydi, neredeyse beş saat uyumuştu. İstemeyerek çıktı yataktan. Yavaş hareketlerle doğruldu. Birkaç dakika ayakta bekledikten sonra, banyoya doğru yürüdü. Elini yüzünü yıkamazsa eğer açılmayacaktı uykusu...
Banyoya girer girmez ağır bir kokunun varlığını hissetti. Annesi yine oda parfümünden sıkmıştı anlaşılan. Buram buram lavanta kokuyordu banyo. Halbuki ne kadar nefret ederdi lavanta kokusundan. Bir an önce banyodan çıkabilmek için hız verdi hareketlerine, midesi bulanmaya başlamıştı bile…
Lavaboya doğru yürüdü, musluğu açtı. Acele etmekten vazgeçip durdu lavabonun önünde ve suyun akışını seyre daldı…Bu görüntü banyodaki kokuyu bile unutturmuştu ona…
Akıp giden her şeye karşı bir sevgisi vardı, zaman dışında… Çünkü zaman akıntısına karşı konulamayandı. Akan her şeyi durdurabilirdi ama zamana gücü yetmiyordu… Bu kimi zaman çok canını acıtıyordu ya, kimi zaman da merhem oluyordu yaralarına… Zaman… Bir türlü içinden çıkamadığı müphem kavram… Daha fazla düşünmek istemiyordu zamanı ve beyni konuyu değiştirmeleri için komutunu vermişti bile bütün sinirlere.
Tekrar suya odaklandı. Bütün damlacıklar kenetlenmişlerdi birbirlerine, aralarında boşluk bırakmamacasına. Hepsi aynı meçhule doğru kayıp gidiyordu. Değdikleri her yeri kirlerinden arındırarak, bütün istenilmeyenleri alarak ilerliyorlardı. Özgürlerdi akmalarını önleyecek bir engelle karşılaşana değin…Her dem yenilenip geliyordu bütün damlacıklar… Akmak; sessizce kimsenin canını acıtmadan gitmek değil miydi aslında? Ya da bütün gitmeler acı mı verirdi insana? Gidenleri düşündü… Ne çok insan yas tutuyordu gidenlerin ardından…
Gidenler ise hiçbir şey umurlarında değilmiş gibi akıyorlardı yatağını değiştiren bir akarsu gibi başka mecralara… Gitmeler yalnız arkada kalanlara acı veriyordu anlaşılan… Ya da bütün gidenler hüzünlerini de akıtıyorlardı yeni mecralarına… Ama kesin olan tek bir şey vardı: Akmak gibi estetik olsa bile bütün gitmeler hüzün doluydu işte.
Musluğu açtığını ama sadece seyrettiğini fark etti, düşünceleri biraz durulunca… Ellerini gezdirdi suyun altında,biraz daha oyalandı ve nihayet yüzünü de yıkadı.
Beyni karabulutların ev sahipliğini yapan gökyüzü gibiydi. Ve eğer bir an önce durdurmazsa düşüncelerini, çiselemeye başlayan yağmur vakit kaybetmeden bir sağanağa dönüşecekti.
Bir kez daha yıkadı yüzünü. Bir tarak gibi kullanıp parmaklarını, biraz şekil verdi dağılan saçlarına. Kafasını kaldırınca aynadaki aksini fark etti. Umutsuz ve yorgun bir yüzdü karşısında gördüğü… Gözleri hazan bulutlarının meskeni olmuştu, fırtınadan kaçan bir geminin limana sığınması gibi düşüncelerinden kurtulmak için uykuya sığınmaya başladığı günden beri… Dudakları sabit bir şekil almış kıpırtısız öylece duruyorlardı… Ne zamandır gülümseyemediğini düşündü. Dudaklarının ucunda, küçük de olsa bir mutluluk kırıntısı olurdu. Minik bir tebessüm bile tertemiz bir havayı solumuşçasına rahatlatırdı onu. En çok rahatlamaya ihtiyacı olduğunda ise; gülümseyemiyordu. Bütün sıkıntısını içinde biriktirmesini istercesine sımsıkı kenetlenmişti dudakları. Ayırmaya güç yettiremiyordu.
Yüzünü daha fazla seyretmek istemedi. Gözlerini aynanın üzerinde gezdirdi. Kendisine ait bir görüntüsü bile olmayan zavallı bir nesneydi karşısındaki. Başkalarının görüntüsüne bürünmeye mahkum… Bir şekli vardı aynanın ama bir resmi yoktu işte. Geçtiği yerlerin renklerine boyanan bukalemun gibi, o da karşısındakilerin kılığına giriyordu.
Zavallıydı aynalar… Sadece yansıtmakla yükümlü oldukları için… Sahip oldukları hiçbir şey olmadığı için… Sahip olabildikleri bütün görüntüler ise anlık ve emanet olduğu için… Ne kadar da insanlara benziyorlardı aslında. Çoğu kendilerine ait olmayan elbiseleri giymiş insanlara… Sadece görüntüden ibaret olan insanlara… Aynalar farkındaydı, ellerine geçirdiklerinin gerçek sahibi olmadıklarının. Peki ya insanlar?! Üç beden büyük kıyafetleri içinde pazarlarken kendilerini, giydiklerinin gerçek sahibi olmadıklarının farkındalar mıydı acaba?
Aynalar bir görüntüye sahip olmayan zavallılar… İnsanlarsa çoğu kendilerine ait olmayan görüntülerin ardına gizlenmiş zavallılar… “Ne fark vardı aralarında?”diye düşünmemek içten değildi. Aynalar dürüsttü en azından… Yansıttıkları görüntüleri sahiplenmiyorlardı. Olanca açıklığıyla hiçbir makyaj hilesine başvurmadan gösteriyorlardı karşısındakileri… Güzelliği nasıl anlatıyorlarsa çirkinliği de öyle anlatıyorlardı… İkiyüzlülük yapmıyorlardı yani… Açık açık cevaplıyorlardı sorulan her soruyu. Kaçamak cevapların ardına gizlenmiyorlardı. Ya insanlar?
Lunaparktaki aynalarda dolu odaları hatırladı birden. Olmadığınız kadar uzun ya da kısa, şişman yada zayıf gösteren aynalar. Onların yaptıkları da aykırı değil miydi dürüstlüğe? Ama haksızlık etmemeliydi aynalara. Zira bu düzeneği kuran da insandı. Aynayı yalan söylemek zorunda bırakan; sahip olmadığı bir görüntünün ardında yaşamasının ne kadar sırıttığının farkında olmayan insan değil miydi? Kendisini hiçbir zaman tam olarak takdir edemeyen insan. Olduğu gibi görünmeyi yada göründüğü gibi olmayı öğretmeliydi hepsine yoksa yürümezdi bu hayat… Kocaman bir paketin içinden çıkan küçücük hediyeler gibiydi etrafındaki insanlar ve en az onlar kadar hayal kırıklığı yaratıyorlardı…
Düşünmeye ara verdi kısa bir süre için… Hala banyodaydı; Aynanın karşısında durmuş hem seyrediyordu aynadaki anlık ve emanet görüntüyü hem de kaç zamandır içini bunaltan fikirlerini sıralıyordu bir bir… Eleştirmeyi kendisine iş edinenleri sevmemişti oldu olası… Sadece konuşanları, sadece fikir üretenleri de sevemezdi… Söylenenler yapılmadıkça bir işe yaramadığına göre bir anlamı da yoktu bu eylemlerin. Ama şu son günlerde herkesi ve her şeyi eleştiriyordu… Hatta eleştirmekten bile sıkılmıştı, sadece seyrediyordu… Güç yettirememişti insanları kendilerine ait olmayan görüntülerin içinden çekip almaya… Ve yılmıştı çok çabuk… Etrafının sadece görüntülerle dolu olmasına dayanamıyordu artık… Kendisini büyük hayal kırıklığına uğramış gibi hissediyordu… Hiçbir şeyini kaybetmemişti umudu ve hayallerinden başka…
Önüne kocaman hediye paketleri konulmuş bir çocuk gibiydi. Her hediye paketini seyrediyordu önce, anlamaya çalışıyordu içinde ne olduğunu. Sonra sevgi dolu elleriyle, yavaş yavaş sanki acıtma ihtimali varmış gibi canını yakmamaya çalışarak açmaya başlıyordu hediye paketlerini… Ama her kutudan şatafatlı görkemli ve büyük paketlerin aksine, işe yaramaz küçük şeyler çıkıyordu. Ve açtığı her bir hediye paketinden sonra bir hayali daha yıkılıyordu… Sükut-u hayale uğruyordu yani kelimelerin tam anlamıyla. Ve hediyeleri gördüğünde küçücük bir çocuk gibi heyecanlanan yüreğinin atışları, bir bir açılan paketlerden sonra gittikçe yavaşlıyordu. Karşılaştığı ve güvendiği her insanın ona bu duyguyu yaşatmasından fazlasıyla yorulmuştu… Güçsüzleşmişti giderek… Yıkılan her hayali yüreğinde bir yara izi bırakıp gitmişti. Şimdilerde ise, yüreği bu izlerden görünmüyordu.
Annesinin sesi geldi içeriden. Yemeğe çağırıyordu. Dalgınlığından sıyırdı bu ses onu. Duyuları tekrar algılamaya başladı ve keskin lavanta kokusunu fark etti hemen… Midesi ilk tepkileri vermeye başlamıştı bile… İçin için kızdı annesine kaç sefer bu kokuyu almamasını ya da en azından onların eve gelişlerine yakın saatlerde sıkmamasını rica etmişti ondan… Ama işte buram buram lavanta kokusu…
Kolunu kaldırdı, saate baktı 15 dakikadır lavabonun önünde öylece dikilmiş durmuştu… Şanslıydı… Düşüncelere daldığında duyu organları hiçbir şeyi fark edemiyordu. Eğer burnu lavanta kokusunu almaya devam etseydi dayanamazdı burada durmaya…
Annesi tekrar seslendi. Hiçbir şeyi yemek istemiyordu… Lavanta kokusundan sonra yemek kokusunu çekemezdi şimdi… Yavaşça çıktı banyodan, çocuk odasına doğru yürüdü. Tekrar uyumak istiyordu… Başka görüntülerle karşılaşmak isteyebileceği en son şeydi. Yatağa uzandı… Yorganı kafasına kadar çekti ve sımsıkı kapattı gözlerini, başka görüntülerin şahidi olmamaları için…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.