- 650 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
NARKOZ
Malumunuz dünyanın çivisi çıkmış, eskisi gibi değil. Bir lokma bir hırka zamanı geride kalmış. Masraf diz boyu, çaresizlik bocalama. Bir evliliği dört seneye zor sığdırdık. Ne elde vardı, ne avuçta. Ayrıldığım karım babası evine gitmiş, o da yetmezmiş gibi üç aydan bu yana oğlanın yüzünü göstermez olmuştu.
İnsanoğluyuz nereye gitsek yaşamın ağır külfeti sırtımızdan düşmüyor. Anacığıma karşı yüzüm yok, aynı tencereye kaşığı çalıp bir evde yuvarlanıp gidiyoruz. Birilerine sunabilecek hiçbir şeyinizin olmadığı bir dönem tasavvur edin. Maddi manevi, sözlerin anlamını yitirdiği, mahcup kaygılı günler. Öyle bir hal ki, yedi kere ÖSS’ye girdim aklıma iki mısra şiir bile gelmiyor. Tükenmiş, yitik. Hiçbir işte dikiş tutturamadım. Tutturduklarımda da işverenin iflası mağduriyetine yenik düştüm. Vasıfsızsan, emekçi isen sömürürler elbet dünyanın düzeni bu.
Denize düşen yılana sarılır derler, bende sarıldım. Gazeteci oldum. Yarım bıraktığım üniversitenin gazetecilik bölümünden mezun olamamıştım fakat “niçin”’ ile başlayan sorular sorabiliyor ve az çok apostrofun nereye atılacağını ayırt edebiliyordum. Şirketi üstüme devredip başımı belaya sokacak Hacivat oyunları çeviren akaryakıtçı eski bir patrondan henüz kurtulmuştum. Ufak tefek hatalar, yanlış işler kimin başına gelmez. İmkansızlık ve anlayışsızlığın ortasında bir sinir sistemi hastalığına tutularak, iflasın eşiğindeki ruhumu zar zor toparlamış, kendimi bir işe atmıştım.
İşte böyle; gazete şehir merkezinde eski bir binanın son katındaydı. Zaten haftanın beş günü bozuk olduğunu sonradan öğreneceğim asansör çalışmadığından, sekizinci kata tırmanmak zorunda kaldım. Üzerinde, iki kişiden fazla binerseniz bodruma inersiniz şeklinde bir not vardı bu asansörün.
***
Kapıları karşı karşıya bakan iki eski apartman dairesinin birinden içeri girer girmez, pavyon fedaisi görünümlü biri beni durdurdu. Daha sonraları patronun şoförü olduğunu öğreneceğim bu zat’a patronu görmek istediğimi söyledim. Şimdi misafiri var dedi adam. Küflü sekreter masasının önündeki sandalyelerden birine oturdum. Beyaz kabanını oturduğu sandalyenin sırtına asmış, saçları sarımsı, civelek sekreterin bir bardak çay ikramına maruz kalarak.
Ardımda ki kapı da “haber merkezi, izinsiz girmeyin” yazıyordu. On beş yirmi dakika, karşımda baston yutmuş gibi duran fedaiyle ara da bir göz teması kurarak ve sekreterin parmak çıtlatmaları eşliğinde duvarları dinleyerek geçti.
Az sonra, hayatımda gördüğüm en büyük ve en eski, hatta asarıatika filmlerin dekorundan çıkma bir ofis masasının önünde oturuyordum.
Su bardağında, sallama kuşburnu içiyordu patron. Karşısında, büyük deri koltuğa iyice yan vermiş, gözlüklerinin altındaki şişkin bıkkınlığı gizlemekten yorgun düşmüş hatlarıyla müdür vardı. Düz alnının iki parmak üzerinden fışkıran beyazı bol saçları ve yine ak, kırpık bıyıkları altında titreyen kuş burnulu ağzı ile saldırıya geçti patron. Soru bir, kiminle müşerref oluyordu? Soru iki nerede oturuyordum? Üç evlimi idim? Nedense en son tahsilimi merak etmişti. Benden beklenen yaltaklanma nezaketini sergilemeye çalışarak sorulara nazik ve sakin bir ön savunma ile cevap vermeye çabalıyordum. Muhtemelen beni üç kuruşluk döner sandaviçi yemekten mide ülserine sürükleyecek kıytırık maaştan söz açmaya niyetlendiğim anda bile bunu seziyor ve sözümü kesip başka telden sorular yağdırıyordu. Deneyimim falan. Sonun da beni denemeye karar verdiler. On beş gün deneyeceklerdi, ondan sonra beğenirlerse benden daha fazla süründürebilecekleri birini bulamayacaklarına kanaat getirip kararlarını bildireceklerdi. Elime eski bir fotoğraf makinesi verip, saldım çayıra mevlam kayıra misali, firma haberleri toplamam için işe aldılar. İki hafta, yirmi beş güne, yirmi beş gün bir buçuk aya çıktı, hala deneniyordum. Elimde ki üç beş kuruşu da verdikleri makinenin pil tedarikine sıvayarak firmaları dolaşıp sözüm ona reklam amaçlı habercilik yapıyordum.
İkinci ayın sonunda şahsi baskılarım sonucu işe alındığımı öğrendim. Para nerede? Ödülüm fotoğraf makinesi değişimi oldu. Tek tasarrufum pilli makineyi bırakıp şarjlı fotoğraf makinesine geçmiş olmaktı. Alkalin pil hırsızlığından içeri düşmeme ramak kala, hem de dolabın tozlu raflarında duruyormuş meğer.
Beş kişiydik ama sıklıkla beşten fazla insan olurdu haber merkezinde. İki muhabir, haber müdürü, grafiker, ve birde yeni muhabir olan, ben. Binbaşı’nın odası ise karşıda ki dairenin arka tarafına düşüyordu. Haber merkezine girdiğimde çoğu zaman bir başlık üzerinde apostrofun nereye koyulacağını tartışıyor olurlardı. Dışı olgun fakat içi geçmiş çürük meyveler misali. Dört sayfa gazete on altı saatte çıkıyordu fakat o denli ince eler sık dokur ayrıntı mesaimize rağmen sabah gazeteyi elimize aldığımızda ya manşet de, ya da bir başlık ta insana oha dedirten bir gramer yanlışımız çıkardı mutlaka.
Masama oturmuş kulağımda kulaklık sıkıcı bir ekonomi toplantısını deşifre etmeye çalışıyordum. Memlekette sanayiciden, belediye başkanından, oda başkanlarından geçilmiyordu. Bu insanlar şehri ortak akılla yönetiyorlardı.
Sürekli bir danışma meclisinden, ortak iradeden bahsedip duruyorlardı. Bense yeni yetme bir muhabir olarak bu ortak akıla akıl erdirmeye çalışıyordum ve biliyordum ki bu istişarenin içinde halk yoktu. Her Allahın günü gereksiz bir dalaverenin çetelesini tutuyorduk anlayacağınız. Bir yerel gazeteden nefret edebilmek için saatler süren açık artırma ya da mahkeme ilanı kontrolü yapmaya gerek yoktu. Sadece zayii ilanlara bakıp hükümsüzdür yazısını okumak bile yeterdi.Yaşam rüzgarının insanı nereye kadar sürükleyeceğini asla kestiremiyordunuz. İçimize işleyen sinsi güvensizlik duygusu yüzünden ne çevremizle ne de kendi kendimizle barışabiliyorduk. Çoğu kez dünya da ki umutsuzluğu geride bırakmak için ölüme gülümsemek gerekiyordu. Öyle olduğundaysa zaten iş işten geçmiş demekti. Yaşamın kendisi, katlanılması güç fakat mecburi bir problem deniziydi. İnsan bir yerde bıkıyordu da güneş her gün aynı sorunların, aynı meselelerin üstüne doğmaktan vazgeçmiyordu. O halde insan mutlu olabilmek için kendini sevmeliydi önce, ama çoğu zaman kendini sevebilmek için kendi yalnızlığını da sevmek gerekti. Hayaller den muzdarip, insanı kuytulara kaçıran o yalın halin diliyle konuşmak, dertleşmek gerekti. Olup bitenleri içinde büyüttüğün olgun sevgiyle uzaktan izleyebilmek için.
Bir defter ve bir kalemden ibaret mutluluktan bahsedebilirdim, ya da uzun bir yürüyüşte samimi bir iç ses sohbetinden, aklımın ücralarında dolanan düşünce yumaklarından, gövdesi kalın bir ağaca sırtını dayayıp bir sineğin vızıltısını dinlemekten.Boş, mavi bir gökyüzüne bakmaktan. İnsanlardan kaçmaktan fakat onlara daha yakın olabilmekten bahsedebilirdim. Hele ki dinleyecek birini bulsaydım. Oysa marangozcular odasında ki seçim, yaşam sahnesinde bu tür saçmalıklardan daha değerliydi. Odunun biri gider biri gelir o başka…
Bir gün yine masalarımızın başında oturuyorduk. Yazılarımızı teslim etmiş, dizgiyi yapmış sayfaları baskıya göndermiştik. Tavandan yükselen beyaz ışık, odanın içine ölüm sancısı yayıyor, müdür, iki muhabir ve kara sakal grafiker birbirlerine ilginç haberler okuyup küfürleşiyordu. Yazı işlerinin kapısından ıslak, gri trençkotuyla altmışında, zayıf bir adam girdi. Müdür’ün eski bir ahbabı. Herkesle selamlaştıktan sonra müdürün masasının önünde kendine bir iskemle çekip oturdu. Kafasını ekrandan ara da bir kaldıran müdür, adama uzun zamandır neden görünmediğini sordu. Çin deydim dedi adam, ayağımın tozuyla buraya geldim. On yıldır oradaydım bir firmaya işlerine yarayabilecek bir ürün üretiyorum da. Külyutmaz bir gazeteci edasıyla ve yine ekrana odaklı kanlı gözlerinin yuvarlağını adama doğru kaydırarak;
Ne üretiyorsun? diye sordu müdür.
Benim ürettiğim ürünün teknolojisi Türkiye de yok dedi adam. Ben Türkiye de bu işi yapamam.Teknolojik alt yapı ve fiziksel donanım eksikliği var burada dedi. “ İletişimle mi ilgili?” dedi müdür, “ sayılır” dedi adam. Meraktan değil de sırf somuş olmak için “Cep telefonu filan mı?” dedi kara sakal grafiker “pek değil” yanıtını aldı.
Oturduğumuz yerde esniyorduk. Uyuşuk, ilgisiz.
Masada duran çay bardağını eline alıp ayakta dolaşmaya başladı herif, komünizm üzerine birkaç klişe den sonra ülkenin neden düzelemeyeceğine dair incir çekirdeğini doldurmayacak konular üzerine yarım saat kadar konuştu. Çinlilerdeki çalışma prensibinden, sırtında insan çeken küçük arabacılardan, yaptıkları ihracattan bahsedip durdu. Bir ara başımı kaldırdığımda kafamın dibine süzüldüğünün farkına vardım. Bilgisayarıma bakıp, atılan kemiğe itinalı yaklaşan ürkek köpekler gibi incelemeye başladı. “Randıman vermez bu” dedi. Uyuz oldum. “Bu antikaları müzeye bağışlayın ya da çöpe atın” dedi. Bir saatlik siz adam olmazsınız nutkundan sonra kayıtsız dinleyişimiz sinirlerini bozmuş olmalı ki, siyasete daldı. Hükümetler devriliyor, devrimler ihtilaller yapılıyordu.
Odanın içindekiler içine düştükleri ütopyanın sanal derinliğinden haz alıp hayal güçlerine mastürbasyon yaptırırken, gitmeye niyetlendiğinden olsa gerek ıslak trençkotunu kuruması için bıraktığı kalorifer peteklerinin üstünden alan Çin patentli bilim insanı, bana dönüp ya sen yeni dostum, sen neler düşünüyorsun? hiç konuşmuyorsun da merak ettim senin fikrin nedir dedi.
Birazdan alacağım yüz lira dışında hiçbir şey düşünmüyordum. Muhasebecinin çıkmadan evvel vermeyi vaat ettiği gecikmiş, kayıt dışı ve sigortasız iş ücretimin bölük pörçük edilmiş bir kısmını almayı düşünüyorum dedim. Şu an ne düşündüğümü bilmiyorum fakat düşündüklerim arasında sizinkilere benzer şeyler olduğunu hatırlamıyorum. Hatta ne düşünüyorum biliyor musun? İnsan yüreğine kazınmış iyi kötü hayat coşkusuna dair kırıntıları, belki hala bir çocuk saflığından kalabilmiş ışıltının güneşini örtmek için, insanın kalbine kalın duvarlar ören bu kayıtsızlığa, bu sömürü düzenine karşı sürekli varoşa kaçan yakınmalarımızla, yeterince dürüst ve cesur olamadığımızı düşünüyorum.
İçimizde yeşeren her umudun, her mutluluğun karşısına dikilmese de, üzerine para gölgesinin düşmediği sevgilerin, yaşanmadığı bir dünya devrinde hüküm sürüyor olmanın ne denli iğrenç olduğunu düşünüyorum.
İşin aslı bütün bunları önümde açılmış Word belgesine yazıyordum.
Çinlinin bulanık bir zaman dehlizinin içinden sorduğu soruyu
Aynen’ in mesafeli kısalığıyla yanıtladıktan sonra, tekdüze rutinin yorgunluğu ile kamburu çıkmış sırtıma ümitsizliği de yükleyerek muhasebecinin odasına gittim.
İnsanın içinde her zaman, iyiliği de, palavra ve sahtekarlığın içinde kaynatmaya yetecek kadar açgözlü bir ihtiras varsa gerisi hikaye değil midir zaten. Gazetecilik mi? Beni yarı açlıkla intihar düşüncesi arasında süründüren üç kuruşluk maaşı, tam ve zamanın da almaktan başka ne düşünebilirimdim ki dünya konjonktürü üzerine kafa yorayım. Zengin kafa s.k.cilerden öte kimse dikkat çekmezken. Oda ayrı mesele
Zaman ile saygı ters orantılı olsa gerek. Zaman geçtikçe saygı da, mahcubiyet de yitiriliyor.Uzun süre bir ara da olan insanlar yüz göz oldukça, insanın yüzüne tutturduğu sahte maske ister istemez yere düşüyor. Çalıştığım aylar boyunca bir patronun toplantı saplantısını nerelere kadar vardırabileceğini öğrendim. Günübirlik her akşam topluyordu bizi başına, ansızın biri kapıdan içeri girip -ki genelde binbaşı - “herkes gelsin” çağrısı yapardı. Kendimizce medyanın çirkin yüzüne tanıklık ediyor, yönlendiriliyorduk. Yeteri kadar çalışmıyorduk. Aldığımız parayı hak etmiyorduk, böyle giderse gazetenin köküne kibrit suyu sıkılacağı kesindi, abone bulmalıydık, reklam bulmalıydık falan filan. Bir cemil Abi vardı serbest gazeteci, tek lüksü gazete okuyabilmekten ibaret olan hali içler acısı bir adam. Elliyi devirmişti.Yıllara meydan okumaktan kalbura dönmüş ceketi, üstünde lekesi eksilmeyen kırmızı gıravatı, sünmüş pantolonu ve sulanan sol gözünün teşhisini koyamadığım körlüğünü de sayarsak geriye ne kalır bilemem.
Patron saldır derdi Cemile, kimden gıcık alırsa, gönderin Cemili! salın Cemili! diye bağırıp dururdu. Artık Cemilin tılsımından mı yoksa kaybedeceği bir şey olmadığından mı bilinmez. Çoğu kez haberlerini, fotoğraflarını bana kaydettirir, röportaja çıkarken benden ses kayıt cihazı falan isterdi. Şunu ver de fiyakamız olsun derdi. hiçbir zamanda vermezdim. Asılsız ihbarların yılmaz takipçilerinden di, çektiği fotoğrafları büyük bir gurur ve heyecanla bana gösterirdi. Bir seferinde içinde iç çamaşırı bulunan yolda unutulmuş siyah bir çantayı fünye ile patlatan bomba uzmanlarını çekmişti, o anın gerilimini içine katarak abartır da abartırdı.
İşime adapte olmaya çalışıyordum. Kendime bir çalışma rotası çizmiş, araba markalarının bayilerini gezmeye başlamıştım. Ekonominin öncü sektörlerinden otomotiv dünyasının girdiği darboğaza yönelik yazı dizisi hazırlayacaktım güya.
Hepi topu yarım sayfa ilan alabilmek için onca göstermelik ropörtaj, saçma sapan sorular, satış müdürlerinden randevular… Yüzüm sıcak olsun diye boyuna flaş patlatıyordum. Niye? Kime? O da belli değil. “efendim bir de aracın içinde bir poz alalım”, güneşi arkaya almayı öğrenmiştim nasıl olsa. Onca fotoğraf dört yaprak gazetenin neresine sığacaksa, üstelik okuyucu da böyle bir yazı dizisini merakla bekliyordu ya hani. Herneyse; tatsız bir kış, hüküm sürüyordu. Silik ve karaktersiz günlerin birbirini izlediği, insanların gri renkten başka atkı sarmadığı, dudağı uçuklu kızların daha da çirkinleştiği, buza kesen caddelerin ruhsuz duraklarında donakalmış otobüs yolcularının ellerini ovuşturmaya üşendiği, iğrenç bir kış. Ben de elimde makinem, zihnimde atıp tuttuğum kabir suallerinden bir demetle bu mevsimin sokaklarında sürterken telefonum çaldı.
Talihin bir insana ne kadar yükleneceğine kim karar veriyorsa bu denli tesadüfün ve alengirli işlerin adamı olmama da o karar veriyordur herhalde.
Müdürdü arayan, benim adıma gazeteye bir mahkeme kararı geldiğini söylüyordu. Ayrı bir hikaye konusu. Evi barkı dağıtmadan önce birikmiş telefon faturam vardı, o sandım önce icralık olmuştur herhalde dedim. Ama müdür teslim edilmeyen çek defterinden asliye hukuk mahkemesinden falan söz ediyordu, ne çeki? ne defteri? İki sene evvel bir bankadan çek defteri alıp teslim etmemişmiyim ne. Mahkeme beni, iki bin TL tazminata, artı bankalara karşı hak mahrumiyeti cezasına çarptırmıştı. G.tümden haberim yokken mahkeme salonlarında yargılanmışım meğer dedim içimden.
Müdüre çek defteri falan almadığımı, böyle bir şeyin olmadığını olanca bezginliğimle anlatmaya çalıştım. O, daha ilginç bir şey söyledi. Altı ay evvel
benim adıma bir zarf daha geldiğini, bunun bir mahkeme daveti olduğunu şimdi yeni yeni anımsadığını söyledi.
Buradan yakın. Üç ay önce işe başladığıma göre, mektubum benden evvel gelmişti ofise. Nasıl bir iş ne tür bir dümense.
“Nasıl olur abi ben işe başlayalı ancak üç ay oldu” diye böğürdüm telefona
“Mektubun senden evvel geldi dedi müdür hakikaten olacak iş değil” diye ekledi
Yahu yanlış adres, isim benzerliği falan diyeceğim ama herifler yedi şeceremi saymışlar ana adı, falan da tutuyor.
Millete çek senet dolandırıcısı izlenimi verdiğime mi yanayım yoksa bu aceleci mektupların zamansız gelişine mi bilemedim. “neyse gazeteye gel de bir bakalım ” dedi müdür. koltuğuna yayılmış göbeğini kaşıyor olabilirdi. Karşımda duran satış temsilcisine “niçin” ile başlayan sorularımı jet hızıyla sıraladıktan sonra apar topar gazeteye döndüm. Benim gibi adama kim çek defteri verecekti de bende zamanında teslim etmeyecektim. Ticaretle bile şurasından burasından uğraşmışlığım yokken hem de.
Gazeteye vardığımda hani bizim şu meşhur asansörde Cemil Abiye rastladım, alnının ortasından kan sızıyordu. “Şehrin varoşlarında iki kabile birbirine girdi” dedi. “Çok büyük kavga oldu çok… Satırlarla pirketler havada uçuştu. İyi fotolar yakaladım ama dedi. Gazeteye çıktık. Üzerinde lap topumun bulunduğu küçük masama fotoğraf makinemi bırakıp, binbaşıyla masasına yumulup dilbilgisi bilgiçliği taslayan müdüre doğru yöneldim ki arkamdan küt diye bir ses geldi. Döndüm baktım Cemil Abi yerde. Başına toplanıp kaldırdık. Bir iskemleye oturttuk. Müdür soğukkanlılığını muhafaza ederek biriniz su getirin hele dedi. Grafiker bayağı kafan da yarık var senin hoca dedi. Cemil Abi “yok canım mevzubahis değil, yok ne münasebet çocuklar” gibisinden inkar ediyordu. Saçlarının arasından sızan kan şakaklarından geçip çenesinden aşağı şıpır şıpır damlıyordu. Gel gör ki adamı kafasının kanıyor olduğuna inandıramıyorduk bir türlü. Aklı fikri çektiği fotoğraflardaydı. çok sıcak görüntüler çektim çocuklar deyip duruyordu. Sanırım Tomografi de gerekti. Adama ölçüsüz gazı verirseniz olacağı budur dedim içimden. Bu ilahi komedyanın neresinden tutsan kan sızıyordu zaten. O kadar gerçek ve bir o kadar içler acısı.
“Darbeyi yemişin işte arada” dedi müdür. “gazeteci adam kollamaz mı kendini”
dişlerin de bir şey var mı? sağlam mı dişler? dedi. Kafa dikilir o kolay, dişler de gitmişse vahim, sigorta da yok yaa…”müdür bu cümleleri sarf ederken kafa sallıyordu. Cemil Abi de yaka bağır açık, bir elinde kafasına bastığımız havluyu tutuyor öte taraftan çenesini açıp kapatarak dişlerini yokluyordu. Ben de bu diş hikayesine bir anlam veremedim doğrusu. Sonradan öğrendim ki bizim patron Cemil Abinin dişlerini yaptırtmış, artık üzerine saldıkları herif ağzını burnunu kırmış olmalı ki diye düşündüm. Sol gözünde ki körlüğün teşhisini de tahmin etmek zor değildi artık. İlk vukuatı değilmiş zira…
Cemil Abi sonunda kafasının yarıldığına hükmetmişti fakat hastaneye gitmeye lüzüm olmadığını söylüyor bir küçük yara bandı isteyip duruyordu. İki arada bir derede bu çatlak gazeteciyi şoförle dikişe gönderdik. Oturup haberlerimizi yazdık.
Müdürden gidip tebligatları aldım. Gerçekten de bana gönderilmişlerdi. Çekli çüklü işlerle hukuki cezaya tabi olmuştum. Gel görelim madem öyle fırıldak bir adamdım da neden kelle kulak güreştiğim bu yoksulluk minderinden bir türlü inemiyordum. Müdürü binbaşının odasına çekip benim hakkımda ne düşünürseniz düşünün, bunlarla bir alakam yok” dedim.
“İki yıl evvel neredeydin” diye sordu?
“C.D.’nin yanında çalışıyordum” dedim.
Gayet sakin,
“E, o adamı biliyoruz, bizim patronun ortağıydı, dedi. Matbaa ile gazeteye ortaktılar yani
“Yolsuzluktan yargılandı üzerine şirket açamıyordu” dedim. “o vakit bütün mal varlığını bana devretmişti”.
“işte o zamanlar bu gazete binası ve şirketi de devralmışsın” dedi müdür.
“bir ton kağıt imzaladığımı fakat hatırlayamadığımı söyledim.
Şimdi de gazetenin eski patronu çıkmıştım.
“Senin adına çek defteri alıp teslim etmeyi unutmuşlar” dedi müdür. “Gazetenin adresini kullanmışlar, bu da mektupların sen burada olmadan, neden adına geldiğini açıklıyor” diye bitirdi.
Fazla üstelemedim. Ortaya çıkan özet şuydu; eskiden sahibi olduğumu bilmediğim kendi gazeteme, tamamen tesadüfi bir şekilde iki yıl sonra gelip muhabirlik yapıyordum. İyi kötü bir işten olmamak adına atılmış bir imzanın ardında ki gerçek. Salaklık mı ahmaklı mı seçimi siz yapın?
***
Mezarlık ta her yer yemyeşildi. Şehrin zengin iş adamlarından birinin ölüm yıldönümü için toplanmıştık. Uzunca bir konvoyun ardında ki basın otobüsü, bu
reklam sever fabrikatörün varislerine yaltaklanmaktan geri kalmayan gazetecileri, emir eri kameramanları, foto muhabirlerini taşıyordu. Dışarıda sağanak yağmur yağıyor, otobüsün geniş camlarının üzerine iri damlalar savuruyordu. Oturduğum yerde fotoğraf makinemle uğraşıyor, askısını omzuma hizalamaya çabalıyordum.
Otobüs şehir mezarlığının kapısından ağır ve çalkantılı bir giriş yaptı.
İçinde bize kısa bir gezi yaptırıp dağ bayır tırmandıktan sonra, öndeki konvoyun ardına aniden duruverdi. Yerimden hızla kalkıp, bizim patronun, ölü fabrikatörün oğullarına başsağlığı dileyip tokalaşırken bir pozunu,
-üstelik bu Allahın cezası sağanağın altında flu çıkarmadan- çekebilmek için kapıya yöneldim. Kapının açılmasıyla otobüsten atladım. Atlamamla beraber ayağımın altında ki dünyanın kaydığını hissettim ve kendimi insanı içine çeken ağır bir çamur deryasında buluverdim. Mantom, pantolonum, kollarım berbat olmuştu. Kot pantolonumun göt cebinden bir avuç çamur çıkarıp attım.
Sadece bununla kalsa iyi, objektifin camını cansiperane bir refleksle çamurlu elimle temizlemeye kalktım. Ben yerimden kalkarken ajans kameramanları seri bir şekilde koşup pozisyon alıyorlardı.İleri doğru atılıp muhabir Cemil’e bir omuz attıktan sonra bende, adamların taziye merasimi icraatı vesilesi ile sıra sıra dizildikleri yere doğru koştum. Kendime bir yer bulmaya, güzel bir açı yakalamaya çalışıyordum, nafile iyi aile çocukları en güzel yerlere tünemişti bile. Adamların arkasından dolanıp bir aile mezarlığının etrafına örülmüş briketlerin üzerine çıktım. Konvoydaki araçlardan inen takım elbiseli kalabalık yaklaşıyordu. Önde belediye başkanı ve iki meclis üyesi, sahte bir matem havasına bürünmüş yüzleriyle gelip tokalaştılar. Gözümü vizöre dayayıp deklanşöre bastım. Kalın bir ense çektim, üstelik gözlerde kapalı. Sonra sırasıyla çekmeye devam ettim. Bizim patron siyah takım elbiseli uzun pardesülü fabrikatöre sarıldığı anda bastım, netleyemedim. Bir daha bastım, Allahın cezası makine bu kez de yetersiz şarj işareti verdi. Bilirsiniz, ekranın köşesinde yanıp sönen o iğrenç, küçük pil. Merhumun sağlığında yaptırdığı okullardan gelen öğrencilerde vardı mezarın başında. Etrafına üçer sıra zincir çekilmiş beyaz mermerin üzerine bu tonton ölünün, sarı yaldız çerçeveli portresini de koymuşlardı. Devlet-i Aliye çadırın altında ki küçük iskemlelere oturmuş çocuklar bir sıra ayakta dizilmişlerdi. Basın mensupları görüntü almaya çalışırken on iki yaşında bir kız çocuğu müezzinlerin elinden mikrofonu alıp şiir okumaya başladı. Şiiri kağıda yazmamıştı ama bayram merasimlerinde ki gibi vurgulu okuyordu.
Yağmur kudurmuştu. Gri bulutların coşkulu telaşı ile kurşun gibi ağır damlalar yitik ömürlerin üzerine boşalıyor, öğrenciler mezara kırmızı güller bırakıyorlardı. Hayatın, ölümün, çiçeklerin, fırtınaların, başlangıçların ve sonların dansı arasında patlayan flaşlar, yıkanmış dünyanın ortasına düşen yıldırımlara benziyordu.
G.ANTEP / 1998