- 833 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sandık
SANDIK
Derin bir uykudan uyanır gibi oldu önce. Gözlerini uzun süre açmadı. Ne kadar zamandır uyuduğunu düşünüyordu. Önce saate bakması gerekirdi haliyle. Gözlerini açmaya çalıştı, açamadı. Yapışmıştı sanki..
Biraz daha zorlayınca aralayabildi gözlerini. Önce bulanık olan görüntü birden netleşiverdi ama, neye uğradığını şaşırdı bir anda.
Yüzüne bir karış mesafede bir yüz daha vardı. Tam karşısında sırt üstü yatan bu yüz, kendi yüzüydü. Havada asılı durduğunu farketti, tavanda mı duruyorum diye düşünürken, bunun aslında küçük bir sandık olduğunu anlaması uzun sürmedi. Sandıkta yatak kendisiydi, izleyen de kendisi. Duruma bakılırsa bu sandık tabut olmalıydı. Çünkü karşısında gördüğü suret ölümün bütün izlerini taşıyordu. Gözleri çökmüş, ağzı ve burnu kapatılmış, çenesi bağlanmış, tüm hesabını kapatmış ve dünyadan çoktan ayrılmış bir yüz..
Aslında bedenen dünyadan ayrılmış evet, ama ruhu tam karşısında onu izliyor hala..
Ne zaman ve nasıl öldüğünü düşündü, hatırlayamadı. Gözlerinin önünde duran 20’li yaşların sonuna gelmiş ceset, kendisine o kadar yabancı geliyordu ki, bunun bir şaka olabileceğini bile düşündü bir an. Evet, belki karşısındaki bir balmumu heykelcikti, uyurken ev arkadaşı onu da bu sandığın içine kapatmış olabilirdi. Sandığın içinde doğrulmaya çalıştı, biraz yüklenirse sırtını dayadığı kapağı yukarıya doğru hareket ettirebilirdi belki. Elleri ile karşısındaki bedenden destek alarak tüm gücünü verdi ama nafile. Elleri cesedin göğüs kafesinin içinde kaybolup gitmişti bile. İkisinden biri saydamdı belli ki. O zaman bu bir şaka değil, olsa olsa rüya idi.
‘‘Evet evet, bu sadece bir rüya. Şimdi saat çalacak ve ben uyanacağım’’ diye düşünürken, ensesinde bir serinlik hissetti. Serinlik birkaç saniye içerisinde şekil değiştirdi sanki, bir ele dönüştü. Ensesi yavaşça sıkan bir el, yavaşça şiddetini arttırıyordu.
Bir anda kendini tahta sandığın dışında buldu. Sandığın hemen yanında ayakta duruyordu. Ama etrafında hiç kimseyi göremiyordu. O zaman ensesinden tutan el kime aitti?
Aynı elin yüzünde gezindiğini hissetti, ama görünürde bir şeyin olmaması iyice korkutmaya başlamıştı. Sakinliğini bozmamaya çalıştı. Sandığın içinden çıkabildiğine göre, büyük ihtimalle artık yaşamıyordu. Gizemli el birden yok oldu. Ancak tam yanından tıkırtılar gelmeye başlamıştı. Tahta sandığın kapağı yavaşça aralandı. içinden beyaz bir el uzanıp kapağı tamamen kaldırdı.
Okuduğu tüm hayalet hikayeleri bir anda gözünün önünden geçerken, neredeyse kalp krizi geçirecekti. İşin tuhafı, göğsünde sıkışma hissediyor, nefes almakta zorlanıyordu ancak, kalbini taşıyan beden şu an tam karşısında bir tahta tabuttan çıkmaya çalışıyordu.Bedeni tabutun içinde doğrulup oturdu. Başını çevirip ruhun olduğu tarafa baktı. Göz kapakları açıktı, ancak gözlere ait yerde kocaman iki boşluk vardı.
Bedenin asıl sahibi kendini köşeye sıkışmış gibi hissediyordu. Kendi cesedi ile karşı karşıyaydı ve kaçamıyordu bile. Kendisinin ölü olup olmadığından bile emin olamazken, ceset iki elini birden uzattı ruha. Avuçlarının içinde tuttuğu gözlerini gösterdi.
‘‘Bak’’ dedi, ‘‘Bak bunlar senin gözlerin. Yerlerinde durmayı hak etmiyorlar. Gördüğün ve sustuğun tüm haksızlıkların bedeli bu göz oyukları. Sana verilen bu gözlerle dünyayı görmen istendi. Ama sen ‘Görmek’ yerine başını eğip geçmeyi tercih ettin. Çaldılar, gördün. Öldürdüler, gördün. İhanet ettiler, gördün. Hem de bu gözlerle gördün hepsini. Gördün ve nasıl susabildin?’’
Bir hamle ile kendi ağzının içinden dilini de kopartıverdi ceset. Ağzından ve göz oyunlarından kan yerine çamur akıyordu. ‘‘Bak’’ dedi, ‘‘İyi bak bu dile. Sustuklarının bedelini kaç organınla ödeyeceğini dinle. Yalan söyledin bu dille. Gördüklerini sordular, inkar ettin bu dille. İftira attın, çamurlar attın, acı düşündün, tatlı konuştun, Ali’ye ayrı, Veli’ye ayrı oynadın. Hepsini bu dille yaptın 20 küsür yılda. Bilip de susan dilsiz şeytandır dedik, ciddiye almadın. İftira atma, kul hakkı ile çıkma huzura diye uyardık, ciddiye almadın. Bu dünya senin sandın. Planladın da planladın, ne oldu sonuç? Kaldın kendinle başbaşa bir sandıkta. Var mı bir kurtuluş planın bu durumda?’’
Sustu ve yutkundu ruh sadece. Kendi bedeni, tam karşısında hesabını soruyordu yaklaşık 30 yılın..
O güne kadar veremeyeceği hesabı olmadığını düşünmüştü hep. Kendi kendine hesap veremiyorsa, o büyük günde nasıl hesap verecekti ki?
Hep dürüst olduğunu iddia etmişti o güne kadar. Asla yalan söylemem derdi, asla ihanet edemezdi kendi kendine sözde.
Hiç bir şey söyleyemedi, sadece dondu kaldı. Kendi cansız bedeni yavaşça kalktı yerinden, çıktı sandığın dışına.
Dimdik ayakta ve beyazlar içindeydi. Göz oyunlarından ve ağzının kenarından akan çamur kahverengi birer yol çizmişti kendilerine. Bir adım geri attı ruh, bu kadar yakın olmak bir hayli korkutmuştu onu. Sürekli içinden bunu hak etmek için nasıl bir hayat sürdüğünü düşünüyor ancak cevap bulamıyordu. Cevap verdi ceset, ruhun kendi iç sesine. Dedi ki; ‘‘Tüm vaktini ıvırla zıvırla harcaman yetmez mi? Çocukluğundan beri ben dürüstüm derken bile yalan söylemen yetmez mi? Okula başladığında arkadaşlarından çaldığın eşya ve zaman, ailenin emeklerine karşılık verdiğin zarar ve ziyan, sözde masumane dolandırıcılıkların, tembelliğin, iki yüzlülüğün yetmez mi? Ölmeden önce ne yapıyordun, bari onu hatırla..’’
Ruh düşündü, ölmeden önce bir arabanın içinde olduğunu hatırladı. En sevdiği gömleğini giymiş, tepeden tırnağa parfüme batıp çıkmıştı adeta. Nereye gidiyor olabilirdi? Sevgilisinin yanına büyük ihtimalle..
Geride bıraktığı hamile bir eş ve henüz doğmamış çocuğunu bile düşünmüyordu üstelik.
Beden yeniden araya girdi ve ‘‘Evet, zina ve yalan bir arada. İki yüzlülük desen en üst düzeyde. Evli olduğunu bilmeyen bir kadın ile işe gittiğini zanneden bir kadına söylenen yalanlar.. Doğmamış çocuğunun ahı bile gökyüzüne ulaştı çoktan. Hala neyin dürüstlüğünden bahsediyorsun? Cebindeki para, çalıştığın şirkete ait. Altındaki araba da öyle. Sana verilen imkanların tamamını kendi zevkin için kullandın. Olmadığın bir insanın kılığına bürünüp, her sahneye çıkıp ayrı oynadın. hala hesap sorulmayı hak etmiyor musun gerçekten?’’
Ağzını açacaktı, vazgeçti ve yutkundu ruh. Bir kere bile ölümü aklına getirmeden neler yapmıştı. Bir ara telafi etmeyi düşündüğü ne çok hatası vardı.
Elini kaldırdı yavaşça beden, kapıyı işaret etti. Kapıda beliriverdi üç gölge, yavaşça sarıverdiler etrafını ruhun. Son gördüğü şey küçük bir kız çocuğuydu. Kahkülleri gözlerinin üzerini örten bu çocuk olsa olsa doğumunu heyecanla beklediği kızı olmalıydı. Öfkeli bakışlarını yumuşatmak isterdi. Dudaklarından sadece sessiz bir ‘‘Affet’’ dökülüverdi.
SON
(Hayalet’in rüyası..)
18-19-21 Haziran 2012 / ANKARA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.