- 900 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
AMAÇ
Sıra kendine geldiğinde, masanın üzerindeki bordroda adını bulup imzasını attı. Mutemedin saymış olduğu paraları –değersiz kağıtlarmış gibi- düzensiz bir şekilde aldı, boş bulduğu bir sandalyeye oturdu. Kağıt hışırtıları, konuşmalar, yavaş yavaş duyulmaz olurken, kendi iç dünyasında geriye doğru bir yolculuğa başladı.
O sabahki telaşı daha dün gibi hatırlıyordu. Alışılmışın dışında uyandırılmış, iki yanağından öpen annesi tarafından kahvaltıya oturtulmuştu.Masa ne kadar da doluydu o sabah! Bunların hepsi yenilecek miydi? Kızarmış ekmek, tereyağı, peynir, zeytin…
- Çayını koyayım mı yavrum?
- Koy.
- Yumurtan nasıl olsun?
- Yumurta istemiyorum.
- Aaa! Olur mu yavrum?.. Sonra acıkırsın.
Siyah önlüğü ne kadar da yakışmıştı. Hele çantası, hele çantası!..Ceviz ağacından yapılmış, neredeyse kendi kadar, kocaman! Par par, parlayan çantası! Biraz ağırdı; ama olsun bütün kitaplarını rahatça alıyordu.
O sabah besmele ile evden çıkılmış, bilinen dualar okunmuş ve çok sevdiği babası tarafından “eti senin kemiği benim, hocam.” Sözleriyle kaç yıl süreceği meçhul olan bir maratonun içine sokuluvermişti.
Ailesinin ısrarı olmasa da okuyacaktı. Doktor olacaktı, mühendis olacaktı, öğretmen olacaktı… Okuyacaktı. Adam olacaktı. Babası küçücük bir memurdu; ama köyde büyük bir saygınlığı vardı. Sözü dinleniyor; kahveye girildiğinde yer veriliyor; sokakta kime rastlasalar, selam verilmeden geçilmiyordu. Bu saygınlık okumanın sonucu değil miydi?
İçinde büyük bir istek vardı: okumak!.. Sınıfta öğretmenini can kulağı ile dinliyor, evde zamanının büyük bir kısmını ders çalışarak geçiriyordu. Artık onun için oyun matematik çözmek, eğlence resim yapmak olmuştu.
İlk iki yılın sonunda almış olduğu karneleri, baştan aşağı pekiyi idi. Demek ki büyüklerini hayal kırıklığına uğratmayacaktı. Artık ona da büyük bir adammış gözüyle bakılıyordu. Köyde herkes ondan söz ediyor, çocuklarına onu örnek gösteriyordu. Hatta öğretmeni bile bazen onu üst sınıflara matematik çözdürmek için götürüyordu. Artık iyice inanmıştı; her karne getirişinde verilen hediyeler olmasa da okuyacaktı. Okuma gibisi var mıydı?..
Babasının tayini nedeniyle şehre geldiler. Yeni okulunu, yeni öğretmenini, yeni sınıfını önceleri çok yadırgadı. Burası ne kadar büyük bir binaydı böyle! Ne kadar çok dersliği vardı? Ne kadar kalabalıktı! Sıralarda hep dörder beşer oturuluyordu. Bu öğretmen kimdi? Acaba babasını tanıyor muydu? Bütün bir günü bu sorulara cevap aramakla geçti.
Evdekiler de onun kadar meraktaydılar:
- Okulunu sevdin mi?
- Sevdim…
- Öğretmenini sevdin mi?
- Sevdim…
- Sınıfın nasıl?
- İyi…
Tam bu sıkıcı sorulardan kurtulacakken, tam da yeni ortama alıştım artık derken yeni bir okula nakledildiler. Ters giden bir şeyler vardı. Aklı iyice karıştı! Aynı sorular tekrar başladı:
- Yeni okulunu sevdin mi?
- Hayır.
- Yeni öğretmenini sevdin mi?
- Hayır.
- Yeni sınıfını sevdin mi?
- Hayııır!
Odada çınlayan sesi sanki tavanda asılı kalmıştı. Kimse çıkıp o sesi almıyordu! Hani boyu yetişse, tutup kendi alacaktı. Boyundan büyük laf etmişti. Babasına baktı, gülümsüyordu. Sanki, aldırma diyordu. O da gülümsedi. Gerilen sinirleri yerini gevşemeğe bırakmıştı.
- Ya, dedi.
- Evet.
- Köyde, küçücük okulda herkese yetecek sıra vardı. Burada, kocaman okulda oturacak yer yok!..Köyde koca gün okuldaydık. burada öğleye kadar. O da eski okulda.
Şimdi ise üç posta okula gidiliyordu.Babası yine gülümsüyordu.
O da gülümsedi
Hiç bir zorluğa yenilmeyecekti. Bunlar neydi ki?
Zaman akıp gitti.
Sanki sorunlar da zamanın peşine takılan birer çocuk olmuştu. Artık eskisi gibi kurcalamıyorlardı kafasını.
Mezuniyet sınavları başlamıştı. Kendi öğretmeninin yanında başka öğretmenlerde giriyordu sınava. Kimseye göz açtırmıyorlardı. İşler epey karışıktı.
Nihayet sonuçlar açıklandı.
İlk hayal kırıklığı, eğitim hayatındaki ilk göz yaşı sağanağı orada, beşinci sınıfta başladı. Yazı dersinin sınavından orta almıştı. Yani pekiyi ile mezun olamıyordu.
- Hoş geldin yavrum.
- …
- Neyin var oğlum, bir şey mi oldu?..
Annesinin sözleri son direncini de kırmağa yetti. Okuldan eve kadar kendini zor tutmuştu zaten. Gözlerinden süzülen yaşlar, sarsılmağa başlayan göğsünün ilk işaretleriydi. Akşam babası geldiğinde ne söyleyecekti? Bunca zaman aldığı pekiyiler hep boşuna mıydı? Zaten doktorların güzel yazılarının olmadığını öğretmenleri bilmiyorlar mıydı?
- Oğlum sen buna okul mu diyorsun?
- …
- Hiç önemli değil.
- …
- Hele sen ortaokula bir başla…
- Hayır!
- Birinci sınıfı doğrudan geç…
- Ben okumayacağım.
- Niçin?
- Okumayacağım işte.
Ailesinin ilgisi daha da artmıştı. Yaz tatilinde amcasının yanına gönderdiler. O tatilde nasıl oldu, tam anlayamadı; ama aslında okulunu da, öğretmenini de, arkadaşlarını da sevdiğini fark etmeğe başladı.
Eve dönüşünde babası, onunla bir arkadaş gibi konuşa konuşa sonunda ikna etti.
Yıllar; o bitmez, tükenmez denilen yıllar geçti gitti.
***
Son durağa gelmişti işte. Kayıt evraklarını öğrenci işleri bürosuna teslim etti. Şimdi o küçük çocuk yoktu artık. Sanki içinden çıkıp gitmişti; ama nedense korkularını almayı unutmuştu! Demek ki burada, bu koca şehirde korkuları onun can yoldaşı olacaktı.
İstanbul: Güzel şehir, büyük şehir, korkunç şehir. Camileri, müzeleri; sinemaları, tiyatroları; boğazı, plajları… Gerçekten güzeldi. İnsanlar, insanlar, insanlar… Çok kalabalıktı!.. Korkunç şehir!.. Niçin?
Bilmediği, tanımadığı, tek başına olduğu bir yer. Anarşinin ayyuka çıktığı günler. Kahvelerin tarandığı, insanların boğazlandığı, yurtların basıldığı günler! Gerçekten korkunç şehir! Kime güvenecek, nereye sığınacaktı? Gazetelerin ilk sayfaları anarşiye ayrılmış. Televizyonda spiker olayları sayarken yoruluyor! Her dakika, her saniye değişen aylık ölüm bilançoları..! Ve bütün bunların arasında üniversite öğrenimi!..
Okumak: Niçin?
Dayanmak: Nereye kadar?
Zil sesiyle birlikte anılarından kopuverdi. Elindeki paralara göz ucuyla baktı. Elli üç bin lira! On beş yıllık öğreniminin, on üç yıllık hizmetinin karşılığı… O kan denizinde boğulmayışının mükafatı elli üç bin lira. Yarısına ev sahibi ortak! Diğer yarısına?…
O korkunç yarışta elenenleri düşündü sınıfa girerken. İlkokulu zor bitirenleri; ortaokuldan tekme tokat kovulanları; liseden kapı dışarı edilenleri düşündü. Şimdi hepsi de hayatlarından memnundu. Kazandıkça ağlaşıyorlar; ağlaştıkça kazanıyorlardı! O ise bu güne kadar ağzını açamadı. “Adam sen de, dedi; ağlasak sesimizi kim duyacak? Adam yerine koyulmadıktan sonra…”
Sınıfın kapısını açtı. Öğrencileri şartlanmış bir şekilde ayağa fırladılar:
- Günaydın çocuklar!
- Günaydın öğretmenim!
- Gelmeyen var mı başkan?
- Sınıf tamam öğretmenim.
- Hazır mıyız!
- Hazırız öğretmenim!
- Yazın öyleyse: “Öğretmenler bir ulusun en fedakar insanlarıdır…”
02.05.1985 Karacabey
YORUMLAR
Bazen kendimizi ifade etmek, ya dolaylı bir yolla kurgulaşılır: ya da çoğulluk ve genellik olan meslekler üzerinde ortak yaşam paylaşıları üzerinde olur.
İkisi de bir gerçekliğin dışa vurum şeklidir. kendinizi demeden kendiniz. kendinizi kendiniz değişlmişle hikayet eden kendiniz.
Çünkü bu tür anlatımların onama onun öyle olduğunu pekiştirmesini yapan bir tanık, tarafsız bir gözlemci gibi olursunuz. Yine dıştan biri gibi iken: kendi yaşantınız ve kendi macera kahramanı olmanızla da, olayın bizatihi içinde oluşla; "sanki olayı siz yaşamışsınız gibi izlenim vermenin" yazarı olursunuz!
Mutlulukla okudum. Kendimi buldum. Cümleler benim değil ama figüranı bendim galiba...
Erdemle...
Çetin Özdemir
Fedakâr İnsanlara o kadar çok ihtiyaç var ki, sayılarının artmasını umut ediyor, yazınızdan ötürü sizi tebrik ediyorum.