- 643 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Etiket
Temmuz’un on ikisi... Bu günü özellikle bekledim. Sabah kalkınca ya da gün boyu ne yaptığımı boş verin; önemli olan akşamı etmemdi. Vakit yedi buçuğu geçince soluğu Astoria kafede aldım. Fazla kalabalık değildi. Daha iyi... Kaldırım üzerine dizilen masalardan birine oturdum. Geldiğimi gören Ebony fazla gecikmedi.
“Bir kadeh Chardonnay lütfen.”
Bazen fazla senli benli olduğumuzu düşündüğüm bu zenci güzeli gülümsedi:
“Demek hanım arkadaşınızla buluşacaksınız?”
“Yoo... Sadece bu sefer beyaz şarap içmek istedim.”
Ebony fazla ısrar etmedi, “Var bunda bir iş” bakışını atıp siparişimi hazırlamaya gitti. Haksız da sayılmazdı. Yalnızca özel günlerde, mesela annemin doğumgününde ya da Marc’ın boşanma ilamını okuduğumda, beyaz şarap içerdim. On iki Temmuz da özel bir gündü.
Çok geçmeden Ebony dolu kadehi önüme sürdü ama yanımdan ayrılmadı. Şaraptan bir yudum aldım; nemli Temmuz sıcağında fena gitmiyordu. Doğru seçimi yapmış olmanın mutluluğuyla sırıtırken garson kızın hala başımda dikildiğini farkettim.
“Bir şey mi vardı?”
“Diyorum ki, hazır değişiklik yapmaya başlamışsınız...”
“Evet?”
“Şu bahşiş konusunda cimrilikten vazgeçseniz?”
“Yapma Ebony! Yüzde on beşin nesini az buluyorsun?”
“Yüzde on beş olmasını.”
Abartılı bir şekilde omuz silktim: Benden bu kadardı. Eğer şarabımı getirirken içine tükürecekse, varsın tükürsündü. Hayatta yüzde yirmi vermezdim.
Bir şeyler söylenerek gitti. Ben de tekrar Temmuz’un On İkisi’ne döndüm. Yılda iki kere, biri Mayıs’ın Yirmi Sekizinde, diğeri de Temmuz’un On İkisinde, güneş Manhattan’ın birbirine paralel sokaklarını ortalayarak batar. Koca ada, İngiltere’deki Stonehenge gibi, dev bir astronomik yapıya dönüşür. Bugün de o güneş günlerinden ikincisiydi. İlkini kütüphanedeyken kaçırmıştım.
Daha kırk beş dakikadan fazla bir sürem vardı. Yavaşça Chardonnay’den bir yudum daha aldım. Kulaklarımda her zaman mırıldandığım barok melodiler yerine Stravinski’nin bahar ayini vardı. Manzarayla öylesine güzel gidiyordu ki...
Sırtıma dokunan elle irkildim. Döndüğümde karşımda Marc’ı buldum.
“Ne işin var burada?”
“Sana bakmaya geldim.”
“Niye ki? Kötü bir haber filan mı aldın? Dekan araştırma fonunun kapandığını seninle mi bana iletiyor?”
“Yok, öyle bir şey değil.”
Tam karşıma oturdu. Bu şekilde sokağın ortasını göremez olmuştum. Sandalyemi yana doğru çektim. Marc ne yaptığımı farketmedi; belki farketti de önemsemedi. Ebony yanımıza gelince ona Bourbon viski söyledi.
“Bugün neler oluyor? Herkes içki alışkanlıklarını değiştirmiş gibi.”
Bunu söylerken bana bakıyor, Marc’tan çok benden cevap bekliyordu.
“Marc’ı bilemem. Benimki havanın sıcaklığından dolayı yapılan bir tercih.”
“Benimki de öyle.” diyerek Marc Ebony’i başımızdan savdı. Bir ara gönlünü almamız gerektiğini bir kenara not ettim.
Marc’ın beden dili bir garipti. Oturduğu sandalyede rahat değil gibiydi. Sürekli kıpırdanıyor; bana, elimdeki kadehe, yanı başımızdaki ağacın gövdesine bakıyor ama başka, orada bulunmayan şeyleri görüyordu.
Bourbon’u getirdiğinde Ebony bizimle konuşmadı; sessizce çekildi.
İçkileri tokuşturmadan viskisinden sıkı bir yudum aldı. Alışık değildi: Boğazı, onu takiben sindirim borusu sırayla yanıyordu. Biraz sakinleşir gibi olmuştu.
“Ee, ne oldu?”
“Sertmiş...” dedi bakışlarıyla bardağını göstererek.
“Ne bekliyordun ki?”
“Bilmem.”
Yeni bir sessizliği kaldıracak kadar sabrım yoktu; o susunca doğrudan konuya girdim:
“Marc? Sorun nedir?”
Bana baktı. Söyleyip söylememeyi tarttığını görüyordum ama bunun için vakit geçti. Bir kere beni bulmak üzere kafeye gelmiş, yanıma oturmuş, içki söylemişti. O da bunların farkında olacak ki teslim oldu. Uzanıp çantasından bir kağıt parçası çıkarttı ve bana uzattı.
Bir kartvizitten biraz daha büyüktü. Sol ucuna delik açılmış, delikten de fazla uzun olmayan bir sicim geçirilmişti. Kağıdın üzerinde isim ve tarih yazmak için alanlar ve bir de barkodu vardı.
“Bir etiket galiba bu.”
“Bildin. Ama neyin etiketi?”
Uçaklarda bavullara bağlananlara benziyordu. Tam bunu söyleyecekken arkasını çevirdim:
Definleriniz için bizi arayın.
“Morg etiketi mi bu? Hani ölülerin ayağına bağlanır; soğutucunun kapağı açıldığında bir çift ayak ve başparmakta bu etiket görünür?”
“Aferin, gayet iyi tutturdun.”
“Peki nereden eline geçti?”
“İkinci el kitapların birinden. Sanırım önceki sahibi ayraç olarak kullanıyormuş.”
“İlginç. Görünüşe bakılırsa hiç asıl amacı için kullanılmamış gibi.”
“Bence de öyle. Arka tarafın tamamını okudun mu?”
Okumamıştım.
Definleriniz için bizi arayın. Tekrar gömü gerektiren durumlarda uzman ekiplerimiz hizmetinizdedir.
“Tekrar gömülme mi? Niye mezarın yerini değiştiriyorlar ki?”
“Mezar yerlerinden bahsetmiyorlar; devamını oku!”
Bourbon’undan bir yudum daha aldı. Başını kaldırıp Ebony’e tazelemesini işaret etti. İster istemez etikete geri döndüm:
Her türlü ‘geri dönen’ kadavra ile baş etmekte engin deneyime sahibiz. Everwalk: Yaşayan ölüleri aramızda istemiyoruz. Daha fazla bilgi: www.everwalk.com
“Geri dönen kadavra da nedir? Zombilerden filan bahsetmiyor herhalde.”
Beni duymamış gibi devam etti:
“Sitelerine de girdim. İstediğin adresi girebiliyorsun; sana son dönemde oradaki ‘yaşayan ölü’ aktivitelerinin raporunu veriyorlar.”
“Ciddi olduklarını düşünmüyorsun herhalde?”
“En azından bizim yan sokakta marketin kasiyerinin öldüğünü biliyorlar. İddialarına göre cenazeden birkaç gün sonra metro istasyonu civarında görülmüş.”
“Daha neler!”
Benim şarabım da bitmişti. Marc’ı taklit edip, onun gibi boş kadehi Ebony’e işaret ettim. O ise beni görmemiş gibi yaptı.
Marc viskisine hipnotize olmuş gibi bakıyordu. Ben ise etiketteki ilanın ne derece gerçek olduğunu kestirmeye çalışıyordum.
“Telefon ettin mi bunlara?”
Olumlu anlamda başını salladı.
“Ne dediler?”
“Beni bir yakalama seansına davet ettiler.”
“Gerçekten mi? Gidecek misin?”
“Bilmiyorum.”
Ama gitmeyi düşünüyordu. Her halinden belliydi. Onu yanlız göndermeli miydim? Yoksa ben de mi onunla gitseydim? Derken aklıma geldi:
“Güneş! Kahretsin! Güneşin batışını kaçırdım. Gitti koca sene!”
Marc’la gitmeyecektim. Ne hali varsa görsündü.
YORUMLAR
Öyküyü ve yorumlarınla birlikte okudum açıkçası tam anlayamaıştım . Ama açıklamalar yeterli.
Emek ve zaman harcayıp yazmışsınız, paylaşımınız için çok teşekkürler...Sevgilerimle...
İlhan Kemal
canandemirel
Temmuz’un on ikisi bunların ölüm yıl dönümleri
.
Böyle anladım,yoksa neden önemli olsun
İlhan Kemal
Benim deyişimle 'L', başka bir söyleyişle kavşak ya da kesişen yol öyküsü bu. Birbirlerini tanısalar da, o gün yolları kesiştiğinde birbirlerine hazır olmayan iki karakterin, Marc ve adsız kahramanın, hikayesiydi. Her ikisi de kendi dünyalarında. Biri, yılda iki kere tesadüf eden bir olayın tadını çıkarmak üzere yerini almış, diğeri ise beklemediği bir davetle karşılaşmış. Adsız, ucundan da olsa Marc'ın öyküsüne ilgi duyarken, Marc karşısındakinin beklentisinin farkında bile değil. 12 Temmuz sadece adsız kahraman için önemli; o da güneşin o günkü özel konumundan. Marc'a sorarsanız ''12 Temmuz mu? Orleans'ın kurtuluşu muydu?'' diye cevap verebilir. Sonunda kahraman da halihazırda zayıf olan empatisini kesiyor ve iki karakter kaderleriyle başaşa kalıyor. Adsızın kaderinde belki evine gitmek ya da bir barda içmek var. Marc'ınkini ise bilemiyoruz.
lacivertiğnedenlik
....
o zaman burada bir çelişki var,boşanmış insanların bir geçmişi olur iyi veya kötü,az tanışmış olabilirlerdi eğer geçmişte evli olmasalardı.
ve marc'ın bir öyküsü yok burada,elindeki ilan okuyucuya başka bir şeyi çağrıştırıyor,benim düşüncemi yani çağrışım bu,ayrıca 12 Temmuz Orleans'ın kurtuluşu okuyucuya ne verebilir,öyle bir çağrışım yok orada ,yazarın kafasındakileri okuyucu bilemez ancak hayal kurar ki böyle bir hayal görünmüyor öyküde.
Ve yine kederci bir mantık yok öyküde,gayet rahatlar ama sanki bir alıp veremedikleri izlenimi var üstü kapalı göndermeler flan.
En hoş olanı ise garson kızın yüzündeki asıklığı ve alınganlığını iyi yansıtmışsınız.
Daha güzel öyküleriniz var.Okuyucuya hayal kurma aralığı başka bir şey,yazarın kafasındakinin tamamen kapalı olması başka bir şey,kapalı öyküleriniz de var bizi sürükleyen ama bunda yok.
Çok saygımla
İlhan Kemal
Kahramanımız o yakalama seansına katılır mı? Bilmiyorum. Öncelikle o numarayı aramam gerek. Saygılarımla.