Bir Kadın.II
Aslında aşka inanmasam da, kimseye güvenmesem de hep aşık oldum ve hep güvendim. Sadece onlara belli etmedim. Niye? Sırf üzülmek ve kırılmak istemediğim için. Peki şimdiki kadar üzüntü ve sıkıntı çeker miydim içimdekileri korkmadan yaşasaydım? Yaşamadan bilemeyeceğim bir cevap.
Yaşamak sanırım biraz cesaret istiyor. Hayır hayır. Biraz değil tamamen cesaret istiyor. Adım adım öğrendiğimiz şu hayat, bize kim bilir daha neler öğretecek… ama benim öğrenecek ne gücüm ne de isteğim kaldı.
Hayatıma o kadar çok kişi girmesine rağmen sadece 3 kişiyi gerçekten, ama gerçekten çok sevdim.
Suat. Ruhumun varlığı…hayata O’nunla başladım. Bugüne kadar bana tek bir zararı oldu. Kendisini bana çok sevdirmesi… “dokunamadığın pamuk şekerinden tat almak.” Derdi…
Kısacası yaşaması en güzel günleri yaşamıştım. Ama bitti.
“bitişler insanlara hiç bırakılmadı ki… her bitiş yeni bir başlangıçtır.” Dedi ve gitti.
Martılar şahit seni ne kadar çok sevdiğime… son gemi… son gemi gittiğinde rengarenk limanım siyaha boyandı. İlk kez karanlığı o gittiğinde tattım.
“günü gelmişlere umut bağlama Eowyn...” Theoden böyle sesleniyordu narin ve asil yeğenine…
ölümle savaşmayı göze alacak kadar aşkına yenik düşen ben vazgeçebilir miydim senden?
Kapkara, zifiri karanlık içinde Estel Işığını gördüm… Frodo’ya Galadriel tarafından verilmişti. Umut denir Estel için…
Limanın kıyısına soluklanmak için sığınmış keşişin ellerindeydi Estel…
Beren Estel…
“Işık yeniden gelecek…” diyordu Turin gibi.
Tinuviel’iydim onun… saf ve temiz bir aşkı ne bitirebilirdi ki? Tabiî ki hiçbir şey, diyordu saf ve temiz kalbiyle Tinuviel…
“Başlamasından korktuğum ilişki için gözyaşlarımı döktüm. Şimdi ise bitmesinden korktuğum ilişki için gözyaşlarımı döküyorum…”
Işık yeniden gelecek diyerek yüreğimi estel ışığıyla umutlandıran benzersiz kahramanın yenik düşeceği cephelerde olacaktı elbet… “Zaman…”
Beklenen sonlar hiçbir zaman vaktinde gelmezdi ve öyle de oldu nihayetinde.
“Savaşmaktan yorgun düşmüş bu aciz bedeni ve ruhumu bağışlayın Lady’im.”
Aragorn’un titrek yüreğindeki gibi sessizlikte yankılanıyordu cümleler.
Siyahlıklar ortadan kaybolmuştu… Ama garip olan hiç tanımadığım bir renkle daha karşı karşıyaydım… “Gri…”
Estel gitmişti belki ama, limanlarım griydi… deniz, martılar, yıkık dökük iskele… gri… siyahtan sonra grileşmek cennettin müjdesiydi benim için.
Karanlıktan iyiydi belki ama, renklerim neredeydi? Adlarını unuttuğum onca renk..
Hayatımızda sebep-sonuç arasındaki yaşadıklarımızdır bizi üzen yada sevindiren…sebepler belki elimizde değildi ama sonuçlarda kaderin elindeydi…
Öyle ya, o buz gibi gecede, sisler arasında ışıkla parlayan Galata Kulesi’ni fotoğraflamak estel ile aramda olan sonucu meydana getirmişti.
Soğuk bir İstanbul gecesi, saat sabahın 4’ü… bar dönüşü sokakta serserilerden bir farkımız olmadan yürümenin o sersemliğinden uyanıp, karşımda duran Galata Kulesi’nin her karesini çekmek bir saçmalık gibiydi. Ama içimde hissettiğim o anki sıyrılış… hayattan sıyrılmak… tattığım en güzel duyguydu…
Estel ile tanışmama neden olan basit birer fotoğraf başlangıçları doğuran sebepti karşımda… sonuç yine aynıydı belki ama en azından dünyam artık griydi…
Cehennemde bir üst kata çıkmak gibi bir şeydi bu. Yine aynı cehennemde olmama rağmen daha az acıyordu ruhum.
O kadar uzun zaman geçti ki, şimdi hatırladığımda tatlı bir tebessüm ediyorum o günlere...ruhuma dokunmayı, belki de kılıç darbeleriydi bunlar, kimse başaramamıştı.
savaş; kayıp demek… kaybediş… güç…
Ruhumuzun haritalarında gezinmek bazen yetmez. Savaşıp yeni yerler keşfetmek, haritaların yanına birer ikişer alan daha eklemek ne kadar da hırslı bir durum… aşk dediğimiz olgu da zaten hırstan ibaret… elde etmek… sahip olmak… benimsemek…
Hepsinin ana maddesi, güç. Savaşmak için güçlü olman gerekir. Mücadele etmek içinse kıvrak bir zeka… sahip olduklarını elinden kaybetmemek için ise sınır kapıları ardında büyük ordular. Hepsinin tek amacı sahip olunan varlığı, elde edilmiş bir ‘hiç’i kaybetmemek.
Kaderimden geriye kalan son sebebi de kullanmış mıydım? Hayır… kullanmamıştım. Zaten bana da soran olmadı sebepleri yaşarken
kaderin davet ettiği sebep…
“Aşk mı kaderin, yoksa kader mi aşkın kılavuzudur?”
Rüzgar sesiyle ürkerek yürüdüğüm sahilimde, iskelenin en ucunda rüzgara asılı bir yaprak gibi dikilen, elleri cebinde, dünyaya arkası dönük denizi izliyordu… ne buluyordu benim renksiz dünyamda?
Acaba Deniz’in rengini görebiliyor mu? Düşünmek yerine harekete geçmelidir insan… iskelenin en uç noktasına ilk kez O’nun için gittim.
Bana yüzünü dönmesini sağlamak için elimi O’nun tenine deydirdiğimde gözgöze gelmiştik… işte o an, etraftaki her şeyin bembeyaz hale geldiğini gördüm. Şaşkın bakışları ardındaki acı ruhumun iliklerine kadar işlemişti.
O Ela Gözler… benim dünyama çevirdiği bir çift ela göz… baktığı her yer beyazdı… hiç bitmesini istemediğim bir duygu… adını bile unuttuğum, beni önce karanlığa mahkum eden, arkasından grilere mahkum eden o acı dolu ama bir o kadar da büyülü duygu şimdi tüm dünyamı beyaza boyamıştı…
Tüm ruhumu kapladı, esir aldı kendisine yine.
O’nun bakışları, hüznü… ruhundaki acı ve isyanı… aynaya bakmak gibiydi benim için…
“geç kaldım” diyordu. Yolcular hanında dinlenmek içindi belki de bu bekleyiş. Ama ne fark eder? Dünyam beyazdı işte.
Sarılmak…öpüşmek…dokunmak…hissetmek…hiç bu kadar heyecanlı ve hiç bu kadar net değildi dünyamda.
Göremediğim tek şey, gitmek üzere bir yolcu olduğuydu…
Ben ise bu limanlara demir atmış yorgun savaşçı…
Gitmeliydi. Çünkü sebebi yaratan tanrı sonuçları da yaratırdı… ve tanrı gitmesini istiyordu. Kim tanrıya karşı gelebilir ki?
Renkleri unuttum… yaşadığım sebep ile sonuç arasındaki ince çizgiyle sınırlı değil… sonuçlar… sonuçlarında getirdiği sebepler… hiçbir şey sıfırdan başlamak gibi değildi artık…
0 – sebep- sonuç- sebep- sonuç….
Ve hiçbir şey beni tekrar başa döndüremezdi. Sonuçlar zamansızdı belki ama daha önceki sonuçlara benzemiyordu O’nun gidişi…
“Sensiz, senle olmaktan daha az acı verecek.”
O gitti, giderken hiçbir şey götürmedi benden… getirdiği beyazlık hala limanlarımı aydınlatıyor.
Ve ben bu aydınlıkla O’nsuz yaşayamam…
Hiçbir şey O’nun gitmesi kadar acıtmadı ruhumu… ne Suat, ne Beren… nede diğerleri…
O yok… O’nun getirdiklerini değil, O’nu istiyorum.
Seni unutmak mı? Asla!!!
Allak bullak olmuş şu yer kürede,
“Hafıza” yer bulduğu sürece…
Seni unutmak mı? Asla!!!
Siyah Gri Beyaz… ama artık bitti. Denedim… unutmak…
Eowyn Aragorn’u unutabildi mi? Hayır…
Arwen ümitsiz bir gelecek için sonsuzluğu niye seçti?
Tüm kaybedişlerin peşinden yılmak bilmez hırstır asıl ayakta tutan…
Faramir’in sadakatiyle onurlandırılan ben, Taçsız Kral için hala ağıtlar yakabilir miydi? Evet… ama sessizce…
Seni unutmak mı? Asla…
Vazgeçmek kaybetmek değildir. Vazgeçmek hediye etmektir, sana ait olmayanı ait olana hediye etmek.
Buluştuğumuz iskelenin ucunda sallanan tahtanın üstünde durmaya çalışıyorum… Sensiz… senle olmaktan daha kolay geliyor şu an… çünkü sonuçlar böyledir, tek kişilik.
Kulağımda sessizliğin homurtusu. Bir şeyler için dur diyorlar anlıyorum. Karanlık gecelerde sessiz konuşmayı öğrenmiştim çünkü.
Denizin içinde olmak hiç bu kadar cazip gelmemişti korkak ruhuma…
Bu da ne? Ne bu… siyah mı? Hayır değil, ama gri de değil…
“Mavi” diye fısıldıyor biri kulağıma… meleklerin bu kadar güzel olduğunu hiç düşünmemiştim. Sonunda… artık denizin en dibindeyim…
Sebep – Sonuç...
Her şey başlangıç için bir sebep bulur kendine.
Sonuç belki kaderden, belki de bizden.
Ama sebep sonuç arasındadır bizi kahreden, mutlu eden…
Her başlangıç bir “Sen” ise şayet;
Ve her “Sen” yeni bir başlangıçsa…
Yeniden başlıyorum “Sensiz” hayata…
Bundan mutlu değilim… ama hep olmak istediğim yerdeyim. Renkli bir hayat…
Mavi kırmızı yeşil... sarı bile var…
Bir Sen yoksun.
Seni savaşta kazanmadım. Hırsımla değil yüreğimle sahiptim sana.
Sebepsiz bir hayatın artık sonuçlarını yaşıyorum...
...Od..