- 956 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
O eşsiz dünya / Kitaplığım
Zamanı durdurmak isteyip de
Durduramadığım.
Azalmak yerine,
İlk kez çoğalmak isteyip sorguladığım
Ve neticesinde de,
Onlarca sorumluluğun altında, onlarca perdenin arkasına geçip rol aldığım bir zamandı.
Mevsim kıştı, hatırlıyorum. Soğuk odamın dört duvarı arasındaki yatağıma geçip gündüzün nöbetini geceye devrettiği o saatlerde merakla alıp, çabucak okuyup bitsin diye bir kitap elimde, çabucak okuyup bitsin diye.
Okuduğum her kelimenin ardından duruyor ve o cümleyi tekrarlıyorum. Yutkunurcasına. Gözlerim her an patlamaya hazır bir volkan lavı gibi. Kitabı bitiriyorum. Bir suçluyum. Belki de kendimi asla affetmeyeceğim bir suç işliyorum. Kitabım ellerimden kayıp boşluğa düşerken ben uykunun kol gezmediği bir şehirdeyim.
Suçluyum, suçluluk duyuyorum. Kendime kızıyorum, kırgınım. Onlarca fedakârlık sonunda kazanılmış zaferlerin, çekilmiş acıların açık resimlerini gördüm hatta okudum. Toplumun sürüklendiği bu bilinmezlik, elimizden kopup giden değerler ve boşa geçirdiğimiz onlarca saat. Öfkesi daha da derindi sözcüklerinde Atatürk’ün. Bakışlarından daha da keskindi cümleleri. Çalışmıyoruz, onarmıyoruz.
“Sizi affetmiyorum.” Diyen bir ezilmişliğin altında kitabın da adında belirttiği gibi “Affet Bizi Atam” diyerek uyumaya çalışıyorum.
Neresi olduğunu bilmediğim bir yer. Avizelerle süslenmiş ışıklandırmaları, büyük kapıları ve otantik bir görünüme sahip koca bir salon. Yanan şöminenin içinde alevlerin küllerle olan dansını izleyerek, hala nerede olduğumu bilmiyorum, arkamda ileri geri salınan bir sandalyenin “tak tak tak” seslerini duyarak elimde ne okuduğumu bilmediğim bir kitap.
Neredeyim, niye buradayım, arkamdaki kim? Aklımda onlarca soru. Tam dönüp bütün sorularımın cevabını bulmaya hazırlanmışken başıma dokunan bir el ile irkiliyorum. Dönüyorum. Nasıl bir düş ki hala unutamıyorum. Öyle bir yüzdü ki gördüğüm…
Belki bir dönüm noktası benim için. Ya da artık bazı kavramları farklı algılamam için bir sebep. Belki bir aracı bugün, birçoğunda da yaptığım gibi bütün eserlerde bir tatile çıkarmışçasına kitap sayfalarını aralıyorum.
Kiminizde bir Paris tutkusu kiminizde Asya’ya gitme isteği. Kiminiz yemyeşil bir Karadeniz havası solumaya öyle özlem duyuyorsunuz ki. Kiminiz ise Ayvalık’ın bir tepesinde güneşin eşsiz batışıyla denizi seyretmeyi hayal ediyorsunuz.
Birçoğunu yapmamış olmanın hafif kırgınlığı olsa da üzerimde; onlarca duyguyu tanımlayacak bir adres biliyorum. Öyle bir tatil yeri ki burası nerede olsam gidebiliyorum.
Yorucu ve bunaltıcı bir günün içinden kaçış planları içerisinde kafamdaki onlarca düş ve düşünceyi valizime koyuyor ve yolculuğumun başında vardığım ilk kapıyı çalıyorum
"Kapıyı açan sempatik gülüşlü ve tatlı bir merhaba ile içeriye davet ediliyorum. Onlarca kitabın bir inci titizliğiyle dizildiği odaya giriyoruz. Gözlüklerinin arkasından gülen gözleriyle bakıyor.
Meryem’i konuşuyoruz. Cemal’i, İrfan’ı ve mutluluğu. Van Gölü’nün yakınlarındaki bir kasabaya gidiyoruz. Sonra Son Ada’ya, Leyla’nın Evi’ne. Hiçbir resmi unutmadan, onlarca yüz aklımda kalarak veda ediyorum. İçtenlikle sıkıyor elimi. Hafif bir buruklukla ve onu tanımanın, okumanın mutluluğu ile çıkıyorum “Mutluluk” kitabından. Sevdalım Hayat’ına doğru Zülfü Livaneli’nin."
"Bir yaz akşamının titrek ışıkları altında balkondan esen rüzgârın verdiği serinlikle yine bütün düş ve hayallerimi ufak bir çantaya sığdırıp yola koyuluyorum.
Çaldığım kapıyı açan yaşlı ve hafif kırışmış yüzünde hala tazeliğini kaybetmemiş gamzelerindeki o sıcak merhaba ile davet ediliyorum. Oturuyoruz. Kenan’ı konuşuyoruz. Zamana yolculuk yapıyoruz. Yıllar öncesine; 1960’lara gidiyoruz. O zamanın zorlu yaşam şartları altında iç savaşını alt etmeye çalışan ve kendine hazin bir son hazırlayan Kenan’ı konuşuyoruz. Eşini, çocuğunu ve o çok sevdiği kadını; Günsel’i. “Bir Gün Tek Başına” diyor Vedat Türkali. Bir gün tek başına kalır insan. Günsel’in de kaldığı gibi. Hafif bir hüzün ve iç burukluğuyla çok şey öğrenerek belki de, dönüyorum."
"Hayatın sevinci kadar hayal kırıklığının da olduğunu anladığımız zamanlar vardır. İşte tam bu zamanlarda; yani hayal kırıklığını tanımaya başladığım o süre içerisinde kapısını çaldığım ve un ufak ettiğim onlarca düşünceyle, bedenimin içine yumulurcasına ona gidiyorum.
Gözlüklerinin üstünden gülümseyerek “güzel kızım hoş geldin” dercesine davet ediyor içeriye. Ve gökkuşağının bir rengini daha öğreniyorum. “Sekizinci Renk” giriyor hayatıma. Sevincin, aşkın ve mutluluğun doruklarında yaşarcasına. Elini öpüyorum ve “Güzel Kızım’a sevgilerimle” diyerek imzaladığı kitabından hüzünlü ve bir o kadar mutlu olarak çıkıyorum Gülten Dayıoğlu’nun."
"Sonra sohbet ediyoruz ‘Yüzyılın Aşk’larından Can Dündar’la. “Uygarlık tarihi biraz da aşkların tarihidir.” Diyor. Evet dercesine gülümseyerek onaylıyorum onu. “Kahkahalarla ve buselerle olduğu kadar acı ve gözyaşlarıyla da işlenmiş bir kanaviçedir.” diyor aynı zamanda. Sonra Mustafa Kemal- Latife Hanım, Nazım Hikmet- Piraye, Melih Kibar- Çiğdem Talu aşklarını konuşuyoruz uzun uzun. Ve yine gülümseyerek uğurlanıyorum."
"Trabzon Maçka’da müthiş manzaralı evinin teras katında ilk aşkına yazdığı şiiri anlatıyor Sunay Akın. Odunluğun tavanına yazdığı şiirin nasıl yok olduğunu, nasıl yakıldığını. Biraz buruk, biraz gülümsercesine. Aynı memleketin havasını soluduğum bu güzel insanı dinliyorum bir şiirinde;
Kabuğumu koparmadan,
Ne bir elmayı soyabildim
Ne de iyileştirebildim bir yaramı.
Ama karşıma çıkınca
Kızmadım hiç elma kurduna.
Bendim çünkü bıçağı saplayan onun yurduna.
Gülüyoruz ikimiz de. Sonra “Ay Hırsızı” kitabını konuşuyoruz. Türkiye’nin birkaç yerinde açılan oyuncak müzelerini. Kitabından çıkmadan önce “Oyuncak müzesine gidilecek!” diye not alıyorum büyük harflerle."
Ve İzmir’de bir yaz günü aniden karar verip belediye otobüsüne binip Konak’a, ordan da yürüyerek Yeşilyurt yolu üzerinde bulunan Oyuncak Müzesi’ne gidiyorum. Onlarca oyuncağa bakıyorum içinde hiçbir savaş abidesi olmadan; düşünen, yaratan çocuklar yetiştirebilmek için. Bir tarafta farklı kâğıt oyunları bir tarafta Mavi renkli bir bebek. Bir tarafımda Disney’in ilham aldığı Miky Mouse, Bir tarafımda ise 1958’de uzaya gönderilen Laika Köpek.
Her an her saniye bir kaçış. Ne kimseden izin alma zorunluluğu ne de korku. Farklı açılardan bakabilmeyi öğrenmek. Dedim ya başlarken gördüğüm o rüya belki de bir sebepti bazı şeyler için. Okuduğum her kitabın, girdiğim her öykünün kahramanlarını rüyamda görürüm umuduyla belki de.
“O büyük salon, o avizeler, o şömine. Arkama döndüğümde masmavi gözleriyle bana gülümseyerek bakan; Atatürk. Uyandığımda ellerimi yüzüme götürüp sildiğim o an.
Kırın kalıplarınızı, açın kapıları. Gidin en yakın kütüphaneye ya da kendi kitaplığınıza. Şöyle bir dokunun raflarına. Çekin herhangi birisini. Tozlu mu, silkin. Açın ilk sayfasını ve dalın dünyasına. O kadar çok insan tanıyacak ve o kadar farklı hayatlara tanık olacaksınız ki.
Bu güzel yolculuğunuzda bütün güzelliklerin daima yanınızda olmasını diliyorum.
(Bütün dileklerim okuyan, yaratan, bir millet olabilmek için…)
Nuray Kaçan-2011