BEN BİR ÖĞRETMENDİM...
Sarı bir zarfla gelmişti haber... Doğu illerinden birinin, hiç adını duymadığım bir ilçesine, Edebiyat öğretmeni olarak atandığım yazıyordu içinde... Sevincimi anlatamam...Ritimsiz atan bir yürekle, günlerce beklemiştim bu haberi...
Bir tek valizle çıktım yola; yarısı kitap dolu, tahta, yeşil bir valizle...
Yalnız değildim elbet, hayalin biri gidip, biri geliyordu tüm yolculuğum boyunca. Nasıl bir şehir bekliyordu beni?.. Açıkcası bunu pek merak etmiyordum. Daha çok merak ettiklerim: Gideceğim okul, öğretmenler ve öğrencilerdi... En iyi öğretmen ben olmalıydım, en iyi öğrenciler de benim öğrencilerim... Çünkü her şeyi biliyordum, iyi bir eğitim almıştım... Okuyordum, kendi çapımda yazıyordum, araştırıyordum... Daha ne olsun!...
Görev yerine vardığımda inanılmaz bir dostluk kucakladı beni... İki bekar öğretmenin birlikte kaldıkları lojmana yerleştim okul müdürünün sayesinde... Birkaç parça eşya aldım, ilçenin tek mağazasından: Yastık, yorgan, somya, battaniye gibi şeyler... Okulun bünyesinde yalnızca lise değil, ortaokul da vardı... Dolayısıyla Edebiyat derslerinin yanı sıra, Türkçe derslerine girmekle de görevlendirildim... Kışı karlı-buzlu, yazı tozlu-topraklı bu küçücük ilçede, tüm öğretmen arkadaşlar bir aile gibiydik... Birlikte yiyip-içiyor, birlikte geziyorduk... Öyle alıştığımız anlamda bir sosyal hayatı yaşamıyorduk... Tek eğlencemiz, akşamları, adına lokal denilen, kahvehaneye benzer bir mekanda bir araya gelip, sohbet etmekti... Gidilecek ne bir tiyatro vardı, ne de bir sinema...
Öğretmenliği çok sevmiştim. Tabii öğrencilerimi de... Sınıfa girip de onlarca masum ve ürkek bakış bana çevrildiğinde, kendimi bir ansiklopedi gibi hissediyor, bir an önce bendeki tüm bilgileri onlara aktarmak adına anlattıkça, anlatıyordum... Böylesine BİLGİLİ bir öğretmen olmanın karşılığını alacaktım elbet...
Heyecanla ilk yazılı sınavlarını yaptım... Ve heyecanla bekletmeden okudum cevap kağıtlarını... Tam bir hayal kırıklığıydı... En başarılı bulduğum öğrenciler bile doğru dürüst cevap verememişlerdi... Oysa, beni can kulağı ile dinlediklerinden öyle emindim ki!.. Konuların üzerinde daha fazla durmalıyım diye düşündüm. Hatta daha otoriter olmalıyım...
Tekrar tekrar anlattım, işlediğim her konuyu... Anlamadığınız bir yer var mı diye defalarca sordum... Ödev yapmayanlara kızdım... Hatta biraz daha ileriye gidip, notla tehdit ettim... Bu çabalarımın sonucunda, ikinci yazılılarının daha başarılı olacağını umuyordum... Ama umduğum gibi olmadı... Girdiğim tüm sınıflarda yine zayıf not alanlar çoğunluktaydı...
Peki eksik olan neydi acaba... Ben nerede yanlış yapıyordum?...
Bu sorunun cevabını Orta 3. sınıftan bir öğrencinin: Ziya"nın yazılı kağıdını okurken buldum... Dilbilgisiyle ilgili bir soru sormuştum. Soru aynen şöyleydi:
"Tiyatroya gidenler görmüşlerdir ki orada sessiz davranılır"
Yukarıdaki cümleyi, "Ki" bağlacı kullanmadan yeniden kurun...
O, ışık bakışlı Ziya, cevap olarak şu cümleyi yazmıştı kağıdına:
"Ben hiç tiyatroya gitmedim ki ne bilem"
Yüreğimin sızladığını hissettim... Defalarca okudum cevabını, okudukça da ağladım... Cevap yanlış olsa da, bu sorudan Ziya’ya tam puan verdim... Çünkü hatalı olan bendim... Yalnızca benim yaşayabildiğim, onların hayal bile edemedikleri bir gerçeği soru olarak yöneltmiştim...
Sonrasında, öğrencilerimi anlamak, kendimi onların yerine koymak, onlarla ortak bir dilde buluşmak çabalarıyla geçti öğretmenliğim... Bunu öğrencilerime borçluyum... Özellikle de Ziya’ya teşekkür ederim...
Eskinin Edebiyat öğretmeni, yeninin program yapımcısı: BEN...
YORUMLAR
ben yeni katıldığım için bu yazıyı yeni okudum..gerçekten çoookk güzel bir yazı kelke..herkes sizin kadar kendisini eleştirip hatlarını bulsa..ve insanlara verimli olsa tebgrikler
harika bir anektot okudum. teşekküreler. bazen karşımızdakini kendimiz gibi zennetme yanılgısına öyle çok düşüyoruz ki. sanki bizim düşündüklerimizi bildiklerimizi bildiklerini zannedip öyle davranıyoruz. işte hep bu yüzden bilmek öğretebilmek anlamına gelmiyor diye düşünmüşümdür...kaleminize yüreğinize sağlık...saygı ve sevgiyle kalın...