Kayıp Harita
Kayıp Harita
Yalnız Bir Kalbin Haysiyeti * - Mehmet Açar
Hayalet Gemi - Ağustos 1993
"En kötü ihtimali düşünün ki gerçekleşmesin. Mucize ise zaten akla gelmeyendir."
Mimarın,İbn’ül Vakit (Zamanın Oğlu) imzasıyla yazdığı güncesinden...
"Bir bilim dergisinde okumuştum" diyordu mimar. "Tesadüfleri metafizik bir alemin işaretleri olarak görmek sadece bir fanteziden, fanteziye duyduğumuz ihtiyaçtan ibaretmiş.Mesela, Yeryüzü’ndeki tüm insanların yılda bir kere, rüyalarında annelerinin ölümünü gördüğünü varsayalım. Bu rüyalardan birinin gerçek çıkma ihtimali çok küçük. Ama adı üstünde bir ihtimal. Bunu, metafizik bir işaret olarak algılamak yerine, çok düşük bir ihtimalin gerçekleşmesi olarak değerlendirmek akla daha uygun. Yani, tesadüf dediğimiz şey matematiksel anlamda ’çok düşük bir ihtimal’dir. Gerçekleşince ona metafizik bir şeymiş gibi bakmaksa sadece bir fantezi. Metafiziğe inananlar şunu ısrarla düşünmemekte direniyorlar. Her gün, hatta her an gerçekleşmeyen sonsuz sayıda tesadüf var."
Bir akşamüstü denize bakan bir çay bahçesinde bira içiyorduk ve dört kişiydik. Mimar,
mühendis, ben ve yazar. Ben çok ilginç bir tesadüften bahsetmiştim. Bunun üzerine bilim
dergisinde tesadüflerle ilgili o yazıyı okuyan mimar da bunları anlatmıştı. Konuşması
buradakinden daha uzun sürmüştü, bir dizi örnek vermiş, matematiksel oranlardan söz etmiş ve sonuç olarak "tesadüf metafizik bir şey değildir" demişti. Onunla hiç kimse tartışmadı.
Konu anında kapandı ve mühendis "Geçen gün gazetenin tekinde şöyle bir şey okudum..." diye başka bir bahis açtı.
Yes’in "90125" albümündeki "Owner of a Lonely Heart"* adlı parçayla yazının bir ilgisi olduğunu sanmıyorum, bu sadece basit bir araklama vakasıdır.. Belki de tesadüflerin büyülü güzelliğinin ya da uğursuz çirkinliğinin bilimsel açıklamalarla bozulması kimsenin ilgisini çekmemişti. Bir kaç hafta sonra o dört kişiden biri olan mühendis, bana bir tesadüften söz edince, ben de o akşamki konuşmadan, yani bilim dergisinde çıkan yazıdan söz etmiştim. Arkadaşım ise Türk argosunda aşağı yukarı her ünlem yerine geçebilen ve "s" ile başlayıp "r" ile biten kısa sözcüğü kullandıktan sonra "O bilim dergisinde çıkan yazıda söz edilenleri ilkokul mezunu her çocuk bilir" diye bir başlangıç yaptı ve yine Türk argosunun kaba ifadeleriyle pozitivizmin dünyayı kupkuru bir yer haline getirdiğini söyleyip, bilim adamlarının metafiziğe karşı mücadele verme döneminin çoktan kapandığını belirtti. Konuşmasından aklımda kalan fikirleri sıralıyorum:
"Pozitivizm nihayetinde zafer bayrağını dikti, daha ne istiyorlar." "Televizyondaki doğa belgesellerini seyret, bilim her geçen gün evrenin ne kadar esrarlı bir yer olduğunu ortaya çıkarıyor." "Aşkı ve cinselliği bile biyokimyasal bir gerçekliğe indirgemeyi başardılar." "Bilim nereden gelip nereye gittiğimiz hakkında bir dizi kuram önerdi ama ’başlangıcın öncesinde’ neler olduğunu hâlâ söyleyemiyor." "Bilim ve metafizik birbirinden nefret eden tek yumurta ikizleridir." "20. yüzyılda bilim sisteme hizmet ediyor. Felsefi ve politik anlamda ’daha iyi’yi aramanın yolu artık metafizik ve felsefeden nasibini alınış bir bilimden geçiyor" "Metafizik artık bireyin sisteme tek başına meydan okuyabildiği anarşizan bir muhalefettir. Dolayısıyla metafizik açıklamalar da fantezi diye küçümsenemez."
Peki neden tüm bunları o akşam söylememişti de, susmuştu? Bu soru üzerine, birden ona anlatma isteği veren sevimli öfkesini kaybetti. Birkaç saniye susup düşündükten sonra hiç kimsenin duymasını istemezmiş gibi fısıltıyla "Sen hiç tesadüfler üstüne düşündün mü?" diye sordu ve hemen ekledi, "Eminim düşünmüşsündür, ama fazla derinine inmeden...". Ona, bunu nereden bilebileceğini sordum. "Sende, hiç tesadüfler üstüne kafayı takmış bir insan hali yok. Zaten ben, daha çok bir saplantıyı kastediyorum" dedi. Tesadüfün metafizik bir olay olmadığını ispat etmeye çalışan mimar arkadaşımızın yıllardır saplantılı bir biçimde tesadüf üstüne düşündüğünü, bunu herkesten gizlemeye çalıştığını söyledikten sonra "Saplantılı bir
insanın söylediklerine karşı çıkmayacak, sadece dinleyeceksin. Emin ol ki, saplantının her türlüsünün ardında yoğun bir acı yatar. Acı saplantıyı, saplantı da acıyı besler" dedi ve mimarın hikâyesini anlattı.
Mimar, yıllar önce çok sevdiği bir kadın tarafından aniden terk edilivermiş. Serbest çalışırmış o zamanlar. Terk edildiği sıralar işleri de pek iyi gitmiyormuş ama cevap beklediği çok projesi varmış. Ne var ki, bir ay içinde canı gönülden bağlandığı bütün projeleri peş peşe kaybetmeye başlamış. Herkes onu fazla hayalperest ve sanatçı bulmuş. Böylece bir zamanlar, aşık olduğu kadınla birlikte yaşayan, işleri iyi giden, geleceği çok parlak, büyük projelere aday bir mimarken, bir kaç ay içersinde evinin kirasını bile zar zor öder hale gelmiş, işte tam da o sıralarda, hayatın sırrının bize gösterdiği işaretlerde yattığını savunan ve henüz hiç bir kitabı basılmayan başarısız bir yazarla tanışmış. Çok geçmeden birbirinden sıkılan bu iki başarısız erkeğin arkadaşlığının kısa sürmesi mimarın zihnini işaretlere ve tesadüflere takmasına engel olmamış. Gün gelmiş, evrenin kendi sırlarının her an muhtelif işaretlerle insanlara gönderdiğini düşünür olmuş. Mimar her tesadüften bir anlam çıkarmaya ve bu anlamlan yorumlamaya başlamış. Yakın geçmiş, yani sevgilisinin onu terk ettiği, işlerinin yavaş yavaş kötüye gittiği günler üstüne düşünmeye başlamış. Uzun uzadıya ince hesaplar yaparak o günlerde hayatında olup biten her şeyi gözden geçirmiş ve şöyle bir teori geliştirmiş: "Kaderimin meşum bir yola sapacağı önceden bana haber verilmişti ama ben anlayamamıştım"
Geçmişini bir yana bırakıp şimdiki zamanı üstüne de düşünmeye başlamış ve günlük hayatta karşılaştığı her şeyi uğurlu ve uğursuz tesadüfler olarak ikiye ayırma alışkanlığını edinmiş. Söz gelimi, oturduğu mahallede hiç tanımadığı ama simalarına aşina olduğu herkesi uğurlu ve uğursuz diye ikiye ayırırmış.
Uğursuz bulduğu televizyon programlarını seyretmez ama sırf uğurlu olduğuna inandığı aptal bir çocuk programını da hiç kaçırmazmış...Mühendis, hikâyeyi bu noktada kesip, "Gerisini artık sen düşün" dedi... "Her şeyin uğurlu ve uğursuz diye ikiye bölündüğü garip bir dünya. Artık tesadüf kelimesinin bile bir anlamı yok çünkü her şeyin bir anlamı var. Gerçekleşmesi yüksek bir ihtimal ile çok düşük bir ihtimal arasındaki tek fark anlam farta."
Mimarın işleri uzun süre kötü gitmiş. Küçük bir büroda yarım gün, çok az maaş aldığı bir işe girmiş. Bu arada giderek daha da yalnız kalmış çünkü başarısızlığı nedeniyle tüm eski çevresinden, kendine o eski güzel günleri hatırlatan her mekândan her insandan kaçıp durmuş. Aradan üç yıl geçtiğinde küçük bürodaki dört beş kişiden ve ailesinden başka görüştüğü hiç kimse kalmamış. Her hafta düzenli olarak birbirini aynen takip eden yedi ayrı gün yaşamaya başlamış. Hayatın ona verdiği işaretleri, yaratabileceği tesadüfleri en aza indirmeyi başarmış. Hep aynı şeyleri yaşar olmuş... Kaldı ki belirli bir noktadan sonra, hayatın tüm işaretlerinin uğursuz olduğuna, tesadüf diye bir şeyin olmadığına her şeyin işaretlerden ibaret olduğuna inanır olmuş. Bir zamanlar sıkı bir ateist olan mimar artık tanrıya da inanmaya başlamış.
Tesadüf kelimesinin sözlüklere girmesine bile karşı çıkar hale gelmiş. Tezi de şuymuş: yaşadığımız her şey şöyle ya da böyle bir tesadüfse, varoluşumuz dahi tesadüflere bağlıysa, yeryüzündeki hayat baştan sona bir tesadüftür. Şu halde tesadüf dediğimiz şey varoluşun ta kendisidir ve nihai analizde mânâsız bir kelimedir. Tesadüf kelimesini kullanmak da tanrının varlığını inkar etmekle aşağı yukarı aynı şeydir.
Bir cumartesi saat 21.15 seansında her hafta aynı saatte yaptığı gibi bir sinemaya girmiş ve antraktta filmden sıkılıp sinemadan çıkmış. Yolda yürürken, akademiden çok eski bir arkadaşına rastlamış. İşleri çok çok iyi giden bu eski arkadaşı onu bir barda içki içmeye zar zor ikna etmiş. İlkelerine aykırı da olsa teklifi kabul etmiş. Neticede son vapuru kaçırmış, karşıya dolmuşla geçmeye karar vermiş. Dolmuşun dolmasını beklerken üniversiteden tanıdığı iktisatçı bir arkadaşı ve karısıyla karşılaşmış. Bankacılık yapan arkadaşı, onun telefonunu almış o gece. Bir hafta sonra da mimara telefon etmiş. Bankanın müşterilerinden birinin, içinde hiçbir köşenin olmadığı yazlık bir villa yaptırmak istediğini söyledikten sonra, bu işle ilgilenip ilgilenmeyeceğini sormuş.
Okul yıllarından beri hep böyle köşesiz bir ev çizme hayaliyle yanıp tutuşan mimar hemen o adamı aramış. Aslında bankanın müşterisinin sıradışı istekleri bu kadar değilmiş. Eğimli bir arazi üstüne inşa edilecek villaya üç ayrı kattan beş ayrı giriş, eve giren hiç kimsenin farkedemeyeceği iki gizli oda, asimetrik pencereler, güneşin kışın ta içerilere kadar girip, yazın ise sadece camı yalayıp geçtiği bir oda, evin bodrumunda tavandan açılan bir delikle güneş ışığının şerit gibi düştüğü bir mahzen...Yıldızlan gözlemlemesini sağlayacak, tavanı açılır kapanır camdan bir başka oda... Garip iş adamının istekleri o kadar uzunmuş ki...
Mimar, hepsini tek tek not ettikten sonra "Bütün bunlar belki mümkün ama bir mimar olarak bütün bu isteklerin gerisinde yatan o temel duygulan anlamam gerekiyor. Yoksa hiç bir şey yapamam" demiş. İş adamı şaşkınlık içinde, "Neden tek bir şey... Tüm bunları neden zengin ve görgüsüz bir adamın kaprisleri olarak değerlendirmiyorsunuz ki?" diye bir karşı soruyla cevap vermiş. Mimar "Tavana açılan cam pencere falan kapris olabilir, köşesiz duvarlar da belki özentiden kaynaklanabilir ama kış güneşiyle yaz güneşinin bir odada yarattığı ışık huzmelerini denetlemeye çalışmak bambaşka bir şey. Üç ayrı kattan beş farklı kapı istemek de tuhaf bir şey. Zaten bu girişlerin anlattığınıza göre hiç bir özel işlevleri de olmayacak. Hizmetçi, misafir, arka bahçe kapısı istemiyorsunuz siz. Bir mekâna beş farklı duyguyla girmek istiyorsunuz. Mekânı denetlemeye, özellikle de bulutsuz havalarda gece ve gündüz zamana hükmetmeye çalışıyorsunuz. Yazın akşam güneşinin aydınlattığı bir banyo fıkrinin gerisinde sadece erotik bir fantazi olamaz."
İşte o zaman iş adamı, mimara bu evi niye yaptırmak istediğini açıklamaya karar vermiş ve "Yitirilmiş bir kadın ve geçmişe özlem" demiş. Mimar, iş adamının hikâyesini uzun uzun dinlemiş, sorular sormuş ve projenin üzerinde aylarca çalışmış, iş adamının geçmişte özlem
duyduğu mekânları gezmiş, evin yapılacağı yerde saatlerce güneşin batışını, doğuşunu, yıldızlan seyrelmiş. En sonunda iş adamının önüne gelip işi kabul etmeyeceğini açıklamış. "Neden?" diye sormuş iş adamı üzüntüyle... Mimar, "Sizi ikna edecek bir projeyi artık çizebilirim. Ama o ev asla sizin hayallerinizdeki ev olamaz. İçinde yaşadıkça hep aldatıldığınızı düşünebilir, ben böyle bir ev istememiştim diyebilirsiniz. Ayrıca, saplantının acısını bence bu yeryüzünde dindirecek tek bir şey varsa o da zamanın akışıdır. Ben sizin bu projeniz üzerine çalışarak kendimden, kendi acılarımdan kaçtım ve saplantılarımdan kurtuldum. Ama siz bu ev bitene kadar saplantınızdan kurtulamayacak, ev yapıldıktan sonra da saplantınızın acısını asla dindiremeyeceksiniz. O ev size mutsuzluk getirecek" demiş.
Bunun üzerine iş adamı, mimarı ev konusunda tümüyle özgür bıraktığını, ne isterse yapabileceğini söylemiş. "İstediğim tek şey evi benim için yapman ve hiç köşe kullanmaman. Proje falan da istemiyorum artık. Sadece bittiğinde bana haber ver yeter." demiş. Mimar "Peki" demiş, "Size, tüm acılarınızdan kurtulacağınız bir ev yapmaya çalışacağım. O evde zamana hükmetmeyecek, tam aksine kendinizi zamanın akışına bırakacak ve bence, acılarınızdan kurtulacaksınız".
Bu konuşmadan sonra da işe dört elle sarılmış ve öyle bir ev yapmış ki, içinde iş adamının istediği her şey hem varmış hem de yokmuş, iş adamı evi çok sevmiş. Bu ev, mimarın meslek yaşamında da bir dönüm noktası olmuş. Evin inşasıyla birlikte tesadüf saplantısı da bitmiş.
Peki niye o zaman hâlâ tesadüfün metafizik bir şeye bağlı olamayacağını kanıtlamaya çalışıyordu?
Mühendis arkadaşım bu soruma şöyle cevap verdi: "Basit bir iyi niyet meselesi, özellikle de
seni korumaya çalışmak çabası. Kalanı tesadüfe takmayasın diye... Aynı makaleyi benim önümde bir kişiye daha anlatmıştı. Özellikle başarı konusunda ’mucizevi an’ı bekleyen herkese anlatır bunu. Çok da inandırıcıdır." Sonra da uzaklara bakarak ekledi: "Acı saplantıyı
besler, büyütür ve bir canavar haline getirir. En büyük saplantı akla meydan okuyan, kişinin kendi cinneti olarak sadece kendisine zarar veren ama kimseye anlatamadığı saplantıdır. Bu tür derin ve çileli saplantıların özünde de varoluşun sırrına vakıf olma çabası yatar."
Kimseye anlatmadıysa mühendis nereden biliyordu bunu?
"Beraber bir yurt dışı seyahatine çıkmıştık Tam bir yıldır tanıyordum onu. Tesadüflerden konuştuk. O yine aynı şeyleri söyledi ve ben de
onun, sinir olduğum bu tezine karşı çıkmak için hayatımı bir anda değiştiren ne kadar tuhaf ve
anlaşılmaz olay varsa hepsini peş peşe sıraladım. O da bana bu hikâyeyi anlattı." Peki tüm bunlara inanmış mıydı?
"Zamanın akışı dingindir ve onun içinde herkese yer vardır. İnsanı kötülüklerden esirgeyemez ama ruhu tedavi eder ve korur." dedi.
Kayıp Harita
Yalnız Bir Kalbin Haysiyeti * - Mehmet Açar
Hayalet Gemi - Ağustos 1993
YORUMLAR
Sevgili Jir
Bu hoş yazıyı ilgiyle okudum fakat yazarın alıntı kısımları ile metne eklemlenen
yerleri konusunda bir ayrıştırma yapamadım.
Bu eserin neresindesin bilgi verirsen çok mutlu olacağım
Sevgiler
Jir gnsk
Nevin subaşı
senin çok daha başarılı olacağına şüphem yok
sevgiler
Öncelikle bu günün rakipsiz kurdeleli yazısı.
Sağlam bir kurgu; denetlenmiş yazım ve noktalamalar.
Yazı bütünlüğü içerisinde fazla önemli olmadığı için kısa geçilen dış mekan. Yazıdaki önem derecesine göre kişi tahlilleri için biraz kişilik malzemesi ; ama kahramanın kişilik özellikleriyle ilgili bol tutulmuş özellik: Eksantirik düşünceler, içe kapanıklık, depresyon hali, kararsılık... hüküm verilmeden gözler önüne serilmiş.
Teadüf mü Allah’ın sırları mı sorusuna verilen cevap.
Dolu, doyurucu, akıcı bir uslup.
Tebrik ve takdirlerimle sevgili Jir.
orfeo tarafından 11/9/2012 12:40:05 PM zamanında düzenlenmiştir.