15
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3126
Okunma
Annem ilçenin düğünler ve bayramlar hariç tek eğlencesi olan eski sinemada film seyrederken adeta kendini kaybeder, ahşap sinema koltuğunun üzerinden başka bir âleme kayıp giderdi.
Artık klasikleşen Yeşilçam’ın zengin kız fakir oğlan, başına sandalye değince görme yetisini yitiren “kör kemancı” ve cici anneli filmlerini seyrederken annemin yüzündeki ifadelerden filmdeki duygu seyrini okuyabilirdim.
Annelerini terk ederek kendilerine daha sosyete ve acımasız üvey anne getiren babalarına karşı mücadele eden iki yaramaz kardeşin maceraları onu çok mutlu ederdi.
Bizim de o kardeşler gibi olmamızı istediğinden olmalı ki; sık sık aklımıza bu tür hallerin olabileceği ihtimalini getirip “Ayşecik ile Ömercik nasıl annelerini savundular, gördünüz değil mi?” diyerek yapmamız gereken davranışı, mücadele azmini doldurmaya çalışırdı çocuk beyinlerimize.
Başka bir boyutta yaşadığını hissederdim bazen. O filmlerin tesiri o kadar hissediliyordu ki; beni ve kardeşlerimi o küçük artisler gibi giyindirmeye özen gösteriyordu.
Biz de bu durumdan çoğu zaman mutlu olsak da bazen yaptıklarından sıkılmıyor değildik. Fakat sabrımız, filmin sonunda çocukların istediği oyuncaklara kavuştuğunu hatırlayınca arttıkça artıyordu.
Bu hal ile filmlerdeki sahte mutluluğu yakalamak için beyazperdede ne gördüyse almaya gayret ediyor, evin içerisinde her köşede dört kollu şamdanların çoğalması babamı tedirgin ediyordu.
Bir tek şey bozuyordu bu rüyayı; annemin dördüncü kardeşime hamile olduğu hakikati.
O zaman, artık kendini Filiz Akın’ın veya Türkan Şoray’ın yerine koymaktan vazgeçip, lavaboda istifra etmeye hazır halde bekliyordu saatlerce.
Yine de sözleri, bizi severken kullandığı bütün kavramlar Yeşilçam mamulüydü ve bu tutumundan asla vazgeçmiyordu.
Oysa biz zaten mutluyduk.
Zaten evimizde itina ile muhafaza edilen ve pencerelerden dışarıya sızan haliyle her zaman huzur vardı.
Fakat sinemalarda bahsedilen saadet bambaşka bir surette karşımıza çıkıyor, mutlu insanların da kendilerini huzursuz ve sevgiden uzak hissetmelerine sebep oluyordu zannedersem.
Kendine has ışıltısı, renkleri ve müziğiyle sinema, içerisinde bulunduğumuz sade ve samimi mutluluğun kendi ölçülerinde bir saadet olmadığını, asıl bahtiyarlığın beyaz perdeden sunulan örneklerde olduğu iddiasını memleketin en ücra köşesine kadar her ailenin sofrasına, odasına kadar taşıyordu.
Bu şartlarda memleketin bir köşesinde küçük bir kasabada yaşayan insanlar sinemanın sunduğu gibi bir mutluluk ve sevgi aramaya koyuluyordu ister istemez.
Ancak bu nafile gayret ve beklentilerin, aileleri hakikatten uzaklaştırıp Yeşilçam filmlerinin dar ve sığ görüşlü kıskacında huzursuzluk bataklığına sürüklendiği bir ortamda meydana gelen sıkıntılarla baş edebilmenin yol ve yöntemlerinin yine beyaz perdeden beklenmesi, sinemanın ruhumuza ne kadar derin işlediğinin en kesin kanıtıydı.
Afişlerden gelip geçenlere, sadece birkaç saatlik bir eğlence değil, hayatımızdaki nelerin, nasıl ve ne şekilde ve değiştirileceği dair en güzel kadınların ve en yakışıklı delikanlıların muhteşem hayatlarından örnekler sunuluyordu.
En masum sinema filminde bile fakir babanın cebinden bir rakı parası çıkabiliyor ve “koş babana bir rakı kap gel” dediği yırtık elbiseli oğlu neşe ile bakkaldan babasına istediği içkisini alıyor, akşam yemeğinde kuru fasulye ile rakı içen babanın mutluluğu ailenin saadetiyle perçinleniyordu.
Babam benden hiç rakı almamı istemedi. Oysa çok aklımdan geçmiştir babamın “ Erol koş bakkaldan küçük bir yeni rakı al, bir kalıp beyaz peynir ve yaz helvası, hesaba yazsın!” diye neşeyle bana seslenmesi. Fakat nafile beklentim ben büyüdükçe küçülerek içimde kayboldu gitti..
Annemin sinema filmlerinden bu denli etkilenmesine aklımca ciddi ve doğru sebepler bulmaya çalışırken, elime eski mektupların arasında bir kenarları hastane lojmanlarının rutubetlerine dayanamayıp sararan kâğıtlar düştü.
Babamın anneme yazdığı eski hitaplar ve bağlamalar dolu sevda mektupları zannederek heyecanla açtım.
Mektup değildi.
Annem yazdığı şiirlerin okunmasını istemediğinden olacak bir zaman çok derin sayılan sandıkta gizlediği hazinesi, artık sandığa ulaşacak kadar büyüyen oğlunun ellerindeydi. Sır ifşa olmuş, annemin bana olan sevgisi ve çocukluğum hakkındaki izlenimleri elime düşmüştü.
Annem şiir yazıyordu demek ki!
Bu kadar ince ruhlu bir anne elbette yüreklerimizi etkileyen sinema filmlerinin tesiri altında kalacak, her acıklı sahne perdeden uzanıp annemin kalbine usulca temas edecekti sanki.
Bir de annem o zaman çıkan “Cep Fotoroman” ile “Hayat Mecmuası” nı devamlı okur sinemanın unutmuş olabileceği his dünyasının varoşlarını bu resimli aşk hikâyelerinin atmosferi ile doldururdu.
Benim o fotoromanlardan hatırladığım “Killing” adlı iskelet elbiseli, bikinili kızlara musallat olan cani ile mecmuanın “cemiyet haberleri” kısmıdır.
Babam bir gün olsun mutluluğun bu kapısını aralamadı hayatımda, o kapı hep kapalı kaldı.
Ben bu standartlara göre gayet mutsuz ve bahtsız bir çocuktum.
Annem de bu mutsuzluğu fark edemeyenlerdendi. Nasıl fark etsin ki; ben sadece içimde, kendi kendime anlatıyordum bu arzumu, bir başkasının duymasına asla imkân yoktu.
Oysa sinema dimağlarımızda mutluluğun sınırlarını çizmiş ve kendi kurallarını ruhumuzun libasına asmıştı çoktan.
Biz ilçenin şanslı çocukları köy çocuklarının aksine din dersinde bile “Allah” demiyorduk. Onların “ Allah veya Ellah” demesi ne kadar normal kabul ediliyor ise bizim de “Allah Baba” dememiz o kadar doğal ve üst perdeden bir söyleyiş biçimiydi.
Namazlı niyazlı insanların bile şehir hayatının gereklerinden olduğuna, ilçeye yerleştikten azami bir yıl sonra kanaat getirdikleri bu söyleyiş şekli, bizi, bütün kentlileri köylülerden ayıran ve üstün kılan bir tarz olmuştu.
Yıllar çabuk geçti.
Nasıl da kolay söyleniyor “yıllar çabuk geçti”, insanın dilinden bir çırpıda dökülüyor.
Oysa zaman yıllarını oynayarak, eğlenerek, kazanarak huzur ve refah içerisinde geçiren için hızlı seyrediyor sadece.
Ya mahkûmlar, hastalar ve fizik dersinde olanlar için?
Bizim gençliğimiz bol vampirli, yanık arabesk türkülerin ve sosyal içerikli seks filmleri furyasında, ahlaki kuralların havada uçuştuğu bir dönemdi.
Ailemizin dayattığı kaideler yanında hayatımıza müdahale hakkı olduklarını düşünen büyüklerimizin kendi geçmişlerinde yaptıkları yanlışlara düşmememiz için hikâyelerle süsledikleri nasihatleri yakaladıkları her yerde anlatmaları, içimizde yarattığımız dünyanın şartlarına, havasına asla uymuyordu.
Sadece anlatmakla kalmayıp müeyyidelerle süsleyeler de vardı;” şöyle yaparsan babana söylerim dayak yersin ha !”
Buna en güzel örnek ilçemizin meşhur delilerinden “ Hakkı Dayı” nın bile bizi gördüğü her yerde “akıllı olun ha!” diye tembih etmesini söyleyebilirim.
Bir tek annem sadece nasihat etmekle kalmıyor, uygun gördüğü, istediği hal ve hareketleri kolaylıkla yapabilmemiz için, en azından yaparken zorlanmamızı bertaraf etmek gayesiyle türlü yollar deniyor, her gün yeni bir yöntem icat ediyordu.
Bu motivasyon yöntemlerinin tümünün hafızamızı birazcık yoklayınca çocukluğumuzda seyretmek mecburiyetinde kaldığımız Yeşilçam Filmlerinden fırlamış olduğunu hayretle izliyorduk.
Misaller o kadar çok ki, hepsini burada anlatabilmem mümkün değil. Bir ders çalışma motivasyonu için öksürerek mendile kan tükürme akabinde “derslerin iyileşmez ise ben fazla yaşayamam” izahatı beni günlerce bir türlü sevemediğim “fizik” dersinin kitabını arasına koyduğum Teksas-Tommiks kitaplarına mahkûm etmişti. Mendile bulaşan kırmızılığın annemin ağzından gelen kan değil benim sulu boya kutumdan alınan bayrak kırmızısı olduğunu yıllar sonra öğrenebildiğimi de itiraf etmeliyim.
Karnemin kötü olduğunu duyduğunda annemin göğsüne bıçak dayayıp kendi canına kast etmek istemesi üzerine ağlayarak “Anneciğim merak etme ikinci dönem hepsini pekiyi getireceğim” sözüyle son bulmuştu.
Bir de “Sütümü helal etmem” sözü vardı ki, babası tarafından bir kenara atılan annesinin “Ayşecik” e üvey annesinin etekliğinin arka kısmını kestiği sahneden hemen sonra söylediği cümleydi ve içimize işlerdi.
Yine de en önemli, akılda kalıcı ve izi birkaç haftada ancak iyileşen motivasyon aracı Yeşilçam Filmlerinde sıkça görülmeyen “banyo terliği” yöntemiydi.
Zira yaz günlerinde baldırlarımda ve popomun üzerinde baklava dilimli motifleriyle izi çıkan naylon terlik yüzünden denize giremezdim.
Annem endişeli bir hayat yaşadı bu güne kadar. Her zaman filmlerde gördüğü kötü akıbetlerin bize ulaşacağını, beyaz perdeden alıp hafızasına kaydettiği büyük bir felaket ile her an karşılaşacağı zannıyla yaşadı bu zamana kadar.
Deniz mevsiminde yanımızda büyüğümüz olmadan yüzmemiz yasaktı. Bu refakatçinin olgunluğu ve boğulmamız halinde bizi kurtarabileceği kanaati oluşması gerekiyordu, aksi halde bütün arkadaşlarım denizdeyken ben deniz kıyısında onları seyrederek oyunlarına iştirak ederdim.
Bazen kaçak olarak denize girdiğimde “Anneler anlar” gözlerini üzerime yıkıp gözümün içine bakar ve hakikatten de o gün denize girip girmediğimi anlardı. Hayret ederdim. Bir tek denize girdiğim yeri bilemezdi o kadar. Yıllar sonra gözlerimdeki endişenin ve annemin dilinin ucuyla kontrol ettiği derimin tuzlu halinden deniz maceramı yakaladığını anladım. Fakat çok geç olmuştu.
Beni ele veren muhbirlerin bizzat benden olduğunu anlayınca, insanın “hesap günü” nasıl şaşıracağını düşünürüm.
Çocukları fazla korumak daha çok hasta olmalarına sebep oluyor. Ben de bu hataya düştüm bir zamanlar. Büyük oğlumun bebekliğinde sık hastalanması benim aşırı korumacı tutumumdan kaynaklıydı eminim. Yağmurlu bir İstanbul gününde trafik lambalarında yeşil rengin yanmasını beklerken cama vurup para isteyen ayağı çıplak çocukları görünce eşim “bizim çocukları bu ailelere verelim de staj görsünler” dediğinde suratımın hayretten komik hali üç yaşındaki oğlumu bile güldürmüştü.
Biz çocukken hasta olma ihtimaline karşı bile iğne olurduk. Bir arkadaşımın kız kardeşi hastalanınca annem mahallede salgın olur endişesiyle hepimize ağır bir “penisilin” iğnesi yapmıştı.
Onun için değil hasta olmak, hasta olma ihtimali bile bizim için bir kaç seans tedavi olmamıza sebep olurdu. Babam soğuk kış geceleri yattığımız odadaki odun sobasını sabaha kadar birkaç kez doldurur, sobanın kızaran sacını seyrederek döner dururdum sabah kadar.
Sabahleyin gece rahat(!) uyuyup uyumadığımı soran anneme ve babama (babamın rahatlıktan kastı eminim ki; üşümediğimizi duymaktı) “ sağ yanımız pişince sol yanımızı dönüyoruz” der gülerdik.
Sabah yataktan kalkınca terli halde soğuk tuvalette veya banyoda bir anlık üşütme neticesinde hastalanırdık.
Babam biz hastalanınca “ o kadar dikkat ettiğimiz halde “ diyerek hayıflanırdı.
Dondurma ne kadar canım çekerse çeksin asla annemin olduğu yerde soğuk yiyemediğim bir tatlıdır. Bazı akşamlar misafirlerimiz gelirdi. Yaz akşamlarında kilo ile dondurma alır, ayrıca aldığımız külahlara doldurur, yerdik demeyi çok isterdim fakat biz yiyenleri seyrederdik.
Annem boğazlarımız şişer diyerek dondurmayı iyice sulandırır öyle “içmemize” müsaade ederdi.
Biz de ağlayarak dondurma içerdik.
Gündüzler torbaya girmedi ya, biz de okuldan kaçar akşamın acısını “Sarıçam” pastanesinin “kendi imalatımızdır” yazılı dondurma dolabının başında çıkarırdık.
Sinema iliklerimize kadar işlemişti. Her vakıada onun bir esintisini görüyordum. Ve olacakları tahmin etmemde çok faydalı oluyordu doğrusu.
Mesela bir gün köye gitmiştik. Köy minibüsünden inice anneannemin mahallesine gitmek için “Büyükdere” denilen ve adı gibi azgın suların özellikle sonbahar ve ilkbaharda dağları söküp getirdiği dereyi aşmak için üzerindeki çelik sırmalar karşıdan karşıya gerilerek yapılan tahta köprüden geçmek gerekiyordu.
Annem bizi getiren şoföre navlunu verirken ben köprüden karşıya geçtim. Hem de küçük kardeşimin elini tutarak, onu da bu vahim hataya ortak ederek.
Annem arkasını dönüp bizi göremeyince önce karşı mahallede tarlalarda çalışanların birden dönüp bakmalarına sebep olacak şiddette bir çığlık attı. Sonra bizi karşı kıyıda görünce derin bir nefes aldı ve ağlamaya başladı.
Olacakları tahmin edebiliyorum demiştim ya, işte aynen öyle oldu. Tahmin ettim.
Hem de bütün olacakları çok az bir fire ile bildim.
Annem önce bizi halasının dere kenarındaki evine götürdü. Sonra tıpkı filmlerdeki gibi dereye düşen çocuk rolünün gereklerini ve olacakları anlattı.
Nasıl boğulacağımı, kendisinin dere kenarlarında nasıl ağıt yakıp delirmiş halde dolanacağını,
sonra iyice delirip yollara düşeceğini ve en sonunda bu acıya dayanamayıp canına kıyabileceğini anlattı.
O anlatırken gözümün önünden Fatma Girik’in oynadığı “Boş Beşik “ ve Yılmaz Güney’in “Ağıt” filminden sahneler geçiyordu.
Son yarım saat anlattıklarını tekrarladı ve beni dövdü.
İşte bütün bunların olacağını tahmin etmiştim.
Bu ızdırap dolu uyarı seansından sonra zaten vicdanına yenik düşmüş olan annemin acıma hislerini titretmek gayesi ile ağlamamı uzatıp, kendimi daha sefil ve kalbi paramparça göstererek bir tür “af ve iade-i itibar ayini” talep ediyordum.
Bir köşeye çekilip derin derin iç çekiyor ve kimseye bakmıyordum.
Bu her defasında usulen aynı şekilde cereyan ediyor, sadece yediğim dayak değil aldığım bolca harçlık ve ceplerime tıkıştırılan çiklet ve çikolatalar yanımda kar kalıyordu doğrusu.
O yıllar ömrümün en hızlı ve en tatlı geçen dönemiydi.
Henüz bayramlarda kabristanlara yolumuz düşmemişti.
Ve biz çocuktuk o zamanlar.