- 675 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KERVAN
Ekmeğini taştan çıkaran insanların, alın teri ile taşlara emeğin destanını yazdıkları bir Anadolu köyünde başlaşmıştı eğitim hayatım. Bu taş ekili tarlalar atadan evlada bölüne bölüne geldiği için bize ancak bir evlek yer kalmıştı. Bu sıladan gurbete uzanan bir göçün borazanı demekti.
Ekmek kervanı İstanbul’da konaklamıştı. Taşı toprağı altındır demişlerdi. İnandık! Belki de gerçekten altındı ama biz hiç bilemedik... Babamın tırnakları beton kazmaya biraz daha dayanabilseydi; annemin çürüyen dizleri az daha direnebilseydi belki de öğrenecektik. Ama olmadı, dayanamadılar…
Lezzet ikizlerini bir araya getiremediğimiz günlerdi o günler. Ekmeği bulur zeytini anardık; simidi alır, ayranı arardık. Koladan, hamburgerden nefret eder; lahmacun ve kebaba hasret çekerdik. Kışlar, küçük sacdan sobamızın açlığa; bizim de battaniyelere mahkum olduğumuz zaman dilimleriydi. Öğretmenimden az mı fırça yerdim titreyen parmaklarımla yazdığım harflerde ki zikzaklar yüzünden. Diyemedim, öğretmenim bu gün evimize kömür bırakan olmadı diye. Varmadı dilim söyleyemedim…
Yoksulluğun varlığa uzanan arayışları içinde zaman bu gariban aileden bir öğretmen çıkarmıştı. Kervan yine yola koyuluyordu ama bu kez yalnızdım. Kader Rize demişti. Yolculuk hazırlıkları kısa sürdü. Küçük bir çanta, birkaç iç çamaşırı, bir iki gömlek ve pantolon.
“Ama” dedi bir komşumuz “her öğretmenin bir ceketi bir kravatı vardır. Senin de olması gerekmez mi? ” Olması gerekir miydi? İlk maaşımı alana kadar ceketsiz olsam olmaz mıydı? Olmazmış! Öyle dedi komşumuz, olmazmış. Öyleyse? Öyleyse hemen bir ödünç ceket bulmalıydım, bir de kravat. O kapı, bu kapı bir ceket, bir kravat kapmıştım. Bir hevesle giyindim ki sormayın. “Ceketsiz, kravatsız öğretmen olur mu? ” “Olmaz.” Olur demedik ki! Benim de vardı artık; kollarının içinden ellerim görünmese de, etek gibi diz kapaklarıma inse de, kravat ile uyumsuz görünse de benim de vardı artık.
Emanet elbiseyle geldiğim Rize’de göreve başlar başlamaz yaptığım ilk iş, maaşımla yeni bir takım elbise ve ona uyumlu bir kravat almak oldu. Allah bana yepyeni bir dünya hediye etmişti. Yeni bir şehir, yeni bir elbise, yeni bir görev. Bunca yeniliğe eski bir okulu yakıştıramamış olmalı ki okulumuzun binası da yeni yapılmıştı. Yeni Eğitim öğretim yılına bu okulda başlamıştık. Ancak okulun resmi açılışı henüz gerçekleşmemişti. Açılış için hazırlıklar yapılıyordu. Açılışa Cumhurbaşkanımız geleceği için hummalı bir gayret içerisindeydik.
O gün de akşama kadar yoğun bir bir şekilde çalışmış ve çok yorulmuştuk. Akşam eve gelince çalakaşık bir şeyler atıştırdıktan sonra asla içmeden uyumadığım çayımı dahi içemeden yatağıma bir külçe gibi yığılıverdim…
Sabah gözlerimi açtığımda ilk saati gördüm. Akrep bütün heyecanı ile yelkovanın saatlik seyahatinin bitmesini bekliyordu. Zavallı akrep, saatin icadından bu yana yelkovana aşıktı. Yelkovan mı? O şıpsevdi bir şehir delikanlısı gibiydi. Gider dolaşır, arar bulamaz. Bulamayınca uğrar akrebe bir hasbihal eder, tekrar yoluna giderdi. Bir dakika yerinde durmazdı.Oysa akrep göleri sürekli yolda, yüreği heyecanla çarpa çarpa hep onu bekliyordu. Bu sefer diyordu, bu sefer söyleyeceğim, ona deliler gibi aşık olduğumu, onu gördüğümde hummalara tutulduğumu. Akrep sabahın yedisine doğru giden aheste yolculuğunda yelkovanla buluşmasına beş kala yine heyecanla titriyordu. Artık haykıracaktı bu onulmaz aşkı.. İşte geliyordu selvi boylusu, dudaklarında hep aynı terennüm tik tak, tik tak, ne güzel ne güzel yaşamak… Gelmişti işte, gelmişti… Gelmişti gelmesine de yine bir kuru selamla geçip gitmişti. Akrep, dudaklarında asırlardır söylenemeyen sözlerin kalbine saldığı acıyla haykırıyordu adeta yelkovanın yüzüne karşı, içinden:
Gitme ne olur, gitme kal.
Ya gitme ya beni de al
Akrebin hali gerçekten içler acısıydı ama kalkmalıydım. Bu sabah onun serzenişlerini dinleyecek kadar vaktim yoktu. Göz göze geldik; anlamıştı sanırım beni. Akşam yatarken fısıldamıştım zaten kulağına, sabahın ilk ışıkları ile beni yarı ölümden hayata döndürmesi gerektiğini.
Okulun açılışa yetişmesi için eksik kalan hazırlıkların tamamlanması gerekiyordu. Geç kalmamalıydım. Zaten müdürümle aram limoniydi. Onunla yaşadığımız karakter uyuşmazlığının üstüne bir de sınıfta horon oynatma aykırılığım eklenince sıkı bir fırça yemiştim. Ha! Bir de gürültüyü duyup sınıfa geldiğinde ayağımı kapının arkasına koyup aralıktan konuşurken içeriye girmesini engelleme saygısızlığımda cabası. Dersin bitimindeki teneffüs fırça darbelerini yüzüme çarpması için iyi bir fırsat olmuştu müdürüme. Müdürüm diyordum ona çünkü; onu seviyordum, iyi bir insandı. Bu yaptıklarını görev icabı yapması gerektiğini düşünüyordu. Aslında haksız da sayılmazdı, ama ne yapayım ben buydum; aykırılık ruhuma işlemişti.
Müdürümle limoni olan aramın ekşilikten Arnavut biberi kıvamı acılığa dönmemesi için hemen kalkmalıydım. Bu düşünce ile yatakta doğruldum ve her sabah yaptığım gibi tam karşıma astığım ödünç ceketimi ve kravatımı selamladım. Onları atmanın geçmişimi atmak anlamına geleceği hissi ile saklıyordum. Ancak bu sabah onlara bile ayıracak vaktim yoktu. Mahcup bir edayla, karşılarında yeni takımımı giyip kahvaltı dahi yapamadan okulun yolunu tuttum.
Çalışmalar çoktan başlamıştı bile. Ben de hemen katıldım arkadaşlara. Bir iki saatlik çalışmanın ardından okul açılış törenine hazır hale getirilmişti. Cumhurbaşkanı geleceği için ilin bütün bürokratları buraya toplanmıştı. Bir aksilik olmaması için hazırlıkları kontrol ediyorlardı. Bahçeye kurulan protokol bölümü Rize’nin kararsız havası düşünülerek kapalı yapılmıştı. Tabi ki yöneticilerin yönetilenlere üstünlüklerinin sembolü vazgeçilmez meşin koltuklar da unutulmamıştı. Bu ayrıcalık sembolü meşin koltuklardan oldum olası nefret etmişimdir. Aykırı damarlarım yine dürtüyordu beni. Bu ayrıcalığı kabullenemiyordum. Haydi koltuklar neyse, ya kapalı yapmaları? “Cumhurbaşkanımız ıslanmasın.” Diyorlardı. Islanmasın tabi ki ıslanmasın da tören için mecburen getirilen öğrenciler ne olacaktı? Hele o ilkokul öğrencileri… Birilerine söylemeliydim bunu.
Çocuklara hastalık harici bir etkisi olur muydu bilmem; ama bizim oralarda herkes, her şey ıslanabilirdi fakat gidik dediğimiz keçi yavruları asla ıslanmamalıydı. Islanırsa büyümezlermiş yöremin tabiri ile kiriz kalırlarmış. Bizi böyle inandırmışlardı, biz de korumuştuk onları yağmurdan. Gerçekten böyle miydi, hiç öğrenemedim. Yağmur çocuklara da aynı etkiyi gösterir miydi? Onu hiç bilmiyordum. Ancak bildiğim kesin bir şey vardı bu yavrucaklar ıslanırsa hastalanabilirlerdi. Rize’nin ahmak ıslatan yağmuru başlamıştı bile.
Müdürüme gidip bu tür taleplerimle onu bunaltmak istemiyordum. Aslında o an hiçbir şey yapmamak bile geçti içimden. Ancak gözelerim ön sırada duran kara kuru, saçları sıfıra yakın kesildiği için kulaklarının normalin üstündeki büyüklüğü ortaya çıkmış bir çocuğun gözlerine takılıp kaldı. “Vazgeçme hocam” Diyordu. “Sakın vazgeçme. Ben hep böyle ıslanacak mıyım? Akan çatımız ıslatıyor, okul yolunda şemsiyesizlik, kabansızlık ıslatıyor. Herkesin evinde sıcak çaylarını yudumladığı anlarda taşan derenin getirdiği kışlık odunlarımızı toplarken başımı yağmur, ayaklarımı dere ıslatıyor. Arkadaşlarımın okul kantininden kekler, çikolatalar, tostlar, ayranlar aldığı zamanlarda yüreğimi fakirlik ıslatıyor. Benim halimden sen anlarsın. Bari burada ıslanmama izin verme hocam. Sakın vazgeçme hocam…”
Yüreğime kor düştü Hüzün dolu yaşlar süzüldü yanaklarımdan… “Sen üzülme evlat bu kez burada ıslanmayacaksın. Hiç değilse bir kez yağmur yağdığı halde sen ıslanmayacaksın…” Hemen müdürüme gittim. Arada bir çıkarıp sağa sola salladığı fırçalarını saymazsak yufka yürekli babacan bir adamdı. Beni ancak o anlardı.
-Hocam yağmur başladı; çocuklar ıslanacak.
-Haklısın İlhan Bey, ama ne yapabiliriz?
-Hocam, atölyelerimiz müsait; en azından ilkokul öğrencilerini oraya alsak olmaz mı?
-Olur İlhan Bey, hem de iyi olur. Hemen al çocukları içeri!
Fazla geçmişi olmayan öğretmenlik günlerimde severek yaptığım ilk emirdi belki de bu. Ok gibi fırlayıp atölyeyi açtım ve çocukları içeri aldım
Cumhurbaşkanımız epey gecikmişti. Dışarıda yağmur altında kalan öğrencilerim sırılsıklam olmuştu. Arada bana serzenişte bulunuyorlardı ama elimden bir şey gelmiyordu. Son çare olarak çocukları okula alma teşebbüsüm de okulun pislenebileceği gerekçesi ile boşa çıkarılmıştı.
Atölyedeki durumu kontrol etmek üzere oraya gittim. Müthiş bir uğultu vardı. Çocuklar yerlerinden ayrılmamışlardı ama konuşuyor, sohbet ediyor, eğleniyorlardı. Bir çocuğun motorların bulunduğu tezgaha çıkmak için uğraştığını görünce, uyarmak üzere yanına gidiyordum ki bir el kolumdan tutup geriye doğru çevirdi beni. Mecburen döndüm. Döndüm ama bu şekilde çekiştirilmek Toz Koparan İskender’in gerilmiş yay kirişi kadar germişti sinir tellerimi. Dönünce daha önce hiç karşılaşmadığım birini gördüm. Daha ne yapıyorsunuz siz dememe fırsat vermeden konuşmaya başladı.
-Sayın Cumhurbaşkanımız gelip de çocuklar nasılsınız dediğinde “ sağ ol” demeleri gerektiğini çocuklara öğrettiniz mi?
Hayda! Öyle damdan düşer gibi, karşısında emir eri var gibi… Telaş ve yorgunluğun yükseltiği sinir katsayım pi sayısını aşmak üzereydi. Ama yine de dudaklarıma gelen kelimeleri perdeleyip sadece hayır dedim.
-Hayır mı? Nasıl yani anlatmadınız mı? Ya bir kısmı iyiyiz, bir kısmı sağol, bir kısmı da siz nasılsınız derse ne olacak?
Bu gün zor geçecekti biliyordum ama bu kadar mı zor olacaktı? Ne demeliydim şimdi bu adama! Neyse ki fazla düşünmeme gerek kalmadı. Böyle anlar için hafızamın bir köşesine sinmiş hazır cevaplardan birkaçı sinirlerimin kışkırtmasıyla fırladı pat diye dudak perdemin ardından.
-Bana ne, benim derdim mi?
Adam pişkindi.
-Ne demek bana ne, sen görevli değil misin?
-Evet görevliyim, ne olmuş yani...
-O halde bu çocuklara bunu öğretmelisin!
-Bak beyefendi kimsin, nesin; in misin, cin misin bilmem. Şu yoğun günde başıma dert olma, git işine!
- Bana baksana, sen ne biçim konuşuyorsun!
-Çekiştirerek konuşan biriyle nasıl konuşulursa, öyle konuşuyorum.
-Fazla lafı uzatma, sustur şu çocukları da selam almasını öğret!
Allah’ım, “Başınıza gelenler elinizle yaptıklarınızdandır.” diyorsun. Senin hikmetine sual olmaz Ey Rabbim. Bu adam hangi hatamın bedeli? La havle çekerek oradan uzaklaşıyordum ki adam, kolumdan tutup dediğimi hemen yapacaksın demez mi!
Nerdesin teniyle kurdu besleyen Eyüp aleyhisselam sabrı? Nerdesin Taifte helakı önleyen mananın sabır sultanı? Bu son davranış gözümü döndürmüştü. Adamın kolundan tutup bir masanın önüne çektim. Elimi olanca gücümle masaya vurup, bağıra bağıra:
-Bu çok gerekliyse çık masaya da sen yap! Bela mısın sen benim başıma?
Tsunami çıkmış bir okyanus gibi kabarmıştım. Artık neyi, kimi, nasıl boğacağım önemli değildi. O an önüme geleni süpürüp götürebilirdim. Ama karşımdaki adam bir Marmara koyu kadar sakin görünüyordu. Bu durum dalga boylarımı daha da yükseltti. Bu sözlerimden sonra en azından hırçın bir Karadeniz dalgası olmalıydı. Ama adam sakindi.
-Sen nasıl konuşuyorsun benimle? Benim kim olduğumu biliyor musun?
Hakikaten kimdi bu adam? Niye bunları benden istiyordu? Neden bu tartışmaya girmek zorunda kalmıştık?
-Ne bileyim sen kimsin, hem kim olursan ol bana ne!
Adamda ancak Osmanlı Saltanat Kayıklarını sallayacak kadar dalgalanma olmuştu.
-Ne demek bana ne! Ben İl Milli Eğitim Müdürüyüm.
Eyvah baltayı taşa vurmuştuk! O müdür, bu müdür kime karşı, ne kadar sorumluyum tam bilmiyordum ama acemi bir öğretmen olan benim için bile, bu unvan bir şeyler ifade ediyordu. Bu Rize haritasında yer beğenmek zorunda olmam demekti. Daha doğrusu onun beğendiği yeri beğenmek zorunda kalmam demekti. Ama içinde bulunduğum atmosfer ve ruhumda bulunan inatçı kişilik geri adım atmama izin vermedi.
-Bana ne İl Milli Eğitim Müdürüyseniz!
-Senin adın ne bakayım? Hangi okulda görev yapıyorsun söyle çabuk!
Adım mı? Adımı unutmuş olmayı hiç bu kadar istememiştim. Ama artık ne konuşan bendim ne de susan. Artık aklı baştan alıp hislerimin emrine amade kılan bir sinir taşkınlığının kölesiydim.
- Ben İ…. K…., bu okulda Elektrik öğretmeniyim.
Bunu söyledikten sonra döndüm arkamı gidiyordum ki kabaran sinirlerim izin vermedi. Ancak bu kez sinirlerimin arasına korkunun ağır baskısı da gelip oturmuştu. Endişeyle karışık ama az önceki tonlamadan taviz vermemeye çalışarak, amiyane tabirle delikanlılığa pislik kondurmadan
-Ne bileyim ben sizin İl Milli Eğitim Müdürü olduğunuzu, anlınızda mı yazıyor? İnsan bir şey söylemeden önce kendisini tanıtmaz mı?
Adam bir çirkefe bulaştığını düşünmüş yada tüm gözlerin bize çevrildiği bir anda emrinde ki bir öğretmeni ile tartışmanın çirkinliğini görmüş olmalı ki:
-Tamam ya tamam git işine, işine bak. Dedi.
Daha söze hacet yoktu, olan olmuştu… Kapıya doğru yürüyüp arkadaşların yanına geldim. Adamın kendisini tanıttığı kimlikten başkası olması ümidiyle sordum:
-Arkadaşlar kim bu adam?
Birkaç ağızdan aynı cevap çıkmıştı.
-İl Milli Eğitim Müdürü.
Arkadan bir ses: “Hocam çantanı toplamaya başlasan iyi olur.” Dedi.
Belki bir damlaydım ben, ama bu sözü duyunca kendimi bir ırmak gibi hissettim.
Ben öğretmenim, gönüller doyurmak benim işim. Ha burada, ha şurada akacak bir gönül mutlaka bulurum. Hem alışkınım göçlere; bir hırka, bir lokma nereye olsa giderim.. Her taşına destansı öyküler nakşedilmiş vatanımın her karış toprağı kutsaldır benim için. Kader ne yöne çevirirse rotamı, ben de o yöne dönerim…