- 988 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Anti Dokunmatik
...insan söylediklerinden ibaretse eğer, bu kez çok yer kaplayacağım...
Aklımdan geçenleri anlatamayacağımı biliyorum. Yani bunu gerçekten becerebileceğimi sanmıyorum. Bazen içinde kendimin olmadığı şeyler yazıyorum. Aklınızdan milyon tane düşünce geçer ve siz iki çiftini bir araya getiremezsiniz. Bazen susmanın da vaktinin geldiği günler oluyor, mutluluk veya mutsuzlukla orantılı. Bir defasında bir arkadaşım bana niye yazıyorsun diye sormuştu, ben de ona sen niye yazmıyorsun demiştim. Aynı şeydi çünkü. O neden yazmıyorsa ben de onun için yazıyordum, işte bu kadar netti. Bunun açıklamasını başka türlü yapamazdım. Bazıları için yazmak bir yaşam biçimidir. Yazmadan, anlatmadan, içini dökmeden nasıl yaşanacağını bilmeyenlerden biriyim ben. Kimileri içinse yazmak abes bir eylemdir, çünkü gereksizdir, çünkü kimsenin görmesini istemedikleri yaraları vardır. Bu yaralar mikrop kapmaya öylesine elverişlidir ki, anlaşılmak bile iltihap kaptırır, canınız yanar. Yazmayanlar bilmez, yazmak sığınmaktır. Düşünmek farkında olmaktır. Anlatmak bir hüner, anlamak affetmektir. Yazarsınız... Geç kalmışlıklarınız vardır. Hani o delice koşsanız da asla yetişemeyeceğiniz pişmanlıklarınız vardır. Kıymet vermedikleriniz olduysa şayet, yahut sahip olduğunuz değerlerin değerini hakkını vererek biçemeyip heba ettinizse, değerini bilen başkaları her zaman olacaktır. Giden gider, ertelenmişlikler ertelendiği an’a sabitlenir ve size yazmak veya susmak kalır. Ne için yazdığımı çok kez düşündüm, belki de sesli düşünüyordum, sesli acılar çekiyordum. Hüzünlerim, umutlarım yazınca ete kemiğe bürünüyordu. Yazarken, yaşarken olduğu kadar aciz hissetmiyordum, güçlüydüm, çok güçlüydüm. Evet ben sadece içimden çıkan o gücü seviyordum. Hayranlığım yalnızca kelimelereydi, onlarla dans etmeyi seviyordum. Birgün müzik bitecek ve sözler susacak ama şarkı başka kalplerde söylenmeye devam edecekti hepsi bu... Öyle inanıyorum... Dünyayı farkındalık kurtaracak; sevmek değil, bir insanı anlamakla başlayacak her şey...
Ben bu acıları ellerimle yaptım, tırnaklarımla kazıdım. Her yarada hakkım var, kederimin teri var, gözyaşımın izi var. Kaderimin tek bir zerresine dokundurtmam! Beni alınganlıkla suçlayanlar, kırıcılıklarını da gözden geçirmeli. Oraya gidince burayı, buraya gelince orayı özlemek ve ait olamamak hiçbir mevsime, bilmemek kaşifliği, öğrenememek A şehrinden B şehrine kaç ömür tükettiğini ve yorulmak gökyüzünden. Bazı zamanlar benim de zoruma gidiyor kendimden kaçamamak kendime. Ama acemiliği yendim! Artık bilgece yeniliyorum hayata... Kırılan kemik etine batmazsa nasıl canın yanacak! Çaresiz sonunda büyüdük işte; içimizdeki çocukla istemeye istemeye...
Eskiden, diye başlayan cümlelerim sıklaşınca yaşlandığımı hissetmeye başladım.. Eskiden hiç "eskiden" demezdim mesela... Zamanımın azaldığını biliyorum. Bu yüzden şarkıları bile iki tane birden açıp dinliyorum, aynı anda okuduğum birkaç kitabım var. Hiçbir şey kaçırmak istemiyorum artık. Hayatın tek bir anını bile. Yakalayacağım çok güzellik var daha. Şıklar azaldı ve ben hepsi diyerek kararımı verdim. Buna kumar diyenler var. Oysa daha önce de zar tutmadım, şimdi de...
Şuan karşıma geçse biri ve benden ne istiyorsun dese sadece vicdan derim. "Lütfen vicdanlı ellerle yaklaş!" Biliyorum ki vicdan varsa bir insanda gerisi teferruattan ibarettir. Vicdanı olan insanda kim bilir daha ne güzellikler vardır. Vicdanı olanın zalim olma ihtimali bulunmaz. Vicdanı olanın eli hep kalbinin üzerinde gezer. Hak hukuk devreye girdiğinde adaletli olmak için eli vicdanının sıcaklığını hissetmek ister. Bakışları dahi mahsundur. Vicdanlı insanlar incitmez, içindeki o iyimser taraf buna müsaade etmez, iyi insanların kötü olmaya gücü yetmesine rağmen vicdanları buna asla razı gelmez. Bu dünya geçicidir, beden ölür ama ruh ölmez, madde yoktur ama manâ insanın insana yansıyışında hep vardır ve vicdanla örülü insan işte en karakterli insandır. Vicdan insani bir meseledir! Meselesi insanlık olmayansa zaten özünü kaybetmiştir. Öyle ki insanlar vicdan-lı ve vicdan-sız olmak üzere ikiye ayrılırlar. Hani iyi ki de ayrılırlar. Vicdanlı insanda kin yoktur, nefret yoktur, hiç kimseye düşmanca yaklaşmaz. Zira vicdan insanı habis hislerden arındıran bir kalkandır..
’Kin yüktür!’ Fersah fersah dalgınlıklardan geçerken, sizi siz olmaktan çıkaran aynı zamanda sizi siz yapan insanların kendisi olmaktan da uzaklaştığını seyredebilirsiniz. Ortada ne bir suçlu ne de bir masum vardır. Olduramadığınız günler vardır yalnızca. Ve bunun ezikliğiyle, ihtimal yığınlarının altında kaldığınızda, altında kaldığınız enkaz size geleceğe ihanet etmişliği anımsatarak leş kokusunu üzerinize sindirir. Sonra kin gelir, kaçamazsınız kendinizden. Bir tespihin taneleri gibi dağılan kalpler bir daha bir araya gelmemek üzere ayrıldıklarında, boşluklarınızda toprağın doldurabileceği kadar derin görünür gözünüze.
Ne zaman kendime yetsem, dünya benle ilişiğini kesiyor. Bazı ıssızlıklar üzerinden dozer geçmiş gibi bir acı veriyor insana. Bazen de bir el’in nesi, iki cihanı başına yıkıyor. Bir kötülüğe maruz kalana kadar hepimiz iyi insanlarız. Yol diye bir şey yok belki de. Her sapakta kendimize çıktığımızdan belli. Yolcunun tecellisi yokluk.. Zaaflarımız açık yaralar gibi mevcudiyetini koruyor. Mikrop kapmasını istemiyorsak kimseye göstermemeliyiz. Güven kazanmak ve güvenmek, hayat bizi en çok bununla sınıyor. Her şeye alışıyor insan, tek sorun zamana olan tahammülsüzlüğümüz. Ki insan tuhaf bir canlı, bin kere düşüyor ama onca kırığa rağmen yeniden ayağa kalkıyor. Cam’dan farkımız can’dan yapılmış olmamız olmalı... Kelimeler bile kırılır, sesler de körelir bazen ama her gece yeni bir sabahı denkleştirmek için umut ekilir karanlığa...
Eyvallah etmek ve etmemek arasında ufacık tefecik bir nüans fakat devasa büyüklükte anarşist bir isyan var. İkinci devrimi gerçekleştirmek daha cazip geliyor. Asi(l) bir başkaldırı büyük sözlerle gerçekleşmeli... Paradigma denen felsefik ve sevecen bakış açısı her zaman işe yaramıyor. Herkes kadar nasiplenmeli, fazla kasmadan, çok abartmadan hayatını güzelleştirmeli insan... Gülü dikeniyle sevmeyen bizden ve hatta kimseden değildir demiştim de, nefrete takıldı aklım. Nefret sevgidense, sevgi nedendir? Hele hele konuşmadan anlaşan insanların müthiş bir kabiliyeti olmalı. Bu kesin!
’Benim için hayırlıysa bana, başkası için daha hayırlıysa ona ver.’ İşte en çok bunu demeyi bilmiyoruz. Hep içimizde bir fesat, aklımızı yokluyor. Kıskanıyoruz. Akışa bırakmak veya oluruna bırakmak gibi kaygılarımız yok. En çok Yüce Yaratıcı’nın anlayışlı insanların varlığına varlık katmasına, bereket vermesine ihtiyaç duyuyoruz. İnanç ile insan arasında kopmaz bir bağ var. İnanmak vicdani bir mesele. İnsan inanarak gelir ama kaybederek gider vicdanını hakiki yurduna. Öyleyse emek vere vere binbir dertle büyüttüğümüz her şeyin gün gelip zevk içinde elimizde patlıyor olması tesadüf olabilir mi? Öyle olmasını ümit ediyorum. Daraldıkça daralıyorsa bu darboğaz, gün gelir genişler de elbet...
Çoğu kez barut kokulu kederlerden geçiyoruz dönüşümlü olarak. Maskelerimiz olmasaydı gülümseyecek bir yüzümüz dahi kalmayacaktı! Tenimizin çıplaklıktan çok sobelenmekten korkması bundan olmalı. Ki onca kalabalığın arasında yalnızlıkların rastlaşmaması şaşılacak bir şey değil...
Hatırlamak istediklerini neden sonra unutmak isteyen insan iç’e kapanıyor. İçinde bazen çerçöp, bazen de inciler var. Dış’ındaki hiçliğe bakılırsa susacak çok da birşey yok asĺında. Tıpkı konuşacak mühimlikte bir şey olmadığı gibi... Zorlamadan arayı bulmayı öğreniyor insan. Siz de isteseniz çok sağlam susabilirsiniz ama tarzınız değil. Susmanın da bir adabı vardır ve fazla abartırsanız kabalığa girer diye abartıdan şiddetle kaçınıyorsunuz. Duymayı istememenin de bir nevi sağırlık olduğunu iyi bildiğiniz için konuşmaya devam ediyor ve sağırları es geçiyorsunuz...
Atlı karıncaya benzeyen, aynı yerde boyuna dönüp durduğumuz küçücük hayatlarımız var. Onca yorgunluğa, onca kırıklığa rağmen hiçbir yere varamadığımıza şaştığımız nice zaman aralıklarında kaybolurken birgün bir şey oluyor. Zincirler kırılıyor! Ve o an tüm gücümüzle koşarak uzaklaşıyoruz oradan, bir daha dönmemek üzere...
Biliyoruz ki hiçbir şey eskisi gibi değil! Eskisi gibi olmadığı kendimizden belli. Çeyiz sandığındaki kaneviçe yastık gibi durduğu yerde eskiyor insan... Boyuna boyut değiştiren yanlarımız var. Farklı olan ne bilmiyoruz ama içimizde kötü hisler kol geziyor. Koştuğumuz her yol yokuşlara çıkıyor. Kan ter içinde soluk soluğa yokuşları tırmanmaya çalışıyoruz. Yokuş tam bitiyor, düzlüğe geldik derken bir tane daha yokuşla karşı karşıya kalıyoruz. Yokuşları sevmiyoruz, inişleri sevmiyoruz, değişmeyi sevmiyoruz, değişmemeyi sevmiyoruz, uzaklıkları sevmiyoruz, sabretmek işimize gelmiyor! Ama med-cezirlerimiz şapşahane.. Yorulmaktan bile yoruluyoruz. İçimiz öyle dolu ki, yüzyıl ağlasak geçmeyecek gibi bir his hep var. Geri dönmenin imkansız olduğu bir sapakta nasıl tıkandıysak ileri de gidemiyoruz. Piç gibi içimize peydah olan acımtırak saçmalıklarımızla kalakalıyoruz.
Sevdiklerimizin bu kadar erken ve ışık hızıyla eskiterek her şeyi, bilyeler gibi dağılıp gidişini izlemek canımızı çok acıtıyor. Bazen en yakınınız en uzağınız oluyor. Bazıları kötü gününüzde yanınızda olmuyor, hatta iyi gününüzde bile yanınızda olmuyor. Ne zaman oluyor peki? Birbirimizi kaybetmekten korkmayan cesurlarız belki de... Yitirmekten korkan insanlar olmayı başardığımızda her şey daha kıymetli olacak. Bazı anlar var ki, yaşamadan bilemediğimiz, hani o durmaksızın işleyen çarkın dişlilerine sıkışan kederlerimiz... Ah! Artık can’lar bile anlamıyor canlarının kıymetini... Sadece ve nedensizce kendimizi iyi hissetmek gibi düşler kuruyoruz. İyi hissetmek bir yana hepten hiddetleniyoruz. İyi olmak uzak bir yıldız kadar cezbedici ve sıradışı hale gelebiliyor. Belki de en kıymetlisi sebepsiz yere pozitif enerji yüklü olabilmek olduğu için, delice bunu istiyoruz.
Ve ’beni kimse sevmeyecek endişesi’nden çok; ’biri beni sevecek korkusu’ yaşıyoruz hepimiz. Bazılarının yokluğundaki varlıkları öyle şahane ki, bir daha varlığındaki yokluklarına razı gelemiyorsunuz... Bazı zamanlar öylesine doluyorsunuz ki, taşacak ufacık tefecik bir açık dahi bulamıyorsunuz. Kalbinizin dağı yanarken içinizde biriken lavların patlamasından nasipleniyorsunuz sonra... Biraz kırgın, biraz gururlusunuz...
Halbuki herkese yenilebilmeyi öğrenmeli insan. Bir insan bir diğerini düşünmüyorsa elden ne gelir? Anne, baba ve evlada yenilmişliğin veya yaşarken yitirmişliğin telafisi olmadığı için hezeyanlara sürükleniyoruz. Alışamadığımız yenilgiler var hala. Hiçbir zaman alışamayacağımız çaresizliklerimiz... Ama hala ve hala henüz kazanılmamış zaferlerimiz de yok değil! Gün olur güz olursunuz, gün olur gül... Ait olma veya olmama adaptasyonunu sağ salim atlatabilirseniz eğer her şey dizginlenecek...
Değişmeyeceğinizi söyleyenlerin içinde taşıdığı değişebilme ihtimaliniz sizi nasıl da üzüyor. Bu halnizi seven insanların bunu unutup, sizden değişmenizi isteme gaddarlığı nasıl da tiksinti verici. Bir insanı değiştirerek sevmeye çalışmak, sevgiden ziyade bencillik gaddarlık yahut açlık sınırında can çekişen egoyu doyurma girişimi gibi bir şey sizin için. Gerçekten değişmenizi istiyor olamazlar. O kadar düzgün yaşıyor, sevginizde bile o kadar dosdoğruca davranıyorsunuz ki... Hem değişmek unutmayı da, unutulmayı da beraberinde getiriyor. Nihayetinde riskli bir durum. Kumar gibi bir şey değişmek. Değişen insan döndüğünde yine aynı insan olmayacak ve bu durum birçok olumsuzluğa da davetiye çıkarıyor. Değişen insanın sevilmeme ihtimali göz önünde bulundurulmalı belki de... Değişim, ürkütücü bir eylem. Bazen sadece tek bir cümle her şeyin gidişatını değiştirebilecek kudrete sahiptir; söylemediğimiz tek bir cümle.
Mesela olası umutları mütemadiyen içinde taşımaya devam ettikçe peyderpey iyileşeceğimize olan inancımız tam. İnancımızda elbette eksiklikler var. Umudun olasılıkla bir bağlantısı olmadığı gibi, ya hep, ya hiç diye öngörülü bir bakış açıcı ve akabinde önümüze serilen prensipleri var. Örneğin umut, paslı bir makası yeniden parlatabilmek gibi bir şey bazen. Takdir edersiniz ki paslı bir çeliği sterilize etmek olanaksız. Hem bir damla umut için kangren olmaya kim göze alabilir ki...
Hayatımız gayri menkulleşiyor görmüyor musunuz hala! Harflerden ziyade rakamlara prim verenler bu hale getiriyor yaşamımızı. Herşeyi çarçabuk tükettiğimiz hayatımızda, uykulu hallerimiz hiç tükenmiyor. Sonuna kadar uyuyalım, sevecen rüyalar görelim ve birgün uyanabilirsek eğer her şey bıraktığımız yerde bizi beklesin istiyoruz. Oysa bekleyen bir yumru var göğsümüzde... Zamansa sadece armutları olgunlaştırıyor, insanlar hala kekremsi...
Savaşır gibi seviyorsunuz. Zaten savaşlarınız da sevişir gibi... Hayır efendim. Aşk ile siz, ilik ile düğme gibi değilsiniz. Yani her ayrılışınızda yeniden birleşmek için bir araya gelesiniz. Aşk bir kere gidince bir daha dönmüyor! Varsayalım ki bir kaç kere döndü ve sonra yine çok gitti, o zaman da gitmekle kafa yorduğundan gelmeye fırsat bulamıyor. Kürkçü dükkanına geri dönen tilki mi yoksa sabırla tilkinin geri dönmesini bekleyen kürkçü dükkanının sahibi mi daha vefalı, yalnızca bunu düşünüyorsunuz... Öyle ki ilahi adaletin birgün tecelli edeceğinde hemfikir oluyorsunuz...
İşte böyle yavaş yavaş geçiyor ömür. Biraz bayram, biraz ölüm, biraz kördüğüm... Derken bir sonbaharın son olduğunu bilmeden, belki veda bile etmeden kayboluyorsunuz. Kışların kalbi tüm vücudunuzu sarıyor. Sonra ’eski’ diye başlayan pek çok şey fena ağrınıza gidiyor. Dünya çalkalanıyor çalkalanmasına da, bir türlü sizi rahminden düşüremiyor.
Ne ironi, ne demoralize edilen hisleriniz, ne bu kokuşmuş hayat, ne bu atıflar, ne göndermeler, ne şiir, ne edebiyat, ne damardan alınan eroin kıvamında şarkılar, hiçbir şey ama hiçbir şey kâfi gelmiyor. Doymuyor o kahrolasıca aç ruhunuz, yetmiyor acınızı sınamaya bu şiddetli ayrılıklar, ağır güvensiz laflar, doldurmuyor boşalan boşluklarınızı kıvamında tortular. Kafanız güzel olsa, kafanız çirkin olsa hatta, kimsenin gücü yeterli değil ki kalbinizi tartmaya! Kaldıramadığınız ağrılar yahut ağırlıklar için bir vinç bulmak gerekiyor...
Sular yükseliyor, ama içiniz yine çöl... Yine uykusu gelmiş düşlerinizin. Dingilinden kurtulmuş bir rüyada, bıçak sırtında gezinir gibi tabanlarınız patlarcasına kanıyor. Korkmayın ölmüyorsunuz. Korkmayın bir tek siz kalmışsınız. Bir ihtimal olsanız, hani toplansa dağılacak, gelse uzaklaşacak, sonsuz bir hasret kadar ürpertili, terk edilmiş bir kasabanın, kaybolmuş güvercini gibisiniz...
Yine araftayım diyor korku.
İlahi korku! Unutulmak mı, hatırlanmak mı karar ver, hangisi daha beter ürpertiyor!
Bu kez içinizdeki ses; ’ölüyoruz!’ diyor. Kalbiniz bu...
-Hayır! diyor diğeri; -bak umudumuz nefes alıyor, hala canlı... Aklınız o...
Zor günler gelip çatıyor yine. Zaten hiç gitmiyor gerginlikleri. Burgu burgu, halka halka zoraki sürüklendiğiniz o engebeli dağ geçitleri karşınızda öylece dikiliyor. Bu mu kader? Bu kadarcık mı acısının kudreti? Bu mu her defasında hayatınızın mozaiklerinden geçerken düşüp dizlerinizi kanatan labirentler! Labirentler! Ah! Labirentler! Çıkacak hiçbir kapının olmadığı hani...
Belli ki bu işte bir terslik var. Eşit değilsiniz. Başkalarının kederi, başkalarının umrunda bir hata veya noksanlık var. Yahut ters köşe olmaya cesaret ederseniz eğer, sizde bir fazlalık olmalı. Belki aklınız, belki kalbiniz, belki acıyan canınızın densizliği bu! Gerçekçi olmak her zaman teselli edemeyebiliyor insanı. Birilerine siyah elvedalar edenler ebruli merhabalar bulmuşlardır belki de kendilerine, kim bilir...
Çocukluğunuza dönüyorsunuz, bir daha gelmek istemeyeceğinizi bilerek. Biliyorsunuz ki büyüklük dönülecek kapı değil. Mutfaktan gelen hayat belirtileri var çocukluğunuzda. Siz kanepenin bir köşesinde evcilik oynuyorsunuz. Uzaktan izlemek bir tuhaf mı oluyor ne! Ah ne de şapşalsınız. Evciliğin ne de sevecen göründüğü sizi güldürüyor. Yaşanılan evin karmaşasında çocukluğunuza sıkıcı gelenin ne olduğunu hatırlamaya çabalıyorsunuz; olmuyor. Sobanın başında, sandalyenin üzerine titizlikle asılmış çamaşırlara bakıyorsunuz. Hafif yanıklı çamaşırlar, kurumaya terk edilmiş... Günlerden pazar... Televizyondaki maç spikerinin coşkulu sesi salonda yankılanıyor. Babanız homurdanıyor oyunculara. Ayağınızda kocaman bir sargı... Mutfakta büsküvili puding yapan annenin mırıldandığı şarkı... Geçmişe iniyorsunuz, geçmiş sahiden! Sonra ağır ağır çıkıyorsunuz yeniden geleceğe. Kendinize geliyorsunuz ani bir şokla. Siz gözleriniz dolarak uzatıyorsunuz hikayenizi, onlar masal sanarak dinliyorlar güle oynaya...
Sonbaharda hala çiçek açmıyor ağaçlar. Kızıyorsunuz kirazlara. Kasım geldi geliyor, o da gitmek için geliyor. Kasımpatı geliyor aklınıza. Sahiden kasımda mı açıyor ki adı kasımla başlıyor... İradesiz ve dengesiz bir hal içine öylece sürükleniyorsunuz. Galiba yaşanılanların bir eseri bu. Herkes bir yol tutturmuş gidiyor. Bir tek sizin tutturamadığınız yollar ve tahminler var. Gidemeyişiniz bu yüzden. Sözlerinizin arkasında durmaya çalışıyorsunuz titreye titreye. Nasıl da korkuyorsunuz yapacaklarınızdan. Büyük konuştuğunuz için küfrediyorsunuz içinizden içinize! Ne verdiniz ki dünyaya ne almayı umuyorsunuz. Hala çok bilmiş laflarınız var; bir şey bilmeyen... Bozuk para niyetine harcadığınız anlar ve morlar ve allar, moralinizi sıfırın altına düşürüyor. Sevdiklerinizin değerini neden çok sonra anlıyorsunuz! Dolar gibi olmadıklarını, Türk parası gibi zaman aşımına uğradığında değerini yok ettiğinizi anlayıp vaktinde hak ettiği değeri vermeyi öğrenemeden bugün de size ayrılan şüphenin sonuna geliyorsunuz. Üşümek nasıl anlatılır bilmem, kalbinizde üşür gibi, belki ölür gibi öksüz bir his var biliyorum. Bunu üşüyenler anlar ancak tamam da, asıl mesele şu ki; kimseyi güvenecek kadar tanımak istemiyorsunuz artık. Sadakatle bağlı olduklarımız insanlar değil hatıralardır çoğu zaman. İşte bunu öğretiyor hayat insana...
Dokunmalarını istemiyorsunuz artık kalbinize. Kalbiniz dokunulmaz. Kalbiniz incelikli bir demokrat. Kalbiniz anti dokunmatik bir organ. Kalbiniz hassas terazi veya bir yelkovan. Kalbiniz sizin için öyle değerli ki, üzüntüleriniz de bu yüzden hep pahalıya patlıyor. Huy işte, yine de aynı kapıya gidiyor ayaklarınız. Kalp alışkanlığı dedikleri beyninizde zonkluyor. İşte tam şurası diyorsunuz ama kimse görmüyor nasıl canınızın acıdığını. Nasıl anlatılır ki beklemek. Ömürden çalınan mutlu anlar, geri gelmez, gelmeyecek. Vakit kaybı, dört yanınızı saran bir cümle artık. ’Eee, şimdi ne olacak!’ diye mızmızlık eden sorular bitmeyecek... Yere göğe sığdıramadığınız ruhunuzu, kalbinize sığdırmak düşecek yine. Ve yine kendini el’e vere vere kalbinizin kıyısında, suya sabuna ilişmeden oturacaksınız... Birgün kalbiniz yeniden rastlaşırsa aşk’la, aklınızı dinlemeyeceğinizi bilerek...
Sahi kendini el’e verenler geri nasıl alıyorlar acaba?
fulya/ekim2012
Anti Dokunmatik Yazısına Yorum Yap
"Anti Dokunmatik" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.