- 598 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kısa Film-3
Tutkulu bir öpücüktür gayret. Her ne kadar bırakmak istemesen de, mutlaka bırakırsın öptüğün dudağı ve nefesini yenilersin aniden. Dudağını emersin. Gayretin bittiği zaman, geçmişten kalan güzel günleri düşündüğün gibi. Mutluluk gayret ister ve tabi ki hiçbir mutluluk insanın gayretinde var olduğu an kadar güçlü hissedilemez.
Ağır bir dildir anlamak! İnsan anladığı müddetçe ya mutlu olur ya da mutsuz. Çoğu defa buna deneyimlerimde rast geldim. Nedense incinmek de, incitmek de bu anlaşılmazlığın içinden doğuyor. Mutsuzluğun reaksiyonlarının bile kendi içinde ayrışımları var. Ben iç-yüz handikabından bir şeyler var olabileceğine inanan canlıyım. Savcı da, avukat da, fail de benim. Böylece suçlu olmanın o girdapsı hissine inebilip, affedilmenin ve bakir beraatlara kavuşmanın sonsuz, olgun sevincini de yaşayabiliyorum.
Deniz nasıl oluyor da hâlâ beni seviyor, anlamış değilim. Öteki olmanın her zaman haykırısı yüksek piyeslere gebe olduğuna inanıyorum inanmasına, ama arzulatan ne? Bağlayan, tutunduran ve belki de en önemli, sihirli kelime olan onun bana ‘inanmasını’ sağlayan şey ne? Doğru düzgün bir işim yok. Yinel ile beraber kısa film sevdasına başladığımız zamanlar, aşırı derecede şevkliydim ve bir şeyler başarabileceğimize inanıyordum. Fakat altüst oluşlar, defalarca tekrarlanan başarısızlar insanın artık yol alamamasına sebep oluyor. Sinemada herkes ekrandaki görüntüleri kendi gerçeğiyle beraber vasıflandırmaya çalışırken de aynı! Hayat, dışarıda. Asıl aslında insanla beraber var olan şey ve hayaller tamamen hayata zıt. Paradokslar burada baş gösteriyor. İki farklı kutup birbirini çekiyor, ancak mantıklı çıkarım adına bir veri ortada bulunamıyor bir türlü.
Beş parasız olmama az günler kaldı ve Deniz bunların hiçbirini umursamıyor. Umursayıp da üzülmektense umursamayıp var olacak sona doğru gidişte benim kendimi daha yalnız hissetmemi sağlıyor. Bir şeyi ciddiye almamak daha yaralayıcı; aşağılayıcı! Tiksiniyorum kendimden kimi zaman. İçtiğim sigaranın bile Deniz’in parasıyla alındığını fark ediyorum. Üzerime giydiğim, en son alınmış gömleği de o bana hediye etmişti. Yinel’in bakışlarını fark ediyorum kimi zaman, beni soyut bir varlık olarak görüyor. Deniz ile beraber sarılmalarımız sürrealist resmin kopçası gibi. Açıldığı an o büyük gizemin sonuna geleceğiz ve gerçekler üşüyecek! Bunu bilmek de, bilmemenin acısıyla katmerleşen bir dalga. Serüvenlerin en son haddi tartışmak, kavga etmek ve ayrılmak! Güzel bir söz vardı, kimin söylediğini hatırlayamadığım. Diyordu ki sözün sahibi, Aşk çiçek isimleriyle başlar. Cicim aylarında bu böyle devam eder. Gülüm, lalem, menekşem, orkidem… Neyse işte! Sonra da aşkın gıkı çıkmaya başlayınca çiçek isimlerinden vazgeçip, hayvan isimlerini birbirlerine söylemeye başlarlar. Köpek, hayvanoğluhayvan, böcek, yılan, davar gibi gibi… İnsan olan teessüf ile bizar düşüyor bu halden dolayı.
Deniz’in işten çıkmasını bekliyorum. Yinel hangi pazarda tezgah açmış, bilmiyorum. Birkaç güne Derya Hanım teşrif edecekmiş! Sergi mi ne varmış. İyi, gelsin de görelim bakalım bu hayırsever kadını. Bize evini açtı. En azından başımızı koyacak güzel bir evdeyiz şu anda. Kira vermiyor oluşumuzda bizim için artı!
Yinel’in bize anlatmak istediği projeyi, benim hırçın yaklaşımımdan dolayı anlatmamış olması, üzmüştü beni. Ancak akşam eve geldiğimizde, Yinel’den telefonuma mesaj gelmişti. E-posta adresine bak diyordu. Akşam akşam Deniz pek razı olmasa da, sabah bakarsın, ne acelesi var demiş olmasın rağmen, internet kafeye gidip mailimi kontrol ettim. Yinel’in bize anlatmak istediği projenin taslağı karşımdaydı. Okumak istiyordum, ama internet kafede olmamalıydı. Okuyamazdım orada. Tuvaletinden aşırı derecede gelen çiş kokusu midemi bulandırıyordu. Mailimin içindeki projenin taslak dosyanın çıktısı için, ana bilgisayarda oturan çocuğu çağırdım. Kolunu uzatıp, fareyle dosyayı kendi bilgisayarına paylaşıyordu. Ana bilgisayarda dosyam göründükten sonra, yazdırma işlemi başlayabilirdi.
Deniz’i beklerken, montumun cebinden dün çıktısını aldığım kağıtları çıkarıp, tekrardan okumaya başladım.
Çocuklar filmimizin adı: ‘ Çınarlarda Karışır Toprağa’. Yaşlı bir kadın buluyoruz. Bir de hafif tombulca bir ve afacan bir çocuk. Ama filmimizi çekerken bizim sözümüzü dinlemeli, fazla yormamalı bizi bu çocuk. Bir apartman dairesinde, karşı dairede bir kadın lazım. Onu olmazsa ricayla, minnetle buluruz.
Yinel yine yapacağını yapmıştı. Sahne yerine ya da kısım, bölüm yerine ‘muamma’ sözcüğünü kullanmıştı. Evet, muammaydı her şey hayatta gerçekten de! Belki de bir şeyi başaramamak, olduramamak, çaresiz kalmaktı Yinel’i de artık umutsuzluğa sevk eden. Hayır, hayır insanın zorluklar karşısında kaçış denemeleri de, aklını sarhoş etmesinin de açıklanabilir bir tarafı olamazdı. İnsan sıkıntı çekiyorsa, demek ki o sıkıntının üstesinden gelebilecek potansiyele sahip ki, aynı sorunun parçası olmaya her zaman daha yakın davranır. Buna nasıl inanabilirdik? Ben inanıyor dahi olsam, bir başkasını inandırmak kolay bir şey miydi? Hayır, çok zor! Ve umutlar… Külkedisinin hayalleri kadar sahte ve banal umutlar! İnsan realist varlık ve acı çekiyorsa, hissederek çekmeli; utanmamalı acısından, gocunmamalı! Daha fazla bir yara, nasıl acıtabilir ki? Öfkeyi yenmek, nasılsa ilk safhada önemli değil mi? Artçı sarsıntılar daha ne kadar etkileyebilir ve zarar verebilir? Birinci Muamma: Yaşlı kadın trafik kazasında ölen kızının ve damadının ardından, kalan torununa bakmak üzere köyden şehre gelir. Damadının babası varlıklıdır, ama bu çocuğa gerekli ilgiyi yeni ve genç hanımıyla beraber veremeyeceklerini düşünüp, gelininin annesine torununa bakması için her ay giderlere yetecek kadar para kaynağı sağlar.
İkinci Muamma: Torunu Mert’in istekleri karşısında yaşlı anneanne çok yoruluyordur. Hayatında ilk defa sinemaya gitmiştir. Alışveriş Merkezi girişinde otomatik kapının ‘cin’ olduğunu iddia edip, insanların onunla alay edişini de anlamamıştır. Sinemada filmi izlerken, iki dakika da bir hayret edişi, korkuyla bismillah çekişleri salondaki çocukların ebeveynlerini rahatsız etmiştir.
Üçüncü Muamma: Kadın şeker hastasıdır ve yürümek de zorlanmaktır. Bu yüzden iki defa torunuyla gezerken, torununu kaybetmiş, çevredekilerin yardımı ile karakola götürülmüştür. Her seferinde torunu park da bulunmuş ve kadına daha dikkatli olması için baş komiser tarafından uyarı yapılmıştır.
Dördüncü Muamma: Hazır yemeğe alışan torun, anneannesinin yaptığı yemekleri beğenmemek de ve içi yemek dolu tabakları yere fırlatıp, yeri kirletmektedir. Yaşlı kadın hemen hemen her gün şımarık torunun bu davranışlarından dolayı üzülmekte ve el açıp dua etmektedir. Ama nafile! Bir türlü bu yaramaz ve şımarık çocuk anneannesinin kurallarına uymamaktadır.
Beşinci Muamma: Yaşlı kadın karşı dairede oturan kadını yanına çağırır. Kısa ama pek anlamlı bir mektup yazdırdıktan sonra, torununu kadına emanet eder. Yaşlı kadın sokakta yürümeye devam ederken, torunu kadına sorar: ‘Anneannem nerede?’
İnsan doğruları söylemekten korkar mı? Ya da söyleyeceği korkulardan dolayı daha büyük infiale sebep olacağı için susmayı mı tercih eder? Bu dünyada bu kadar büyük oranda zalimliğin sürmesinin sebebi de bu mu? Sorgulamalar dilimizi kemiren ve yüreğimizi kan ile boğan canavarlar gibi. Hiçbirinden kurtulamıyor insan, birine de ait olamıyor. Tozpembe kaç granit yüzlü adam geçti yanımdan ve kaçının sebebi sorabildim ki? İnsan bu, sessizliği daha tehlikeli bağırmalarından, feryatlarından.
Farkına varınca, Deniz ile pek konuşmadığımı, daha çok benim onu dinlediğimi anladım. Bazen oluyor ki, artık onu dinlemekten de yoruluyorum ve boynuna birkaç öpücük konduruyorum. Bu aslında kudurtan asil bir sakinleştirici gibi. Neyi, ne zaman, nasıl ve hangi şartlar altında yapmalı insan denen varlık?
Tuz gibi denizde eriyorum. Hakikat farklı, ben farklıyım. Hangi damla benim ve kaçırılmış hangi kelime benim vücudum?
Deniz yavaşça bana doğru geliyor. Mavi kot ceketi giymemiş. Küçük, siyah çantası da fazlalık! Korkuyorum onsuzluktan.
-Canım, çok bekledin mi?
-Yok canım.
Saçlarının bu kadar güzel kokmasını sağlayan şampuanı en son bu sabah ben kullanmıştım. Beraber kullanınca gerekli malzemeleri daha hesaplı oluyor. Kulaklarına doğru eğilip, sıcak nefesimi içine üflemem lazım. Yoksa ruhu donacak gibi sevgilimin.
-Elindeki ne?
-Dün okuduk ya, Yinel hani…
-Ha, bu bizim iş. Olur mu dersin?
-Bilmiyorum. Zor ama neden olmasın?
-Umarım canım, umarım…
Metroyu beklerken aklıma geldi de, insan aslında her zaman haklıdır. İyi bir şeyde yapsa, kötü bir şeyde yapsa, egosunu tatmin etmek adına hep haklıdır. Bu yüzden ülkemizde adamakıllı tartışma platformu kurulamıyor ya! Birkaç önemli ve ayrıntı isteyen soru yüzünden, bu yüzden bir gazeteci işinden atılabiliyor ya!
Ah güzel İstanbul! Deniz’in mavi gözleriyle derin sularına dalıyorum kimi zaman. Hangi mevsim döküyorsun yapraklarını ve hangi günler göğün güneş yüzlü… Biter mi bu hüzünlü sonbahar ve diner mi yağmur?
Islanmış vücutlarımız kurumamak üzere yan yana ve demli sarılışlarına yoğruluyorum Deniz’in. Midesi gurulduyor. Aç ve bir şey yememiş. Para gitmesini istemiyor. Eve gidince en azından akşam yemeği olarak ona bir şey hazırlamalıyım. Ve telefonun titreten aksi, dizimi bir anlık seğirtiyor. Mesaj Yinel’den:
-Kaldığınız ev tam olarak neredeydi?
Deniz daha iyi biliyor o sokakları. Telefonu kulağına yaslıyorum hafifçe ve anlatıyor Yinel’e.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.