- 3119 Okunma
- 22 Yorum
- 0 Beğeni
BİRİSİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Alika! Alika nerdesin ?”
Yaşlı ağacın yarıya çürük yaprakla dolu, öbek mantarlarla sıvalı geniş kovuğunda, tezgahın altındaki hasır sepetten aşırıp nenemin siyah parlak yüzlü lastik ayakkabısına doldurduğum incir reçelini yiyorum. Genellikle eski mültecilerin yaşadığı teneke çatılı köyün bütün miskin evleri aşağıdan yukarı beni seyrediyor.
Haritalarda geçip geçmediğinden emin olamadığım kırık anayoldan, köyün girişindeki küçük çarşıya sapan bir at arabası, ustasının kalayladığı iki delik bakırı adreslerine teslim etmek üzere sırtlayan genç oğlan, köyün doğal sınırı kabul edilen ve yerlilerle mültecileri birbirinden ayıran derede çamaşır yıkayan kadınlar, yanlarında çırılçıplak ince çocuklar, uzaklardaki bir tekstil atölyesinin önünde top oynayan gençler… dişlerime yapışıp kalan incirlerin yanında eriyip gidiyorlar.
“Alika! Pabucumu getir Allah’ın belası!”
Kovuğun arkasındaki ince yarığa gözümü yerleştirip, viran evimizin bahçesinde ayağında tek lastiğiyle seken, sağa sola zıplayıp tekrar avludaki hasır paspasın üzerine çıkan neneme bakıyorum. Bir dizi at karıncası gözbebeklerime gölgelerini bırakıp kirpiklerimin önünden süzülüp geçiyor. Başımı yukarı kaldırıyorum. Tepedeki yapraklı dallarda hazin bir hışırtı. Bir öğleden sonra acizliği, uykulu ve miskin ama ille de hazin bir hışırtı. Dişlerim sızlıyor. Çürümüş kütüğün içinden gelen kıtırtılara kendimi bırakıyorum. Bütün bu viraneyi hiç tanımıyormuş gibi davranan mavi denizi seyre dalıyorum. Bekçi İlan Abi geceleyin bira şişelerini okulun istinat duvarında parçalar. Yakuti cam kırıkları bin parçalık bir evren gibi ışıldar öğle güneşinde. Deniz de bu evren gibi midir? Birinin içindekini içtikten sonra kırdığı mavi bir şişe midir?
-Bilmelisin ki, deniz sürekli işaret parmağını sallayan bir babadır; bizi tehdit eder. Ona şiir yazmak insanlığın en büyük gafleti.
Si, sürekli konuşuyor. Hiç susmayacak o.
Nenem yoldan çevirdiği Nasrullah’a beni görüp görmediğini soruyor. Onları göremesem de her zaman işe gidecekmiş gibi tıraşlı gezen deli adamın benden yana baktığını hissedebiliyorum. Paçaları birer çalı süpürgesi gibi pençe pençe olmuş koyu yeşil pantolonu, nerden geldiği belirsiz bir asker palaskasıyla sımsıkı beline tutturulmuş. Kareli gömleğinin önü salçalı yemek lekeleriyle bezenmiş, ceketinin vatkalı omuzları ve ön yakaları yağmurda ıslanmaktan şişmiş.
Nasrullah öğretmenmiş eskiden. Biri söyledi. Evin arkasındaki terk edilmiş eski koltukta oturmuş yol kenarındaki eğri alüminyum sahanın başında kavga eden kedilere bakıyordum. Biri geldi. Birlikte çay bardağını karıştırdılar nenemle. Annem öksürdü uzun uzun. Evin arkasına bitiştirilmiş bir kulübesi var onun. Kapısı ayrı. Bir kamyon geçti yoldan. Kırmızı boyalı, kırık kasalı. Ramiz sigarasını kedilerden yana fırlattı geçerken. Biriyle nenem fısıltıyla konuştu. Birazını duydum. Biri “Öğretmenmiş Nasrullah” dedi. Nenem güldü.
Sessizlik uzayınca gözümü yeniden savmış bir yarayı andıran yarığa yerleştirip avluya bakıyorum. Büyükannem sekerken yere değip tozlanan çoraplarını avluda çıkarıp eve giriyor. Belki bir dakikadan bile kısa bir süre sonra elinde yarım bir ekmekle dışarı çıktığında, Nasrullah köyün dereye bakan yüzüne doğru topuklamıştı bile. Söylediği Farsça türküyü duyabiliyorum. “Allah bizimledir. Allah bizimledir sevgilim. Toprağa saplanmış bir dala dönene kadar benden cayma.”
Kovuktan başımı çıkartıp aşağı bakıyorum. Bulunduğum yere kadar her biri ortalama bir ağaç büyüklüğünde yedi iri dal var. İnmek her zamanki gibi imkansız görünse de, ağacın bana yardım edeceğini biliyorum.
***
“Niye böyle yapıyorsun? Yapma öyle.”
“Niye?”
Nasrullah’ın yüzü güneşte kavrulmuş ayakkabılarım gibi sert ve pütürlü. Elmacık kemikleri hiç yok gibi. Ona bakınca içinden geçenleri anlayabilmek imkansız. Bu sefer krem rengi kirli bir ceket giymiş. Kolunun altındaki şişlik dikkatimi çekiyor.
“Ne saklıyorsun Nasrullah?”
Aceleyle elini ceketinin içine sokuyor. Yüzünde hala hiçbir ifade yok. Dere kenarından gelen çığlıkla ikimiz de o yöne çeviriyoruz yüzümüzü. Çocuğun biri suya düşmüş, kadınlar hep birlik suya atlıyorlar. Kabarıp suyun üzerine çıkan allı yeşilli basma etekleri nilüferler gibi. Kadınlardan biri sudan çıkardığı çocuğu iri bir kayanın üzerine yatırıyor. Nasrullah’ın yüzünde hala en ufak duygu belirtisi yok. Bir süre sonra suya düşen çocuk oyuna geri dönüyor. Birkaç arkadaşıyla birlikte derenin sığ olan yerlerindeki kayaların üzerinde atlamaya devam ediyorlar. Suda hala kadınlar var. Birbirlerine su atıp gülüşüyorlar. Etlerine yapışan penyeleri titriyor.
“Bu kitap senin Alika. İyi sakla. Kıymetlidir.”
Bütün berduşluğuna rağmen tertemiz kalmayı başarabilen uzun parmaklarının arasındaki kitaba bakıyorum. Lev Tolstoy. İtiraflarım.
Nasrullah burnunu karıştırıyor derede gülüşen kadınlara bakarken. Elime kalın ciltli bir kitap sıkıştırdığını hiç hatırlamıyor gibi.
“Bak o sarılı kayacak şimdi, bak!”
O yana bakıyorum. İnce bir kız sivri bir kayanın üzerinde zıplıyor.
***
“Alika, artık nasıl ateş yakılacağını öğrenmelisin. Ben çok ihtiyarım. Bir gün ölüp gidersem annen ve sen o gece okulun önündeki heykel gibi kaskatı kesilirsiniz.”
Nenem kara ateşe yüklediği kurumuş inek gübresiyle bezeli çalılara üflerken havaya yükselen kül tabakalarına bakıyorum. Ateş hiç sönmez bizim evde. Birini bekliyoruz. Üşümüş birini. Bir gün şu tahta kapı ardına kadar açılacak ve arkasına ay dedeyi almış bir adam paltosundan yükselen mavi bir buharla tam eşikte duracak. Mevsim kış olmasa da, adamdan arta kalan boşluklardan, bir tipinin bütün bahçeyi beyaza boyadığını göreceğiz. Kaynar ibrik, sıcak battaniye, ısınmaktan eğrilmiş döşemeler ve on yıldır köşede asılı duran yün yelek bu yüzden yaratılmış.
Çalılara takılmış kuyruk kılları çıtırdıyor önce. Sonra ineklerin ulaşamadığı kuru yapraklar alev alıyor. Nenemin yüzünde mutmain bir tebessüm. O ne vakit ateş yaksa gülümser. Avuçlarını uzatır ateşe. Karşımda iki kaşık süt kaymağı. Ocak başının gölgeleri onun kadar ihtiyar. Tavana değen yansımamız da öyle. Bu ev çok ihtiyar.
-Gece uyurken bütün bu ihtiyarlar seni kolluyor Alika. Her şey, hatta döşeğin bile seni kolluyor. Onların genç bir bedene ihtiyacı var. Seni azar azar eritişleri bu yüzden.
Si, nenemden de çekinmiyor. Başını onun omzuna yaslamış.
Nasrullah’ın verdiği kitabı okumak istiyorum. Döşeğimin altında şimdi. Dün gece de oradaydı. Rüyamda ensemi öpen üç yüz adam gördüm. Bir kasenin içindeydik hepimiz. Lev, lamba kablosuna asılmış başıyla bize bakıyordu.
“Git anana bak.”
“Şimdi baktım. Uyuyor.”
Uyumuyor ki. Gözleri tavanın belirsiz bir yerinde, eliyle ağzından saç kılı çeker gibi hareketler yapıyor. Yanaklarına tuttum, buz gibi. Beni görmüyor sanki. Tavanda biri var. Hepimizden daha sevgili. Yüzüne dökülmüş karmaşık saçlarının arasından öpüyor annemin ağzını. Bizi görünce tekrar tavandaki yerine geçiyor. Si dedi ki; ifrittir o. Yalnızca yaşayan ölülere görünür. Annemin ayaklarını okşarken söyledi bunları. Öyle dikildi orada. Divanın çıngıraklı ayaklığının önünde. Bir tavana baktı bir anneme. Güldü, annem de güler gibi kırıştırdı yanaklarını.
“Var yat, sen de.”
“Kitabım var. Dersim var nene.”
Kaşlarını çatıyor. İhtiyarlar ne çirkin gölgede. Döşemeler çirkin, nenemin kaşları çirkin, duvardaki ikili dolap çirkin…
***
“Çok helikopter geçti sen yokken. Buradan buraya uçtular.”
“Ne yaptın?”
“Ayaklarımı altıma çektim. Korktum. Beni görecekler diye.”
Nasrullah kavrulmuş fındık getirdi. Ceketinin cebindeki plastik şişede yarısı içilmiş ayran var. Dün gece yağmur yağdı, ağaç ıslak biraz. Nasrullah’ın ceketi de ıslak.
“Yoldan biri geçiyor Alika.”
“Hayır, geçmiyor.”
“Bir karaltı gördüm gibi. Yaşlandım ben. Ah gözlerin bende olaydı.”
“Olmasın. Ayıp şeylere bakıyorsun sen.”
Keşke söylemeseydim. Nasrullah gücendi. Çenesi titriyor, ağlayacak gibi. Ayaklarını sertçe silkeleyip ayakkabılarını fırlatıyor aşağı. Biri ters dönüyor kütüğün dibinde. Tabanı sarı meşinle yamalı.
“Onlar çağırıyor. Ayran veriyorlar. Yediğin fındıkları bir de.”
Paçası ayağına dolaşan gri patiskadan bir pantolon giymiş. Saatçinin pantolonu bu. Eskidi diye vermiş karısı. Hep bir şeyler veriyorlar Nasrullah’a. Paçalarını yukarı çekip aşağı inmek için ayağa kalkıyor.
“Gitme, affedersin.”
“Kitabı okudun mu?”
“Yok.”
Bir sıçrayışta alt dala iniyor. Ayran şişesi ayakkabısının yanına düşüyor o sıra.
“Nerden bildin kız sen ayıp şeyleri?”
“Si söyledi.”
“Yalan atma, beni mi izledin.”
İzledim evet. Maksadım bu değildi ama. Nenem yukarı köyden bir kadına kazan verdiydi ta yazda. “Git söyle getirsinler” dedi. “Ölümüz çıkar, lazım olur.” Orman yolunda Nasrullah’ı gördüm. Bir dal parçasını at yapmış kendine. Dilinde yine o şarkı. “Allah bizimledir sevgilim.” Yokuşu hızla tırmandı. Çatısının bir yanı göçmüş bir evin önünde durdu. Sonra bir kadın avludaki çiçekli çarşafların arasından uzattı başını. Nasrullah ellerini çırptı. “Ayran” dedi. “Ayran.” Atını bahçe kapısının önündeki yıkık çeşmenin taş yalağına uzatıp sekerek eve girdi.
“Nazime’nin kapısında bağırışlarınızı duydum.”
“Seviyorum ben onu.”
“Öyleyse neden bağırıyordunuz?”
Nasrullah bir dal daha aşağı iniyor. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme. Başını yukarı kaldırıyor.
“Bunu en iyi Freud bilir.”
***
Dün kazanı getirdiler. Ölümüz çıkar dediydi nenem. Korkuyorum ondan. Azrail gibi duruyor avluda. Kapkara. Bu gece de yağmur var. Sular kazanın eğri kuplarından sızıyor. Şimşekler uzaklara çakıyor. Ağaçların arkasında bir yere. Göğün derdi bizimle değil.
“Si, neden ağlıyorsun?”
“Baban üşüyor?”
“Neden her fırtınada bunu söylüyorsun. Benim babam Arabistan’da. Dudaklarında yanmış yarıklar var belki de.”
“Baban üşüyor.”
“Alika!”
Nenem dışarı çıkmış. Pencerenin buğusunu silip gözlerimi kırpıştırıyorum. Başına eski bir manto geçirmiş. Avluda koşup duruyor. Birikintilerden sıçrayan sular uzun eteğine dolanıyor. Gittikçe ağırlaşıyor nenem. Nihayet elinde kara kazanla pencerenin tam karşısında dikiliyor. Yağmur suları burnunun ucundan akıyor fakat o kıpırtısız. Karşı köyün parlak ışıkları kapıdaki bozuk lambadan sızan suları parlatıyor. Sonra bir kamyon geçiyor yoldan. Kırmızı, kasası kırık. Farları kısa bir an, önce gökyüzünü sonra ağaçları aydınlatıyor. Her şey ıslak. Her şey…
“Alika! Dışarı çık!”
Annem kulübesini yakmış.
Gökyüzü her şeyi görür.
***
“Nazime gebeymiş. Nenem söyledi birine.”
“Billaha alacam onu Alika.”
“Det! Kocası var onun. Sami Ağanın öldü kağıdı gelmemiş daha nüfustan.”
“Kim dedi?”
Yine fındık yiyoruz. Yanmışlarını yerdeki serçelere fırlatıyoruz. Nasrullah bir yıl içinde kamburlaştı. Sırtını kovuğa iyice yaslamadan duramıyor. O yüzden onun attığı fındıklar yere düşmeden önce alt dallara çarpıyor.
“Muhtar, neneme dedi geçen hafta. Dayıma isteyeceklerdi onu. İlan Abiyle muhtar katiyen olmaz dedi.”
“Siddirsin o!”
“İnanmazsan git kütüğüne baktır.”
“Kadının kütüğü sırtındadır Alika. O istesin gerisi vız!”
Tepeden inen koyun sürüsüne bakıyoruz. Cami mektebi dağılmış. Çocuklar ellerindeki Musafları havaya kaldırıp sürünün arasından sıyrılmaya çalışıyorlar. Nenem dere kenarında. Kara kazanda kirli çamaşırları kaynatıyor. Annem gömüldükten sonra çevirdi de deldi dibini. Sıranın kendisine gelmesinden korkuyor. Artık ateş de yakmıyor geceleri. Üşüyen misafirimiz geldi de ben mi görmedim. Si dedi ki; baban geldi bir gece. Annenin yedisinde. Ocak başına geçti ellerini ısıttı. Nenen çorba kaynattı ona. Sonra sırtına köşedeki yün ceketi geçirdi. Sabah ezanına kadar oturdular. Hiç konuşmadılar.
“Alika, sana bir şey diyeceğim.”
“De.”
“Baban öldü senin.”
“…”
“Dağda öldü. Kar toplamaya gitti ve bir daha gelmedi.”
“Kim dedi?”
“Nazime.”
“…”
“Anan da o yüzden delirmiş.”
Nenem kazandaki çamaşırları taşın üzerine döküyor. Yükselen buharın altında kalıyor her şey. Kadınlar, leğenler, yoldan geçen koyunlar, kiraz ağaçlarındaki hırsız çocuklar. Ağaçların tepesine bir külah gibi geçmiş dağa doğru burula burala çıkıyor buhar. Nasrullah şarkısını söylüyor. Elbisemin eteğiyle oynayan rüzgar yaprak kokuyor. Yapraklar az kaldı. Bu ağaç da ihtiyarladı. Serçeler birbirlerine sürtünüp ağlaşıyorlar. Cami çeşmesindeki taburelerde bastonlarına dayanıp abdest alan ihtiyarlar gibi. Birbirlerine hastalıklarını ve gelinlerinin nasıl hayırsız çıktığını anlatıyorlar.
“Allah bizimledir sevgilim. Allah bizimledir sevgilim…”
***
İlk defa bir tren garındayım. Lev Tolstoy yalan söylememiş. Sahiden varmış demir yollar. Vagonlardan sarkan adamlar kenarda ağlaşan şalvarlı kadınlara teselli kabilinden bakışlar fırlatıyorlar. Direklerin dibine yaslanmış sepetlerden lahana ve pırasalar sarkıyor. İhtiyarlar, garın çay ocağından çektikleri hasır sandalyelere tünemişler. Kimisi başına geçirdiği kaşe atkının altında uyukluyor.
Nasrullah bir adamın koluna girmiş. Elinde küçük bir bavulla iniyor trenden. Ayağında fiyakalı bir kot pantolon var. Bıyık bırakmış bir de. Aylar geçti. Si dedi ki gelmez o. Allah’ın delisidir. Hem bu memleket on bin yıldır Samilerle dolu. Bulamaz Sami’yi. Ölür kalır bir duvar dibinde. Cesedine kumrular konar. Eşelerler başında, bitlerini toplarlar.
“İşte Alika. Geldim. Sami’yi de buldum.”
Sami’ye bakıyorum. Nazime’nin otuz yıldır kayıp kocasıdır o. Sırtında kadife yeşil bir ceket var. Bütün düğmeleri iliklenmiş. Altındaki kareli gömlek de yakasına kadar ilikli. Bir tuhaf bakıyor. Nasrullah’tan bile tuhaf.
“Nasıl buldun?”
Nasrullah gülümsüyor. Sonra pat pat vuruyor adamın sırtına.
“Bir tuvalette bekçilik yaparmış yıllardır.”
“İyi de yerini ne bildin?”
Sami beyaz seyrek kıllarla kaplı dudaklarını oynatıyor ilk defa.
“Allah bir delilere, bir de kedilere yol gösterirmiş.”
Hepimiz gülüyoruz. Gardakiler bize bakıyor. Kasası kırık kamyona yüklenip köye varıyoruz. Kimse konuşmuyor. Yalnız şoför mahallinden gelen müziğe veriyoruz aklımızı. Nasrullah gencelmiş mi ne? Nazime’yi boşatıp alacak nikahına. Birlikte damı göçmüş evde yaşayacaklar.
Kamyondan evvela ben iniyorum.
“Nasrullah, sizi buralardan süreceklermiş.”
“Kim dedi onu?”
“Neneme dedi birisi.”
Sami sanki ilk defa görüyormuş gibi bakıyor taşa toprağa. Ne tuhaf şeyler oluyor şu dünyada. Bilseydi Nasrullah’ın kim olduğunu iki butlarına vura vura feryat ederdi.
***
Nenemin kara kazana diktiği sardunyayı suluyorum. Kazanın delik dibinden süzülüp, avlunun bulgura dönmüş betonuna yayılıyor sular. Taşlıkta birisi var. Nenemle konuşuyor.
“Nasrullah’ı kesmiş de ormana atmışlar. Nazime’nin oğlu yaptı diyorlar.”
“İyi olmuş. Sami’ye nasıl kıydılarsa…İşte böyle çıktı onlardan.”
“Allah’ın işine bak kardeş. Sen otuz yıl saklan. Köyüne döndükten sonra öl.
Yoldan sırtlarında bohçalarıyla kadınlar geçiyor. Hepsi gidiyorlar. Hükümet emir vermiş. Herkes köyüne demiş. Si, bütün bunların yaşanması mümkün şeyler olduğunu söylüyor. Zaman sökülmekte olan bir yün kazakmış. Neneme bakıyorum, kapı eşiğinde dikilmiş birini selametliyor. İçerideki pencereden sızan ışık eteğinin içini aşikar ediyor. Altında yün donu var. Üşüyen birimiz vardı bizim kaçtı girdi nenemim içine. Gece oluyor üçümüz de titriyoruz. Annemin öksürüğü geliyor yanmış kulübeden. Si hep benimle. Uyumuyor geceleri. Dolanıp duruyor öyle.
Şu hayatta neler oluyor. Her şey kalemini açmış, şüpheli ölümler bekleyen hikayecilerin hayali. Bizi ağlatıyor, kapılara baktırıyorlar.
A. ENGİNDENİZ
YORUMLAR
" incir reçelini yiyorum." öyküden koptum burada... -incir reçeli- filmine gititim ... oradan annemin incir reçeline...bir yanımda annem, diğer yanımda film, karşımda öykü... bir üçgenin içene hapsolmuş gibiyim..şu an hissettiğim duygu bu...
Ara vermeden devam edemeyeceğim sanırım.
Kutluyorum ENDENİZ.
İlyada odyssiea(N.D) tarafından 10/19/2012 4:27:58 PM zamanında düzenlenmiştir.
Birincisi, güne geleceğini düşünüyorum (Siz önemsemeseniz de bence iyi bir şey).
İkincisi, bende öykü yazma isteği uyandırdı.
Üçüncüsü, tabi ki daha detaylı bir yorum yazacağım.
Aynur Engindeniz
Sizin eleştirilerinizi ilgiyle takip ettiğimi biliyorsunuz. Detaylı olmasa da en küçük bir beğeni imanız bile kendime güvenmemi sağlıyor. Eleştirileriniz ise bana azim kazandırıyor. Her iki halde ben kardayım.
Teşekkür ediyorum. Saygılar.
İlhan Kemal
''Ne dilediğine dikkat et; dileğin gerçekleşebilir.''
Güne gelirse bir Zerg öyküsü yazmak zorunda kalabilirsiniz.
Zerg'lerin son savunma hattını aşması bana İsmail'in sürüsünün kurtun kokusunu aldığında ağılın kapısını kırıp, etrafa dağılmasını hatırlattı. Panik içinde böğüren öküzlerin yerini tıslayan, kara Zerg'ler almıştı. Aldırmadım. Çekirdeği çitlemeye, kabuklarını olabildiğince ileriye tükürmeye devam ettim. Nasıl olsa kaçacak yer yoktu. Nasıl olsaher başım sıkıştığında ummadık yerlerden çıkagelen Şefik Abi bu sefer beni koruyamayacaktı. Çığlıklardan ziyade kabukların gittiği mesafeye dikkat ediyordum. Haberleşmeden Sylvia'nın kafası yuvarlanıp, kabukların çoğunu saçlarına doladığında ağzımdakilerin hepsini bitiremeyeceğimi anladım.
Aynur Engindeniz
Hem Amerikalıların bazı sözlerini severim. Örneğin "Hey adamım senin derdin ne" repliğini.
İlhan Kemal
Aynur Engindeniz
Tamam konuyu bekliyorum sayın yazarım:)
Aynur Engindeniz
Saygılarımla.
Okurken yoruldum,uzunluğundan değil asla ama her zamanki gibi bu resimdeki on iki kaplanı bulun imajı vardı,hani karmaşık resimler olur ya... O hissi veriyor bana yazıların.
Si aslında Sîn miydi?Muamma...
Hikaye belli etmese de uzuun bir anı kapsıyordu sanki.Konuşmalar bu defa fazla demişsin ama böylesi bir hikaye için,az bile.Anlaması zor çünkü,ipucu olması açısından,acizane daha fazla olmasını tercih ederdim.Betimlemelere bayıldım,sanki eski klasiklerden birini okuyormuş gibiydi..
saygılar yazarım..
Aynur Engindeniz
Eleştirini göz önünde bulunduracağım sevgili Küss. Sonraki öyküm klasik tarz olsun o halde. Bakalım arada nasıl bir fark varmış:))
Teşekkürler sana.
Sevgimle.
küsss
Bakalım farka sevgili yazarım,heyecanla..
sevgilerimle...
Aynur Engindeniz
Ve yine Aynur Engindeniz'e has bir kurgu. Okuyucuya hiç acele etmeden öykü kahramanının gözlerinden sunuyor öyküyü sakinlikle. Yani merakla bekliyorsunuz. Herhangi bir ipucu yok. Bölümlerin başında değil betimlemeler. Sırası geldikçe ortaya çıkıyorlar tanık olduğunuz zaman sarmalında.
Evet bu senin öykü kurgularının genel karakteri. Yani kayan film kareleri sırasında oyuncuların konuşmalarına tanık oluyormuşuz da birleştirince olay örgüsünü net algılayabiliyormuşuz sanki. Yani replikler (yani öyküdeki diyaloglar ve yanısıra devam eden betimlemeler) bitmeden hiçbir şey net değil. Desen çalışmasında bütünden detaya tamamlanır bir resim. Sende ise detaydan bütününe yol alıyor cümleler.
Ve öykülerinde dikkatimi çeken o psikolojik rüyalar ve hayaller. Tamamen sana has. Gizemi ve halk arasındaki kimi zaman batıl olan inanışları öyle zengin ifade ediyorsun ki. Sanat değeri yüksek karabasanlar hepsi de. Mesela onlar da tamamen "sen" olan şeyler. Ve oldukça zengin.
Ve seviyorum o karanlık o gizemli pencereleri.
Öykülerinin her biri hayatın ve gerçek insanların ta kendisi. Ve onların dikkatten kaçan yönleri ya da farkedilmeyen yanları. O taraflarına mercek tutuşun ve bunu yaparkenki o annelerimizin anlattığı ve hiçbir kitapta yer almayan masalsı tat...doyumsuz.
Karın doyurmaktan öte keyif alınan bir yemek ya da güzel bir film izlemek ve görsel doyum için bir sergi gezmek gibi, seni okumak.
Sevgimle her daim.
Aynur Engindeniz
Geri kalan düşüncelerimi biliyorsun. Beni görüyorsun. Yetersizliklerimi de varlıkllarımı da. İyi ki okuyorsun. İyi ki okutuyorsun sevgili şairim.
neden bendeki his böyle oluştu bilmiyorum ;sanki bir şeyleri bırakıp gidiyor kahramanlar,veya oldukları yerde nelerin kaybolduklarını sorguluyorlar ,veya veya sancılardan geçiyorlar ama hep konuşuyorlar sesli veya sessiz ,belki de hiç biri ..
Aynur Engindeniz
Teşekkürler toprağım. Sevgilerimle.
Aynur Engindeniz
Fosforlu bir kaleminiz olduğunu düşünüyorum Aynur hanım
kalemi her oynatışınızda oradaki, o yazdığınız kağıttaki, defterdeki , veya bilgisayar metninde yaratılan dünya ve o öyküdeki kahramanlar karanlıkta ışıldıyorlar
puslu ama gerçek gibi..
Hayranlıkla okudum
Tebrikler
Aynur Engindeniz
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sevgilerimle.
sayfasından çıkalamayan biri. başla hemen biter çok güzeldi kavi kalem saygılar
Aynur Engindeniz
Aynur Engindeniz
renbo
Ikincisi, yazdiklarina resim vs. eklemen
Üçüncüsü doku olarak bir köy hikayesini mahalle diye dayatman..
Aynur Engindeniz
Mahalle ve köy kavramında haklısınız, bir kısmnda köy demişim bir kısmında mahalle. Sanırım bunda zihnimde kendi köyümü canlandırmanın da bir etkisi var. Denize yakın kısmı mahalle, yukarısı köy olan bir yer. Bunu da düzeltmeye çalışacağım.
Eskiden hiç resim eklemezdim. Sanırım bu pskolojik bir tercih. Sanki öykü daha güzel görünecekmiş gibi. Aslında alakası olmadığını biliyorum. Belki de sıraya uyma gibi bir davranış.
Teşekkür ediyorum okuyup değerlendirdiğiniz için. Gerçekten mutlu oldum. Ya anlatım ve kurgu hakkındaki fikriniz...
renbo
Bu eser köy hikayesi olsa da gerçekcilik üzerine kurulmus bir eser değil.daha çok psikolojik durumlari ağır basan bir hikaye;ana karakterin sonda ben si ve onun gölgesiyim diyen romantik bir kusuru görmezden gelsek de aslında karakter analizleri daha sıkı örülmüş olsa daha konuşsa kendisiyle ve grift yapıya daha uygun düşerdi.aslında daha sonra ayrıntıli bir tahlil daha yaparım
Aynur Engindeniz
İbrâhîmî Feyzullah Yalçın
Ve teşekkürler Renbo, simyâyı, kimyâyı çözmemize katkı sağladığın için.
Hikaye yazmak da bir delilik ! Hikaye yazan insanların bu kadar strese nasıl dayandıklarını hep merak etmişimdir. Hikaye o kadar güzel örülmüş ki, delice okumamak lede değil, biz de aynen öyle yaptık. Deliler her şeyi birlemiştir, bu yüzden bizden üç adım öndedirler. Onların bir tane mutlaka çok korktukları, bir tane de mutlaka çok sevdikleri olur.
Her şey o kadar güzeldi ki...Yürekten kutladım...Selam,saygı...
Aynur Engindeniz
Beğenmenize sevindim sayın şair. Teşekkür ederim. Saygılar.
hyazici58
Aynur Engindeniz
Bıkmadan usanmadan ne kadar uzun olursa olsun bir solukta okuyorum tüm öykülerinizi.Sanırım bağımlılık yaptı kaleminizden çıkanları okumak.Kendi adıma söyelemem gerekirse, uzun lafın kısası Engindeniz okumak her zaman çok güzel.
Elinize ve yüreğinize sağlık diyeceğim klasik kaçsada, çünkü ne kadar uzun bir yorum yazsamda bu güzel yazının karşısında hafif kalır....
Yürekten kutlarım değerli kalem...
En derin saygılarımla......
Aynur Engindeniz
Sevgiler ve tekrar teşekkürler.
Tekstil atölyesinin önünde top oynayan çocukların gölgesini yoldan geçen kadınların bohçasına kaçırır bazı hikâyeler...
Sonrası, sardunyanın ıslanmış toprağına avuçlarındaki nasırı süren kadının, ağrıyan kanadıyla yüklemsiz cümlelere imli nârâlar sağmasıdır!...
Kutluyorum Aynur...