- 1023 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
362 - El HADİ
Onur BİLGE
Diğer günlerden farklı olmayan bir Virane pazarı… Etrafa serpiştirilmişiz. Her birimiz bir âlemde… Sağ dip köşede tavla oynayanlar, ortada sohbet edenler, kapının solunda atıştıranlar, sağında Define ve baş belaları biz… Yani ilkler… Yani meraklılar, müdavimler… Biz, öykü meraklıları…
Dedenin elinde pipo, başında duman, önünde katlana katlana canından bezmiş günü geçmiş bir gazete… Masanın üstünde eller, dirsekler, çantalar, kitaplar… Dillerde sorular, cevaplar… Havada sıcaklık, yüreklerde ılıklık… Kalın sesler, ince sesler, tıkırtılar, kıpırtılar… Sonbahara hazırlanmakta olan bahçede loşluk… Gözlerde saflık, sözlerde hoşluk… Sık sık karşılaşan çocuksu bakışlarda berraklık…
Bir aralık dedeyle göz göze geldik. Her zamanki yerinde, alışılmış davranışlar içindeydi. Fakat ellerinin aceleciliği, ayaklarının yer beğenememesi bana bir şeyler anlatıyordu. Bir yere mi gidecekti, birisini mi bekliyordu? Yüz ifadesine bakılırsa, bir şey anlatacakmış da fırsat kolluyormuş, ortalığın sessizleşmesini bekliyormuş gibiydi… Sonunda dayanamadım, sordum:
“Hayrola! Birisi mi gelecek, bir yere mi gideceksin, dedeciğim?”
“Nerden bildin? Malum mu oldu?”
“Davranışların, mimiklerin…”
“Demek o kadar açık, o kadar belli, öyle mi?”
“Bilmem ki! Öyle geldi…”
“Birisini bekliyorum. Cuma namazına gittiğimde bir arkadaşım: “Sana birisini göndereceğim. Ona senden bahsettim. Çok merak etti. İbretlik bir hayat hikâyesi var. Dinlemeni isterim.” dedi. “Önüne gelene anlatır mı?” diye sordum. “Biraz deşersen anlatacaktır, kimseden saklamaz.” dedi. “Örtülüdür. Kendinden geçmiş bir vaziyette dolaşır. Komşum olur. Çok severim. Sohbetine doyulmaz.” Bugün gelecek. Birazdan… Ben de onu meral ediyorum. Nasıl biri acaba?”
“Demek bir bayan… Hayırlı işler, dede!” dedi Mahir. Işıl atıldı:
“Anlayalım, dede!” Neşe güya savunmaya geçti:
“Işıl! Karıştırma şimdi bayramda bal yiyeni!”
“Tabi canım! Onun da hakkı… Dedemin başı kel mi?” diye güldü, İhsan.
“Oğlum, siz nesiniz yahu! Artık destan yazarsınız üstüne! Susun yahu! Yerin kulağı var. Neme lazım, biri falan duyar, arkadaşımın kulağına gider, rezil olurum. Böyle şeyler uluorta konuşulmaz! Bunun şakası olmaz!” derken Define, sözünü kestim:
“Ne zaman geliyor? Yerinde duramadığına bakılırsa eli kulağında…”
“Gözüm kapıda… Her an içeriye girebilir. Onun için diyorum ya… Susun yahu! Duyar muyar…”
Işıl’a gün doğdu! Bir defa duydu ya, eline fırsat geçti. Susturabilirsen sustur! Gırgır şamata…
“Ah dede, vah dede! Sen neymişsin sen!”
“Işıl! Bak, annen çağırıyor! Koş! Haydi git, bekletme! Geliyor geliyor…”
“Çağıran mağıran yok, dede. Hem dedem mezardan çıksa gelse, şuradan şuraya gitmem! Merak ettim ben o kadını ya da kızı… İşte her neyse… Yani seni böyle heyecanlandıranı… Kim bilir ne kadar merak ediyorsundur sen de! Değil mi? Doksan altmış doksan… Sapsarı, aslan yelesi saçlar… Frapan bir makyaj…” Dede tam:
“Annesi! Geliyor geliyor!” derken kapıdan içeriye bir kadın girmesin mi! Yavaşça:
“Geldi!” dedim, millet ne yapacağını şaşırdı. Güleceğiz, gülemiyoruz. Domates gibi kızarıyor, belli etmeden kıkırdıyoruz. İyi ki içeriye giren hemen etrafı göremiyor. Dışarısı güneş, giriş karanlık… Göz alıcı aydınlıktan birden karanlığa dalan, gözleri ortama uyum yapıncaya kadar zaman geçer. Bizi, bizim onu gördüğümüz gibi görmesi imkânsız. Aksi halde kovulduğumuzun resmidir!
Üzerinde çiçekli, soluk bir basma elbise… Krem zemin üzerinde yeşil mineler… Robadan büzgülü, bol, yerlere kadar… Başında kalınca bir eşarp… Ayağında erkek ayakkabısına benzer siyah, yıpranmış, boyasız pabuçlar… Yaklaştıkça belirginleşen yüzde hemen dikkati çeken acayip bir şey… Üst dudak kenarlarından çıkmış, dudak hizasını geçip çeneye doğru sallanan kedi bıyığına benzer bıyıklar… Her iki tarafta beşer altışar tane… Bir kadında kolay kolay görülemeyecek kadar uzun… Vaktiyle alınırken kendi haline bırakılmış, ormanlaşmış kaşlar, kıvrık kirpikler… Ayva tüyü kaplı bir cilt… Kırış kırış bir yüz, çizgi çizgi bir alın, muntazam bir burun, morarmış ince dudaklar, sapsarı ve uzamış, bazıları yerlerini terk etmiş uzun ve çarpık dişler…
Ağır ağır ilerleyerek masamıza yaklaşan, altmış altmış beş yaşlarında gösteren, hafifçe kamburu çıkmış, zayıf mı zayıf bir hanım… Elbisesinin ceplerindeki ellerini çıkarmadan, başıyla bizi:
“Selamün aleyküm!” diyerek selamladı. Selamı erkekler aldı, farkında olmadan hep bir ağızdan:
“Aleykümselam!..”
Gelen, beklenendi. Beklenen bu muydu? Bu nasıl bir kadındı? Birinci içiyordu, ekonomi ve siyaset biliyordu, kadınlıktan çıkmak için elinden geleni yapmışa benzediği halde kadın gibi giyinmeye devam ediyordu. Pantolon değil, elbise giyiyordu. Yüzüne bakılırsa erkeğe, jest ve mimiklerine bakılırsa güngörmüş birine benziyordu. Tercih ettiği sigara, solculuğunu; giyimi sofuluğunu gösteriyordu. Konuşması kültürünü, sükûtu olgunluğunu sergiliyordu. Biz ne olduğunu anlayamamıştık, Define de kestirememişti. Dikkatle bakıyor, inceliyordu. Güya sezdirmeden yapıyordu ama her şey ortadaydı. Teşhisi koymuş olsaydı, çoktan bakışları normale döner, kaşları yerlerine iner, gözleri yuvalarına gizlenir, akları görünmez hale gelirdi. Oysa perde üstüne perde aralamaya çalışıyor, aklı sıra sohbetin akışına uygun bulunacak tuzak sorular sorup duruyordu. Aceleci değildi. Avına hâkim bir tekir kedi gibiydi. Havaya atıp atıp kapıyor, karşıdan keyifle seyrediyor, oynuyor oynuyordu.
Onu iyi tanıyordum. En büyük zevki, insan okumaktı. Her yeni, yeni bir kitaptı. Bir selamla ediniyor, sorularla sayfaları aralıyor, büyük bir zevkle yapraklarını çevirerek sindire sindire okuyordu. Önemli yerlerin altını çizerek yan taraflarına notlar alıyor, kendince özetliyor, tek cümleyle ifade ediyordu. Bu, The End demekti.
Çaylar kahveler içildi. Havadan sudan konuşulurken, laf döndü dolandı, kıyafet meselesine geldi. Define, bu pejmürde hanıma üstü kapalı dedi ki:
“Dünyadan el etek çekmiş gibi bir haliniz var…”
“Öyle oldu. Uzun mesele…”
“Sakıncası yoksa sebebini sorabilir miyiz?”
“Bir sakıncası yok. Hatta belki faydası olacaktır.”
“Şimdi daha çok merak ettim.”
“Allah hidayete erdireceğinde sebep halk eder. Benimki de öyle oldu.”
Biraz nazlanacağa benziyordu. Gözlerini yerde bir noktaya dikiyor, düşünür gibi yapıyor, başını kaldırarak uzaklara bakıyor, dalıp gidiyordu. Kafasını toparlamaya mı çalışıyordu, hatırladıklarından rahatsız mıydı, bilmiyorum ama çok uzaklara gittiği belliydi. Yıllar öncesine. Zaten birkaç dakika sonra kabaca hayatını özetlerken söze öyle başladı.
“Ben öğretmen kızıyım. Annem hemşireydi. Bir bisikletim vardı, üstüne atladım mı kimse beni bulamazdı. Uçsuz bucaksız Bursa Ovası… Aklıma estikçe, ver elini Uludağ!.. Kaçardım. Babam kaç kere bodruma kilitledi, ben yine anahtar uydurdum, alıp gittim. Anneceğizim başa çıkamıyor, çaresiz kalıyordu. Babama şikâyet etmekten usanmış, elinden bir kaza çıkacağından korkar olmuştu. Erkek çocuklardan daha haylazdım. Kızlardan daha hızlı…
Allah affetsin! Kızlı erkekli toplantılar yapardık. Kendimizce eğlenirdik. Eğlenirdik ama öyle böyle değil, çılgınca! Allah’tan bihaberdim. Hiçbir şeyden sorumlu değildim. Babam Allah’a inanmıyor, bize de bunun saçma olduğunu empoze ediyordu. Annem de aynı fikirdeydi. Bizse sadece onların doğru söylediğine inanıyorduk. Biz, yani ablamla ben…
Annem gece gündüz çalışıyor, bizimle daha çok babam ilgileniyordu. Koca koca kızlardık, on altı on yedi yaşında, bizi babam yıkardı. İlk zamanlarda çok utanır: “Ama baba…” derdik. “Artık büyüdük…” “Olsun yahu! Ben sizin babanızım!”
Zamanla utanma duygumuzu kaybettik. O tür toplantılarda oldukça rahattık. Yanlarımızda sevgililerimiz vardı. Müsait bulduğumuz evlerde buluşuyorduk. Önce birlikte dans ederek eğleniyor, sonra çiftler halinde her birimiz bir tarafa çekiliyorduk. Şampanyalar patlatılıyor, kızlara köpük banyosu yaptırılıyordu. Yetmedi, çikolatayla kaplanıyor, yalanıyordu. Rezilliğin bini bir para!..
Nasılsa Allah yoktu! Din yoktu! Bunlar saçmalıktı. Safsataydı. Geri kafalı adamlar bizi kandırıyorlardı. Kim görmüştü? Giden gelmiş miydi? Gelip de demiş miydi?”
Put kesilmiş dinliyor, hayretler içinde kaldığımızı belli etmemeye çalışıyorduk ama nafile… Çıt çıkarmıyor, kımıldamadan duruyorduk. Virane’de hiçbir sohbet böyle dinlenmemişti. O kendisini aşağılayarak anlatmaya devam ediyor, pişmanlığını dile getiriyor, boş olan sağ elini dizine vurup duruyordu.
“Ah, kardeşlerim! Benim yapmadığım kalmadı! Hangi birini anlatayım? Uzun lafın kısası… Yine böyle bir gün âlem yaparken yakayı ele verdik. Altı oğlan altı kız… Ablamla ben… Kuzentatarlar’ın evinde basıldık. Soluğu karakolda aldık. Mahalli gazetelere çıktık. Âleme rezil rüsva olduk! Neyse, bastırıldı. Fakat okuldan atıldık.
Babam bisikleti kırdı. İkimize de güya müebbet ev cezası… İki ayaklı güdülür mü? Yine yaptık yapacağımızı ama artık karda yürüyüp izimizi belli etmemeyi öğrenmiştik.
Bir süre sonra havailik de kabak tadı vermeye başladı. Âşık olmalıydım. Şöyle sırılsıklam!.. Önüme bir kırtasiyeci çırağı çıktı. İpsizin biriydi. Bana beyaz atlı prens gibi geldi. Annem babam ne kadar karşı çıktılarsa o kadar tepindim: “Ben onu istiyorum!.. Vermezseniz kendimi öldürürüm!..” diye bas bas bağırdım!.. Verdiler. Düğün dernek, gerdek… Balayı bulayı derken, şafak attı erken!.. Bin kere bin pişman oldum ya iş işten geçti bir kere! Baldırı çıplağın biri… Koca demeye bin şahit ister! Elde yok avuçta yok. İkide birde baba kapısındayım. Ablam zevk ü sefasında… Ben geçim derdinde… Yetmezmiş gibi bir de hamilelik…
Karnım burnumda kapı kapı gezip kitap satıyorum. “Allah yok, kardeşceğizlerim! Yalan söylüyorlar! İnanmayın! Sizi kandırıyorlar! Bakın bu kitapları okuyun! Okuyun da anlayın, ne dolaplar döndürdüklerini!” diye her kapıda yar yar yalvarıyor, güya karanlıklarda kalmış zavallıları ikaz ediyor, aydınlatıyorum. Çok biliyorum ya… Lise terk de bir şeydir. Hem okumakla adam olunmaz ki! Çok kitap okumak lazım… Adamın kırtasiyesinde kitap çok… Hepsi de aynı şeyleri söylüyor. Babam da amcam da arkadaşları da… Dernekleri bile var, kendilerince. Bu millet geri kalmış. Okumuyorlar. Cahiller. Biz aydınlar aydınlatacağız onları.
Kızım iki yaşına gelmeden oğlum oldu. Ben adama yardım ediyorum. O adam olmaz adama… Çocukcağızlarım dükkân köşelerinde uyuyorlar. Sersefil… Yarı aç yarı tok, sürünüp duruyoruz.
Her şey, bıçak kemiğe dayanana kadar! Her şeyin bir sonu olduğu gibi evliliklerin de bir sonu var. Yokluktan başlayan, çoklukla katmerlenen, ağız dalaşından çatıra çatır kavgalara, pataklaşmaktan saç saça baş başa kavgalara kadar yaşanan hır gürden sonra bir sabah yüzü gözü şiş, suratı mosmor mahkeme kapısında aldım soluğu! Önce karakol, sonra adli tıp, daha sonra da o son kapı… Elimde bir kucağımda bir çocuk, kolumda damga, gözümde yaş…
Gözümün karardığı anda yıkılan yuvamın ardından bir başka maceradayım. Bir oda bir mutfaktan ibaret bir gecekondu… Kedi yavruları gibi evden işe işten eve taşınan iki çocuk… Kitaplar kitaplar… Aydınlanma hatimlemeleri, aydınlatma faaliyetleri… Kendim körüm, ardımdakiler kör… Rehberim onlara… Çığır açmaktayım. Din min yok. Yok öyle bir şey. Benim dine ihtiyacım yok. Güçlüyüm, kuvvetliyim. Gencim ben. Aydınım.
Vay aydınım,vay!..
Bir gece oğlan ateşlendi. İki yaşında… Bir somya var. Üstünde üçümüz, kıvrılmış yatıyoruz. Bezin birini ıslatıyor, birini alıyorum. Alnını, kollarını, bacaklarını serinletmeye çalışıyorum. Ateş düşmüyor. Sonunda bitap düşmüşüm.
Ayaklarımdan can çekilmiş. Dizlerime doğru uyuşmaya başlamışım. Buz kesmekteyim. Belime doğru gelmekte… Kazık gibiyim. Ellerimi kollarımı değil, küçük parmağımı kıpırdatacak durumda değilim. Ölüyorum. Canım boğazıma gelmiş. Hırlamaya başlamışım. Aman Yarabbi!.. Çocuklarım!.. Onları nasıl bırakıp gidiyorum? Kim bakar onlara? Oğlum hasta…
Kendimi tavandan görüyorum. Ne kadar da uzamışım! İncelmiş miyim ne? Üstüme bembeyaz bir çarşaf örtmüşler. Alnım, burnum, ayak parmaklarım belli oluyor. Bu ben miyim şimdi? Karnım ne kadar şişmiş! Üstüne bıçak koymuşlar. Birisi elinde yün yumağıyla gelmiş, boyumu ölçüyor. İpi koparıp birine uzatıyor. Alıp, arkasını dönüyor adam; yavaş yavaş uzaklaşıyor.
Eşyalar sessiz… İnsanlar suskun… Kara bir kazan getirmişler. Altına ateş yakmışlar. Evimin önü ana baba günü!.. Ağlayanlar, dua edenler… Kesik hıçkırıklar geliyor. Odun çıtırtıları, su şırıltısı… Kazma sesleri… Ucu taşa geliyor arada… Acısı kalbimi deliyor.
Bir rüya… Fakat rüya değil, gerçek… Ölüyorum. İmansız gidiyorum! Çocuklarım kimsesiz kalıyor. Ya ötesi? Bir adım ötesi? Nefesim daralıyor! Uykuda mıyım? Uykuda olmalıyım. O halde uyanmalıyım ama nasıl? Külçe gibiyim! İnme mi inmiş?
“Allah’ım! Allah’ım!.. Beni affet!.. Beni çocuklarıma bağışla!.. Rüya olsun bunlar! Rüya olsun ve beni uyandır!.. Bir daha küstahlık yapmayacağım!.. Söz!.. Bir daha asla!.. Tövbe!.. Tövbe!.. Tövbeler tövbesi!..”
“Ne diyorum ben? Buları ben mi diyorum? Sayıklıyorum. Bilinçli olamam. Mümkün değil! Ben dinsizim. Allah’a inancım yok! O halde bunları söyleyen kim? İçimde birimi var? O kim? O kim? Nefsim mi? Bilmediğim biri… Vay!.. Nasıl olur? İmana mı geldim şimdi?
Yavaş yavaş kendime gelmeye başladım. Ellerimi ayaklarımı hissetmeye… “Ah!..” Her tarafım sızlamakta… Dayak yemiş, haşat edilmiş gibiyim. Sıkıntıdan ter içinde kalmıştım. “Belim!..” Aklım başıma gelir gibi oldu. “Oğlum!” Baktım, ateşler içinde… Gece yarısını çoktan geçmiş. Olduğum yerde, gözyaşlarıyla tövbe ettim. Bu defa bilinçli bir şekilde ve Allah’a yalvarmaya başladım. O’ndan başka sığınacak kimim vardı? Zorla yerimden kalktım. Bir taraftan yine ıslak bezler… Birini kaldırıp birini koyuyorum. Çocuk can çekişiyor! Elleri kolları, bacakları atıyor, yüzü seğiriyor. Ağzı burnu bir tarafa gidecek, çarpık kalacak, Maazallah!
Nasıl ağlıyorum! Nasıl ağlıyorum!.. Sesime kız da uyandı. Hem ağlıyorum, hem Allah’ıma yalvarıyorum! Nasıl bir ağlama!.. Nasıl bir yalvarma!..
Ben… Anasının babasının sözünü dinlemeyen isyanlar evlat! Ben… Yaratan’ını bilmeyen aptal, manyak, saygısız, ukala!.. Kendisini bir şey sanan budala!..
“Allah’ım!.. Ben ettim, sen etme!.. Evladımı bana bağışla!.. Benim Senden başka kimsem yok! Bana Senden bahsetmediler. “Yalan!” dediler. “Yok!” dediler. Bana Seni tanıtmadılar. Anlatmadılar. Ben Seni bilemedim! Bulamadım! Beni affet! Bu felaketi başımdan def et! Ne olur, Rabbim! Beni bağışla! Oğlumu bana bağışla! Bundan sonra Senin emrettiğin gibi olacağım! Ne olursun, onu benden alma!..
Üstünde ne varsa çıkardım. Kocaman bir banyo havlusunu ıslatıp onun içine sardım. Nasıl titriyor, nasıl ağlıyor!.. Zapt edemiyorum!.. Bir bir buçuk saat sonra, sabaha karşı, nasıl olduysa oldu, bir ter boşandı! Ardından da uyudu kaldı. Ben iyice uyanmıştım. Uyanmıştım artık! Öyle bir uyanmıştım ki öyle böyle uyanış değil!..
Allah, El Hadi ismiyle tecelli etmişti. Musibet gibi gelen hastalık, nimet halini almıştı. Allah’ın hidayeti yetişmiş, imanla şereflenmiştim. Geride kalan pişmanlık ve avuç avuç yüz karasıydı. Utançtı!”
Bu kadarcık değildi bu saliha hanımın hayat hikâyesi. Gülsüm Erim’in daha çok anlatacakları vardı. Buraya kadar olanlar, hidayete erişinin öyküsüydü.
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 362