- 931 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kuş Cıvıltıları
Öyle ‘görünmez’di ki! Bedeni ayan beyan ortada da olsa üzerinde diğerlerinde olmayan bir gölgemsilik vardı. Genç kız hemen yaklaştı ona. Nedenini nasılını bir an bile düşünmeden atmıştı ortaya kendini. Çoğu zaman hep böyle yapardı zaten. Düşünceler belirginleşmeye fırsat bulmadan bakardı, çoktan birkaç adım atmış bile. Konuşmak da öyle değil miydi aynen? Düşünmek ve konuşmak da aynı anda gerçekleşen süreçler değil miydi? Demek ki düşünceyle eylem arasına ille de bir zaman koymak gerekmiyordu. O arada ille de zihnindekini kelimelere dökmek… Kelimeler olmadan da düşünebiliyorduk çünkü. Sembollerin, çağrışımların büyüsüne kapılmadan hemen harekete geçebiliyorduk hatta böylece. Yaşamı bir şiire dönüştürmeden, uzaktan seyretmekle yetinmeyip tam ortasından geçerek…
“Oturabilir miyim?” dedi yaşlı adama. Adam o kadar umudunu kesmişti ki görünür olmaktan, yerinden sıçrayacaktı nerdeyse. Ani bir patlama olmuştu sanki bir yerde. Ya da biri çok tuhaf bir şey yapmıştı. Belki de gerçekten öyleydi: Tuhaf bir şey yapan biri var diye düşünüyordu karşısında. Öyle ya, bu parkta onca boş bank varken ne diye gencecik bir kız aniden yerinden kalkıp kendisi gibi yaşlı bir adamın yanında oturmayı tercih etsindi ki?
Kız tüm bunları duydu adamın içinde. Duyacak kadar yakından bakıyordu çünkü ona. “Rahatsız etmemişimdir umarım.” dedi. Sesinde rahatsız etmeyi sonuna dek göze alan bir umursamazlık vardı. Çünkü dayanamıyordu vazgeçenlere. Vazgeçme nedenleri ne olursa olsun hepsine aynı öfkeyi duyuyor; onlarla bir yerlerde yolu kesiştiğinde, gölgemsi varlıklarını görmezden gelemiyordu birtürlü. Aksine en çok onlar görünüyordu gözüne tüm o kalabalıkta. Çünkü görünmek için nerdeyse el sallayacak kadar fark edilmeye hasret o insanlar arasında o kadar sönüklerdi ki, ister istemez en farklı onlar oluyorlardı. En parlayan, en gösterişli…
“Amcacığım, belki tedirgin ediyorum sizi. Ama yanınıza gelmek zorundaydım. Çünkü siz çevreme baktığımda kendimi yerine bir an bile koyamadığım tek insansınız bu parkta. İçime alıp bütünleşemediğim tek varlık… O yüzden size bir şeyler sormazsam, zihnimde hep bir boşluk olarak kalacak kapladığınız yer. Ben oraya hep ulaşamadığım bir yer olarak bakacağım. Buradan gittiğimde burayla ilgili aklımda kalan o resimde en merkeze oturan koca bir boşluk…”
Adam birkaç saniye baktı genç kızın yeşil gözlerine. “Hikaye yazıyor musun sen?” dedi. “Hatta belki şiir bile yazıyorsundur. Ama edebiyat seni yaşamın dışına atmamış.”
“Beni atmamış olabilir. Ama sizi epey bir uzağa fırlatmış anlaşılan.” dedi kız gülümseyerek. Ortak bir yanları olduğunu keşfetmenin verdiği yakınlıkla ekledi: “Okumayı seviyorsunuz galiba.”
“Evet, severim. Hatta zamanında şiir de yazdım. Bir kitabım bile çıktı.”
“Harika bir şey bu! Demek bir şairle karşıkarşıyayım. Öyle mutlu oldum ki! Ama bir yandan da şaşırdım. Şiirin insanı götüreceği yer burası mı yani?”
“Neresi orası?” dedi yaşlı adam bir parça kırgın bir sesle.
“Bu park ya da başka bir yer, çok da fark etmiyor aslında. Nasıl bir yer olduğu önemli… Ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Neresi olursa olsun çok yabancı ve ıssız bir yer…”
Adam anlayışla gülümsedi ve ağır ağır konuşmaya başladı: “Yabancı bir yerde olmam çok doğal… Çünkü benim yaş grubumdan insanlara oldukça uzak bir yerdeyim. Bir çocuk parkında… Eğer benim gibi ağır hareketlerde bulunan, iki adım önündekini bile zor seçen; elinde baston, yeri incitmekten korkarcasına ürkek adımlar atan ihtiyarlarla dolu bir yerde olsaydık, o zaman burası benim için değil senin için yabancı bir yer olurdu. Ama yine de kesinlikle ıssız olmazdı. Çünkü kendini yabancı hissetmen o insanları sevmene engel değil, anlardın o zaman. Mırıltılarını duyardın… Ve güneşin yorgun bedenlerine hayat vermesinin yüzlerindeki parıltısını görürdün. Tıpkı şimdi bana duyduğun yakınlığı duyardın onlara da. Evet, onlar gibi olmanın neye benzediğini bir an bile düşleyemezdin belki. Ama yine de asla yalnız kalmazdın aralarında. Ruhuna dokunamadan, sadece uzaktan bakarak da bir insanı sevmenin gerçekten mümkün olabileceğini keşfederdin.”
Bir yolculuktaydı da, varacakları yere önceden defalarca gidip gelmiş birinin orası hakkındaki izlenimlerini dinler gibiydi. Sanki uzaktan görünür gibi olmuştu gidecekleri yer, ilk bakışta hiç de cazip bir gülüş göndermiyordu bakanlara. Ama yol arkadaşı “Biraz daha sabret!” diyordu ona. “Orayı gerçekten görebilmek için daha içerilere girmen gerekli…”
“Hiç de korkunç değilmiş.” diye mırıldandı duyulup duyulmadığına aldırmadan. Adam da dinlemiyordu zaten. Dikkatini az ötesinde oynayan çocuklara vermişti. Genç kız ona bakarken o çocuklarla adamı çok ayrı görmüyordu şimdi. Sanki az önce söyledikleri onu karşı bankta izlerken gördüğü o adam olmaktan çıkarmış, çok farklı bir görünüme ve anlama bürümüştü. Artık biliyordu: Bu adam gerçekten de bu parktaydı şu anda. Sadece bedeniyle değil tüm ruhuyla da... Genç kızın korktuğu gibi yaşlılığı koca bir boşluk açmak anlamına getirmiyordu varlığıyla. Sadece yorgundu biraz. Diğerleri gibi seri hareketlerde bulunamıyordu. O da bu eksiğini hareket edenleri seyretmekle telafi ediyordu. Yorulmak bilmeden koşturan çocukları, onların yanındaki büyükleri; yün ören, çekirdek çitleyen, durmadan konuşan kadınları, kızları… Gözlerindeki dikkat öyle yoğundu ki yaptığını sadece bakmakla sınırlamıyor, baktığı şeyin ta içine de sokuyordu onu.Tam olarak o şey oluyordu bakarken: O kadın, o çocuk, o ağaç…
Hayır, artık korkmuyordu genç kız onun yaşına varmaktan. Yoculuğun son noktasında önüne çıkan yer hiç de uzaktan göründüğü gibi değildi çünkü. Önceden göremediği her ne varsa seçebiliyordu şimdi. Ağaçların gerisindeki o şelalenin şırıltılarını duyabiliyordu. Yaşlı adamın az önce mırıldanmaya başladığı şiirin dizeleri gibi akıp gidiyordu sular da.
Çünkü az önce gerçekten de orada olmuştu birkaç saniye. Yaşlı bir kadın olmuştu. Varacağı noktayı görmüştü yaşlı yol arkadaşı sayesinde. İşte bu yüzden bu kadar emindi: Hangi yaştan olursan ol mutlaka akıp duran sular vardı bir yerlerde. Ağaçlar ne kadar sıklaşıp örtse de üzerini, ilk başta hemen görünmese de; yaşlı bir kalbi bile ısıtacak bir şelale şırıl şırıl akmaya devam ediyordu yakınlarda… Gerçek ya da düşsel bir şelale olması çok da fark etmiyordu. Her iki halde de kuş cıvıltılarını getiriyordu çünkü dünyana. Seni bir gölge olamayacak kadar bu dünyaya ait kılarak...
YORUMLAR
her geçen saniye bizi o parka atmak için koşuşturuyor..
bir saniye bile düşününce....aklım gidecek diye korkuyorum..
hayata yaşlanmak ne acı..hayata yabancılaşmak ne feci yara...
çocukluğumuzun kıymetini bilmeden hoyratca harcadık..yaşlılara başka gözlerle baktık..
bizim yaşlanmayacağımızı akıl edemeden..
işte...iki adım ötemizde...ve hergün ölüm gelir ölenleri gördükçe...
ve sonsuza dek bi daha dünya olmayacak...kainat yeniden kurulmayacak..
ya cennetdesin...ya cehemmende..!
yaşlılık da güzeldir aslında...sevdiklerin yanındaysa..seviliyorsan...sevdiriyorsan...sağlıklıysan.
ama yalnızsan her bakımdan...ölümde bi mükafat değilmidir...