- 1339 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
KEMAL ATATÜRK VE LAİKLİK
(Laiklik Nedir, Ne Değildir?)
Laiklik, Eski çağlardan günümüze kadar en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Bazı insanlar laiklik için dinsizlik sıfatını uygun görmüş, bazı insanlar laikliğin dine karşı olmadığını, bazı insanlar ise laikliğin devleti ve dini koruyan bir sistem olduğunu savunmuştur.
Ortaçağda dinler, insanların günlük yaşantısında, toplumsal düzeni sağlamada ve devlet yönetiminde belirleyici bir rol üstlenmiştir. Öyle ki; papalar krallara emirler vermiş; papaz, rahip ve keşiş gibi din adamları insanların hayatına hükmetme imkânı bulmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında din adına o kadar vahim hadiseler yaşanmıştır ki; pek çok Avrupalı bilim adamı kilise kanunlarına muhalefet suçuyla suçlanıp giyotinle idam edilmiştir. Vuku bulan felaketlerde, bölgenin güzel ve çekici kadınları felaketlere sebep olan cadılar ve büyücüler olarak görülmüş ve diri diri yakılarak infaz edilmiştir.
Gelişen ticari ilişkiler, kentlerin zenginleşmesine ve Hıristiyanlık içinde yeni mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu sebeple, 16. yüzyılda dinde reform hareketleri başlamıştır. 15 ve 16. yüzyıllarda sanatta, edebiyatta, bilimde ciddi yenilikler olmuştur ki; bu yenileşmenin adına Rönesans denilmiştir. Rönesans hareketinin doğal sonucu olarak Hıristiyanlık, hayatın pek çok alanından çekilmek zorunda kalmıştır. Eğitim alanında da bir takım yenilikler yapılmıştır. Örneğin: kiliselerin desteği ile din eğitimi veren okullar açılmıştır. Din okullarının yanı sıra özgür düşüncelere fırsat veren eğitim kurumları da devlet tarafından açılmıştır. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra laik anlayış, devletin tüm kurumlarında ve toplumda kabul görmüştür.
Öteden beri İslam dinine o kadar çok hurafe katılmıştır ki; Müslümanlar, hurafelerle dolu fetvaların İslam’ın özüne uygun olduğunu zannetmişlerdir. O kadar ki; türbelere bez bağlayanın dualarının kabul edileceği, iki bayram arasında nikâh kıyılamayacağı ve kara kedi görenin uğursuzlukla karşılaşacağı gibi daha pek çok hurafe ve batıl inanç ne acıdır ki İslam Dini’ne isnat edilmiştir. Hıristiyan misyonerler, bu ve benzeri hurafeleri Müslümanların akıllarına zerk ederek İslam Dini’ni hurafeler dinine çevirmek istemişlerdir. Kemal Atatürk, laik anlayışı getirerek hem din işleriyle devlet işlerini birbirinden ayırmış ve hem de tekke ve zaviyeleri kapatarak İslam Dini’ni hurafelerden ve batıl inanışlardan temizlemiştir. Laikliğin getirilmesiyle, İslam Dini’ne zerk edilmek istenen ruhbanlık anlayışı da yok edilmiştir. Bilindiği üzere ruhbanlık anlayışı özü değiştirilmiş olan Hıristiyanlığa ait bir anlayıştır. Ruhbanlıkta Hıristiyanlar, papazlara giderek günahlarını ikrar eder ve papazlar da Tanrı adına o Hıristiyan kulu affeder. Oysa İslam’’da kul ile Allah (c.c) arasına hiç kimse giremez. Müslüman, dua ve ibadetleriyle Allah’a yaklaştığını bilir ve dualarının kabulünü bizzat Yüce Allah’tan (c.c) ister.
Bilindiği üzere şeyhülislamlar, Osmanlı döneminde devlet adamlarının yaptığı ve yapacağı işlere dini yönden bakmış ve bu işlerin dine uygun olup olmadığına dair fetvalar vermişlerdir. Padişahlar, şeyhülislamların verdiği fetvalar çerçevesinde hareket ederek pek çok yanlışlığa sebep olmuşlardır. Osmanlı döneminde açılan rasathanenin ve İbrahim Müteferrika’nın açtığı matbaa ne acıdır ki şeyhülislamlar tarafından ‘kâfir icadı’ gerekçesiyle yıktırılmış; resim sanatına bile ‘dinen caiz değildir’ fetvası çıkartılmıştır. Ancak Fatih Sultan Mehmet Han, kendi resmini bir yabancı ressama çizdirerek bu batıl anlayışı ortadan kaldırmıştır.
Kemal Atatürk’ün laik anlayışının temelinde Avrupa değil, Selçuklular bulunmaktadır. Bu konuyu tarihi gerçekleriyle ortaya koyan pek çok makale ve kitap yazılmıştır. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1058 yılında Bağdat’a girmiş ve Bağdat Halifesi’nden devlet işlerini almıştır. Halifeye; “Bundan böyle devlet işleriyle bizzat ben ilgileneceğim. Sizlerde sadece din işleriyle uğraşacaksınız” demiştir. Bağdat Halifesi de, belindeki kılıcı çıkarıp, Tuğrul Bey’in beline bağlamıştır. Bu davranış, Tuğrul Bey’in doğu’nun ve Batı’nın Sultanı olduğu anlamına gelmektedir.
Laikliğin getirilmesiyle ve yapılan devrimlerle bir takım insanlar rahatsız olmuşlardır. Kimilerinin makamları, kimilerinin menfaatleri yok olmuştur. Bu tür insanlar, Kemal Atatürk’ün dinsiz, deccal ve hatta İngiliz Casusu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu iftiralar sonucunda Kemal Atatürk, gittiği bazı bölgelerimizde halkın tepkisiyle karşılaşmıştır.
Kemal Atatürk’ün yaptığı devrimlerden bir tanesi harf inkılâbıdır. Pek çok kişi, harf devriminin Avrupa’dan ithal edildiğini iddia ederler; ancak bazı araştırmacılar, harf devriminin esin kaynağının Avrupa olmadığını, aksine Karamanoğlu Mehmet Bey olduğunu tarihi gerçekleriyle ortaya koymuşlardır. Kemal Atatürk, harf inkılâbını gerçekleştirdikten sonra; İslam Dini’ni hurafelerden ve batıl anlayışlardan temizlemek için Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kuran tefsirini çoğalttırarak Müslümanlara dağıttırmıştır. Milli Mücadele yıllarında, erkeklerin çarşaflara bürünerek düşmanlara cephane taşıdığı bilinmektedir. Kemal Atatürk, kılık kıyafette devrimler yaparak bir kadının kadın olduğunu ve bir erkeğin de erkek olduğunu ortaya çıkaracak giysilerin giyilmesini sağlamıştır. Bazılarının iddia ettiği gibi Türk kadınları batılı kadınlar gibi soyulup-soğana çevrilmemiştir. Bir başka uygulama da medeni kanunda yapılmıştır: Tek eşle evlilik ve kadın-erkek eşitliği hem İslam’da ve hem de Türklerde esastır. Kemal Atatürk, medeni kanunla hem İslam’ın ve hem de Türlerin aile anlayışını esas almıştır. Medeni kanunda yapılan bu değişiklik yine bazılarının iddia ettiği gibi batıdan alınmamıştır. Bilinmelidir ki; Kemal Atatürk’ün annesi ve kız kardeşi dini bütün, başı örtülü birer bayandı. Şu tarihi gerçeği de hatırlatmakta fayda vardır. Lozan, Türkler için büyük önem taşımaktaydı. Batılılar, Türk topraklarında yaşayan gayrimüslimlerin kilise kanunlarıyla yönetilmesini istemişlerdi. Zira Şeriat Devleti’nde gayrimüslimlerin kilise kanunlarıyla yönetilmesine müsaade ediliyordu. Ancak Kemal Atatürk, Hıristiyanların bu isteklerinin Türkiye’yi bölmeyi amaçlayan bir tuzak olduğunu görmüş ve laikliği getirerek Türkiye’yi bu tehlikeden kurtarmıştır.
Kemal Atatürk’ün laikliği neden tercih ettiğini şu sözleriyle anlayabiliriz.
“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanını emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sade din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz…”
“Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz…”
Kemal Atatürk’ün laiklikle ilgili açıklamalarından da anlaşılacağı üzere; laiklik yeni kurulan Türk Devleti için bir zaruret haline gelmiştir. Bazılarının iddia ettiği gibi dinsiz bir rejim değildir. İslam’ın ve laikliğin bazı temel ilkelerini şöyle bir hatırladığımızda bunun böyle olduğunu anlarız. Laiklik, din ve vicdan hürriyetine dayanır. Laiklik, aklı ve bilimi esas alır. Laiklik, batıl inançlara ve hurafelere karşıdır. Laiklik, dini, bir kısım insanların istismarından arındırmayı amaçlamıştır. Laiklikte kişiler değil, devlet laiktir. Laiklik, devletin yapacağı işlere din adamlarını, din adına yapılacak işlere de devleti karıştırmamayı ilke edinmiştir.
İslam’ın bazı temel ilkeleri de şöyledir: İslam’da zorlamaya yer yoktur. İslam, batıllara, hurafelere, falcılığa ve büyücülüğe şiddetle karşıdır. İslam, bir akıl ve ilim dinidir. İslam, ilmi müminin yitiği olarak görmüş ve “ilim Çin’de de olsa gidin alın” buyurmuştur.
Buraya kadar aktardığımız bilgiler ışığında gördük ki; devlet işleri başka, din işleri başka şeylerdir. Devlet işleri denildiği zaman barajların; yol, su, köprü, okul, sanayi, tarım, hayvancılık işlerinin yapılmasını, iç ve dış ticareti, devletlerarası ilişkileri anlıyoruz. Şimdi düşünelim biraz: Bir baraj inşaatının yapılması için şeyhülislamın veya Diyanet işleri Başkanının görüşüne başvurmak pek uygun olmaz. Zira devlet, inşaat, yol, su, köprü vs. işlerinin halli için mühendisler yetiştirmiştir ve mühendislerini kullanarak devletin ihtiyacı olan yolları, köprüleri, barajları, sanayileri vs. yaptırır. Devletlerarası ilişkilerini yürütmek için de siyasetçilerini kullanır.
Nasıl ki, din adamlarının devlet işlerine karışması bazı sıkıntılar doğurmuş ise, devlet adamlarının da din işlerine karışması benzer sıkıntıları doğurur. Bir devlet adamı haç ve umre dönemlerinde haccın ve umrenin nasıl yapılacağını belirleyemez. Fitre ve zekâtın hangi ölçülere göre verileceğine hükmedemez. Ülkemizde yapılan camilere imamların ve müezzinlerin sayılarını Diyanetişleri Başkanlığı belirler ve atamalar bu ihtiyaca göre gerçekleştirilir. Diyanetişleri Başkanlığı, ülkemizin ihtiyacı olan Kuran kurslarının açılmasını sağlayabilir. Müslümanların İslam’ı daha iyi anlayabilmeleri için, sempozyumlar, konferanslar düzenleyebilir; kitap, makale ve dergi yayınlayabilir. İslam ülkelerinin din adamlarıyla görüşebilir, ortak faaliyetlerde bulunabilir. Din adamlarının bu faaliyetlerine siyaset asla müdahale edemez.
Laiklik, kanunların şeri hükümlerden esinlenerek yapılmasına da karşı değildir. Öyle olsaydı, öteden beri ülkemizde idam cezası uygulanmazdı. Devlet, toplumda düzeni ve güveni sağlamak için yeniden idam kanunu çıkartabilir. Zina, hırsızlık, kalpazanlık, dolandırıcılık gibi suçlar için şeri hükümlere uygun kanunlar yapılabilir. Bilinmelidir ki; bu tür caydırıcı cezalar, toplumda dirliği, birliği, adaleti ve düzeni sağlamak için verilir. Suç işlemeye meyilli olanlar, suça yönelmeden evvel başlarına gelecekleri düşünür ve suç işlemekten vazgeçer.
Ülkemizde bu tür ceza kanunlarının uygulanmıyor olması laikliğin İslam’a karşı olduğundan değil, yöneticilerin tercihlerinin bir sonuçlarıdır. Yöneticiler isterlerse bu kanunları yapar ve uygular…
Halit DURUCAN
14.10.2012
YORUMLAR
Değerli Durucan,
Eleştirelliğe karşı olan anlayışınıza çok teşekür ederim. Bu eleştirilere tahammül gerçektende sizin dediğiniz gibi insanların konuşup tartışıp tanışmasına giden ön adım olduğu gibi okur yazar etkileşmesini de ortaya koyan bir kazanımdır.
Diyorsunuz ki; "Ben yazılardan istifade etmeye çalışırım. Gerekirse yazarlarla da tanışmayı tercih ederim." aynen katılıyorum . Bu istifade etmeye ben de, aynı düzey düzlem ve zaman zarfı içinde olmak, bilimsel olmak ve karşılıklı etkileşmeyi de içermek şartıyla parantez açarak aynen benimsiyorum.
Tekrar teşekür ederek saygılarımı belirtirim.
Öncellikle okuduğunuz ve eleştiri getirdiğiniz için teşekkür ederim. Ben bu makaleyi yazarken, bu güne kadar edindiğim bilgilerimi araştırarak genişletmeye çalıştım. O kadar çok uzun bir eleştiri metni yazmışsınız ki sanki yazar kişi tek tek okumaktan bıksın da eleştiriye cevap vermesin türünden. Makalede temas etmeye çalıştığım nokta, laikliğin halen dinsizlik olarak tartışılıyor olmasıdır. Ben Kemal Atatürk Laikliği icad etti diye birşey söylemedim. Laikliğin eski çağlardan beri var olduğunu zaten yazmıştım. Kemal Atatürk bundan bi haber olamaz! Eleştiriler yapılıyor; laiklik İslam'a uymuyor diye. Ben laikliğin ve İslam'ın öne çıkan özelliklerini ortaya koyarak bu eleştirelere cevap vermeye çalıştım.Eleştirilerinizde birisine de şöyle cevap vereyim: Bugün laik bir sistem var, arızalı da olsa. Laik Devlet kişilerin dini yaşantılarına müdahale ediyor mu? Etmiyor. Öyleyse bunu neden eleştiri konusu yaptınız? Laikliğin uygulanmasıyla din hurafelerden ve bağnazlıktan arındırılmadı mı? Bu tarihsel bir gerçektir ve siz buna bir eleştiri yüklemeyi kendinizce uygun görmüşsünüz. Laikliğin ve İslam'ın hoşgörülü olduğuna da vurgu yaptım bu yazımda. İslam'da ve laik sistemde siz hoşgörünün olmadığını mı iddia ediyorsunuz. Laikliğe ne gerek vardı efendim!! Siz biyografimi eklemediğimi bile eleştiri konusu yapmışsınız. Ben yazılardan istifade etmeye çalışırım. Gerekirse yazarlarla da tanışmayı tercih ederim. Bu bir eksiklikse affola! Türkiye'de uygulanan laikliğin Türk Milletinin özüne uygunluğu esas alınmışsa bunda sizi rahatsız eden nedir? Hangi millet olursa olsun, bir sistemi getirirken toplumun kendi değerleri ve dini dikkate alınmaz mı? Eleştirilinizden bir başkasına da şöyle cevap vereyim. Devlet, ülkesinin su ihtiyacını karşılamak için bir büyük baraj inşaa edecek. Hadislerde ve Kuran'da bu inşaatın yapılmasıyla ilgili bir ayet ve hüküm gösterilebilir mi? Bu konuda tasarruf tamamen yöneticilere bırakılmıştır. Barjların, havalimanlarının, demiryollarının, ve saniileşmenin kararını ulemalar veya şeyhülislamlar mı vermeli? Sizdeki mantık masıl bir mantık affola ki anlayamadım. Makalenin özü tarafınızca iyi anlaşılmamış. Devlet işleri az önceki örneklerle verdiğim gibidir. Devletin yapacağı işler dinin hükümlerini kapsamıyorsa yöneticiler bu konuda yetkilidir. Laik sistem içinde nasıl bir ölüm cezası hükmü konulabiliyor ise, diğer suçlar için de şeri hükümler konulabilir. Zira ölüm cezası şeri bir hükümdür ve bugün islam olmayan toplumlarda bile uygulanmaktadır. Amerika da ve Çin de olduğu gibi. Türkiye'de devlet adamları idam edildi. O zaman kim çıktı da şeriat mı uyguluyorsunuz diye sordu? Bu kadar uzun eleştiri getireceğinize şahsınız adına laikliğin ne olduğunu ve ne olmadığını yazabilir ve bende doya doya engin fikirlerinizden istifade ederdim. okuyucu sayısını bile ihmal etmeden 30 kişi diye eklemişsiniz!! Otuz kişi uyuyan ve hiç birşey bilmeyen insanlar oluyor size göre. Bu ise okuyucuları cahil ve cühela yerine koymaktan öteye geçmeyen talihsiz bir eleştiriydi. Makalenin başlığı ile yazımın uyumsuzluğuna da dikkat çekmişsiniz. "Zaten var olan müslümanlığa neden laiklik desinler ki..." Yazımda var olan müslümanlığa laiklik denilmelidir diye bir ifadem olmadı. Bunu hangi ruh hali ile eleştiri olsun diye yazdınız anlamadım. Sözün özü. Türkiye'de bir laik sistem uygulanmaktadır. Bu laikliğin uygulanmaya alınış sebebi Atatürk'ün nutkunda ve Ziya Gökalp'ın makalelerinde görebilirsiniz. Makalemdeki örnekte olduğu gibi Pekçoğu devşirme olan Şeyhülislamlar Osmanlı da ilme ve fenne engel olmuşlardır. Yani devlet işine burunlarını sokmuşlardır. O burunlar devlet işinden çektirilmiştir. Hadise budur. Sizinle bu konuları günlerce konuşabilirim ve tartışabilirim. Makale anlaşılmayacak bir makale değil. Anlatılmak istenilenler gayet açık birşekilde anlatılmıştır. Ama siz anlamak yerine anlamamayı tercih etmişsiniz. O da sizi bağlar. Saygılarımla
Değerli Durucan,
Biyografi koymamanın gerekçesi ne olursa olsun kişi biyografisini ortaya koyar. Ki bu daha başta okurda çelişki yapabilir bir mülahazalara neden olmasın. Ama ben ortalamanın üzerinde bir eğitim düzeyli, kendini yetiştirmenin otantikliği içinde olan bir kişi oluşunuza istinaden izninize binaen size göre olumsuz olan naçizane eleştirilerde bulunacağım.
Bu yazıyı 30'dan fazla kişi okumuş en ufak bir tereddütte bulunmamış. Olabilir. Bir insanın yazması ve yazdığı ile etkilemeler yapmasının sorumluluğunu taşıması, yazdığından etkilemeler ve yönlendirmeler yapacak olmanın bilinci de insanın kendisine bir vicdan yapması asıl konudur. Bir de buna öznel olurluyu eklersek bu üç edim, bir arada olan bir davranıştır.
Yanılmak, bilmemek, hepimize mahsus; kurtulamayacağımız bir gerçekliktir. Kim bilir ne yanlışla ne bilmezliklerle okur yanıltması yapmış olacağız. Ama bir konu yazarken günün en temel gerçeklerini bilip te konuyu bu güncel zaman zemin düzlemi içinde yazmıyorsak o zaman bilmemelerimizden sorumluyuz. Eleştiriyi de hak ederiz.
Yazınızın tümü üzerinde bir düşünce belirtmek hayli güç. Çünkü çok anlamsız. Laiklik ve Kemalizm demişsiniz. Kısır bir pota içinde İslam ve Selçuklu ile laikliği bitirmişsiniz. Bu bir antagonizmadır.
Bir kere Kemalizm nedir ben bilmiyorum! Sevgili Mustafa Kemal laikliğin bulucusu değildir. Aksine yönetimdeki laiklikti temel ilkenin ülkemizdeki uygulayımının başlatıcısıdır. Burada berrak olalım. Demelerimizi ona göre belirtelim.
Hoş görüyü laikliğin içine oturttuğunuz gibi kadın erkek eşitliğini de laikliğin içine oturtmuşsunuz. Böyle olunca laikliğin tarihselliği hiç bilinmiyor. Ya da net bilinmiyor. Yazarın bu konu da olur düşüncesi, yetersiz fikirler bilgi eksikliklerinden ve bilgi özümlemesi yapmamış olmasından ötürü de bilgi oturmuş değildir.
Hele dini (özellikle de Müslümanlığı belirtmiş yazar) hurafelerden ayırmak, İslam'ı laiklikle örtüştürmek gibi bir savlamayı laikliğin içine katmak, bir fikir ifade etmek olmayıp; konu bilmezliğin dehşet verici boyutuydu.
Laiklik gibi bir konuyu sorumlulukla yazabilmek için bu yazıdaki aksamalara göre yazar sosyal yapıyla toplumsal yapıyı ayırt etmeyi bilmiyor. Böyle olunca da, elbette konu; zaten Arapsaçına döner.
Laiklik bir hoş görü ve vicdani kanaatse; laikliğe ne gerek vardı efendim? İnsanlık, 3000 yıl önceden panteonlarla hoş görü dediğimiz kanaati düşünceyi gerçekleştirmişlerdi. Süreç genel kabulcü anlayışla bu nedenle imparatorluklar ülküsüne doğru geliştirilmişti.
Zaten var olan müsamahaya bir de neden laiklik desinler diki? Bu uğurda kanlar dökülüp canlar verilsindi? Roma bunun en sarih örneği oluşla her dinin tanrısına tapmıştır. Yani Roma sizin demenize göre laik bir yönetimdi!
Hiç düşündünüz mü? Sümer tufan olayından sonra neden SOSYO_TOPLUMSA OTORİTE saray yönetimi ve tapınak yönetimi diye ayrılmağa başlamış? Ve bu tarihsel süreç 1789 hareketi ile LAİKLİĞİN MİLADİ BİR SEMBOLİZMİ olmuştur?
Yani laiklik sizin dediğiniz gibi; " Laiklik; dini, hurafelerden ve batıl inançlardan arındırmaktır. Laik sistemle din ve vicdan hürriyeti getirilmiş ve gerçek Müslümanlar ile şekilci Müslümanlar birbirinden ayıklanmıştır" gibi değildir. Hâlbuki İslam "Hak geldi batıl zail oldu" demesiyle hurafeyi ayıklamıştı. Birde tekrar Laiklik icat etmeye ve İslam’ı da Laik gösterme gafletine düşmenin anlamı var mıydı?
Şahsen ben bir yazar olarak bu cümlelerin bilmezlikçe olan sapla samanı karıştıran ağırlıklı sorumluluğu beni çok çok ezerdi!
"Laik anlayış, Türk insanın özüne ve ruhuna uygun olmalı," bu ifade Atatürk'ü övmek mi? Yerden yere vurmak mı? Laiklik tanımı mı? laiklik uygulayımı mı? Kendiniz; “ insan Laik olmaz diyorsunuz” sonra da laikliği kişinin özüne ruhuna indirgeyen bir kişi kullanımı yapıp çıkıyorsunuz. Bir bilmezlik bu kadar olur
"Laik sistem, batılları ve hurafeleri ortadan kaldırarak ruhbanlığı da yok etmiştir" El insaf yahu laik sistem ruhban sınıfı ortadan kaldırdı da kiliseler papazlar tüm din adamları ilahiyatçılar ne güne duruyorlar?
Sanırım yazar; “ruhban sınıfın toplum otoritesine karışmasını ve toplumsal otoritenin her bir kararından sonra ruhban sınıfından fetva almayı ortadan kaldırdı” diyecekti!
Yine yazar; "Laiklik ve devlet kişilerin dinine karışmaz" diyor. Konu bilmezliğin en büyük yanılgılarından birisi de en övüngen söylenen medyadaki aydın saçmalığı da budur.
Devlet tarihselliği içindeki adım adım inşalarla üretim yönetim ilişkilerinden kaynaklı müktesebatlardan bilinçle toplumsal bir sözleşmedir. Örneğin, hiç bir toplumsal sözleşme hele de Fransız ihtilalinden sonra toplumsal otorite içinde teokrasiye hayırla " Biz falanca dini inancı yaşayalım demenin sözleşmesi toplumsal hareketin içinde ve özünde hiç olmamıştır.
Yani toplumsal otorite size her gün yeniden ve yeniden üretimin ilişkilerini ve sağlık, eğitim can güvenliği vs. gibi oluşlarla bu üretim ilişkileri düzenlemesinin kesikli sürekliliğini verir. Yani sizin inancınız toplum eliyle; her gün yeniden üretilip düzenlenir; toplum tarafından dikte edilir, buyrulur talep edilir bir ilişki olmamakla toplum tarafından sağlanmaz. Dinin kaynağı inançlara göre ilahidir.
Size inanç düzenlemesini veremeyen toplumsal otorite inancınıza karışamayacağı gibi sizin de toplumsal otoriteden inancı bir yaklaşım istek ve talep eşmesi içinde olamazsınız. Örneğin; toplum size iş güvenliği ve can güvenliği sunar. Siz bunu toplumsal otoriteden talep edersiniz. Toplum inançlara karşı nötrdür. Toplum inançların ne düzenlemesini yapabilir; ne de inancın cevazları, inancın yaptırımları toplumun(üretim ilişkilerinin) cevaz ve yaptırımları değildirler.
Bu yüzden dini anlayışa dayalı talep, toplumsal otoriteden istenemez. Böyle olunca da toplumun (özne-nesne girişmeli üretim ilişkili organizasyonun) nötr olduğu bir duruma; devlet vatandaşın inancına karışamaz demek te abestir. Sanki devlet karışabilirmiş te karışmasın gibi bir durum hâsıl olur. Dini anlayış, sosyal hayat içinde parçalı, cemaati bir yapı oluşla; kişiler iç dünyası özeline değin yansıyan bir alan devinmesidir. Ki zaten inançlar parçalı (farklı dinler, farklı mezhep ve gruplar ve kişi özeli ) oluşuyla hoş görünün kendisidirler. Ama asla laiklik değildirler.
İnsanlık kendi tüketimini avlar ve toplar olmaktan çıkıp, üretir olmayı becerir oluşla gelişen süreçler arbedesi sonucunda; atalar müktesebatı içinde olan deneysel görgülü olaylarla bu olayların çevre etkileri ile olan bağ ve okültüst anlama ve algılarından mülhem yöneten otorite (totem ve tabu) meşruiyetlikleri saray yönetimi (kral tanrılardan- Lugallerden) dağ yönetimi (tapınak yönetimi ) şeklinde olurla, sürecin kaos içinde zaman mekân yarılması olacakla ortaya çıktı. Bu yol adımları şurada öyle, burada böyle oluşların yol adımıyla biriken müktesebat 1789 sembolizm hareketiyle aşamasını tamamladı. Dünyanın ayan beyan gerçeği oldu.
Yani nesnel ve özne nesnel olan süreç (toplumsal) yasallığı ile kaynağı ilahi olan öznel yasallık otoritesinin çatışması sonucunda Laiklik toplumsal otoritenin ilahi otoriteye göre alanlarını ayırmasıdır. Hiçbir otorite hayatın her alanını kuşatamayacaktı.
İlahi otorite sosyal alan içinde yaşayıp yaşatılacak bir gerektirme idi. Toplumsal otorite toplumsal hayat içinde yaşanacak yaşatılacak bir gerektirme idi. Sosyal hayat üretim ilişkilerine (toplumsal hayata) dayalı ve bağımlı olduğundan toplumsal otorite daha şümullüdür. Ama bu sosyal hayatın her alanına, karışacağı anlamına asla gelmez.
Görüldüğü gibi Laiklik ilahi otorite ile toplumsal otoritenin alanını belirleyen sınırlayan bir mobile tampon alan gibi davranır. Yani ilahi otoriteyi toplumsal otoriteye; toplumsal otoriteyi de ilahi otoriteye kullandırtmaz.
Böyle olunca laiklik hem inancın her alana müdahalesine karşı oluşla toplumsa otoritede inanca karşı olan laikliği siz; hayatın her alanını ben düzenlerim diyen inançlarla özellikle de İslam’la laiklik, aynıdır diyerek; başta İslam’a aykırılığı, İslam’la aynı kılmanız; akla, bilime, görgün deneye tarihselliğe ve bilimselliğe aykırıdır. Yazar sorumluluğuna tümden aykırıdır.
Siz, sizi ezen toplumsal otoriteden (güçten) talep edersiniz. Bu talep eşmenin özü ve yol yordamı sözleşme konularıdırlar. Bu talepler için demokrasi dediğimiz yol adımları ortaya konmuştur. Oysa siz dini güçten (otoriteden-Tanrıdan) uzlaşma, sözleşme ve talep eşme yapamazsınız. Yazar bunu da bilmiyor. İşte bu nedenlerledir ki, toplumsal otorite laiktir.
Sizi sözleşme masasına sadece toplumsal otoriteyle oturtursunuz. Toplumsal sözleşme (otorite) bir mücadeleler tarihidir. Oysa ilahi otoritede sizin dahliniz yoktur. Üstelik bırakın ilahi emirle talep eşmeyi; ulul emir denen farz hareketiyle, siz; yöneten güce koşulsuz itaatle mükellefsiniz. Bu itaat Allah'a ve Peygambere itaate denk sayılmıştır. Çünkü o Yüce Tanrı adına Tanrı’nın halefi olurla Tanrı emrini uyguluyor. Siz Allah’a karşı talepli olabilir misiniz?
Yine bu bağlamda, "İslam’ın kolaylığı emretmesi" ile laikliğin örtüşebildiğini nasıl bir araya koyarız anlamak mümkün değil. Böyle olunca böyle yuvarlak ifadeler çok tehlikeli. Biraz mugalata yaparsak Şer ilişkileri de patronlar kolay kılar, şerrin olması için adamlarına o işin kolay olmasının şartlarını emredişle işin önünü açar. Bu şer ilişkili kişiyi işinde kolaylık istedi diye laik ya da İslami kapsam için de mi değerlendireceğiz?
Konu daha pek çok izaha muhtaç bilmezlikler ve tarihsellikler, antropolojik, sosyolojik yoksunluklar içermekte. Ama bu kadar yeter sanırım. Kırma pahasına da olduysa, maksatım kırmak değildi. Ortaya bir üzüm konmuş müşterisi herkes, maksadım kendi payıma üzümü çöpü ile yememekti.
Saygı ve esenlik dileklerimle.