- 992 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İNSAN KOKAN MEKTUPLAR
Hayattayken kendilerine yazdığınız mektupların hayata veda edişinizin ardından o kişilere ulaştırıldığını uzun zaman önce duymuştum.
Ve çok hoşuma gitmişti.
Düşünebiliyor musunuz...
Söylemek isteyip de söyleyemedikleriniz.
İçinizde kalanlar.
Unuttuklarınız.
Erteledikleriniz.
Kısacası ne var ne yok hepsini mektuplara dökeceksiniz hiç çekinmeden.
Ve sonra da bunları verilen adrese kendi ellerinizle götürüp teslim edeceksiniz.
Artık geri dönüşü yok attığınız bu adımın.
Mektupları ne geri alabilme ne adreslerini değiştirme imkanına sahipsiniz.
Onlar orada, bir yandan sizin ölümünüzü.
Diğer yandan, bir ölüden gelen mektubu şaşkınlık ve belki de korkuyla alması muhtemel olan kişilere ulaşmayı beklerken…
Kim öle kim kala…
Bu da ayrı bir muamma…
***
Bu kişiler çok yakınlarda.
Çok uzaklarda.
Ve;
Çok yakınlarınız.
Çok uzaklarınız.
Dostlarınız.
Sevdikleriniz.
Sevmedikleriniz.
Hatta,
Düşmanlarınız bile olabilirler…
***
Doğada hiçbir sesin kaybolmadığını söylüyor bilim, bildiğiniz gibi.
Yazılanlar ise siz hayattayken çıkıyor karşınıza.
Söz uçar yazı kalır diyen Latince söz de buradan çıkmış olmalı.
***
Mektuplara gelince…
Büsbütün anlam ve önem kazanıyorlar zaman sürecinde yol alırken sarara sola.
Birçoğu değerli birer belge niteliği bile taşıyor geçen bu süreç içerisinde.
Ünlü yazar, şair, besteci ve diğer sanat dalları arasında yazdıkları mektuplarla da ünlenen isimler de var kuşkusuz.
Buna memleketten bir örnek vermek gerekirse akla ilk gelen, yaşamının uzun bir kesiti memleketinin Cezaevlerinde geçen Nazım Hikmet RAN olsa gerek.
Dün bir kadın ahbabımın şiddetli soğuk algınlığı nedeniyle yatağa mahkum olan eşine geçmiş olsun ziyaretine gidiyordum Kadıköy’den alıp başımı.
Çiçekçi yönünden kıvrılıp Doğancılara doğru yürüyordum.
Önünden her geçtiğimde gülümseyerek selamladığım Paşakapısı Cezaevinin taş merdivenleri iki konuk ağırlıyordu bu kez.
Onlarla iki laf etmeden geçmek bana göre değildi.
Tahmini aynı yaşlarda iki erkek aynı basamağın iki başında oturmuş sigaralarını tüttürmekteydiler.
Yaklaştım.
Başımı taş binanın demirli pencerelerine doğru kaldırdım.
Ne kadar yaşlanıp yıpransa da benim için hala çok güzel ve hala çok özel bir yapı.
Benim zamanımda çok başkaydı tabii, dedim içten bir gülümsemeyle.
Siz de mi yattınız? dedi, sağ başta oturan olağan bir tavırla.
Gözleri ve dudakları aynı anda gülümsedi.
Bu gülümsemede hayata isyanın acı salınışları vardı.
Yatmadım ama, yatmama ramak kaldı…
Hem hayat bu. Belli mi olur…
Üstelik burası Türkiye…
Gün batımını göremeden gecenin karanlığı prangaya mahkum edilebilir insanı.
Ve yalnızca İnsan olduğu için, dedim.
Sözlerimin altında yatanı merak ettikleri belliydi.
Fakat onlar bunu belli etmeyecek kadar görmüş geçirmiş ve halden anlayan bir suskunlukla dinlediler beni.
Bu kez merak sırası bana geçti.
Siz demi yattınız? derken, kendisinin de yatmış olduğunu mu kast etmişti, yoksa beni de genelin içine mi dahil ediyordu, çıkaramadım…
Fakat iç sesim ikisinin de içerideki havayı soluduklarını söylüyordu bana.
Merakımı soruya dönüştürmek yerine sözlerimi sürdürmeyi yeğledim.
Bilir misiniz ki dedim, benim sevdiklerimin birçoğu cezaevlerini evleri bellemiş yazar, şair ve insani yüce ideallere kendilerini adamış gerçek halk kahramanlarıdır.
Bu nedenle çok severim Cezaevlerini ben.
Hem;
Çerden çöpten yuvasında gagasını her açıp kapattığında bir kuş..
Bir köşe başında her nefes alıp verdiğinde bir çocuk…
Ne söyler
Ne hisseder
Neler yaşatır yaşamadığı düşlerinde kim bilir…
Cezaevleri ise kocaman bir dünya barındırır içlerinde gözlerden ırak.
Benim çömezliğime gelince…
68 kuşağını duymuşsunuzdur…
Deniz Gezmişler hani…
Ne diyorsun abla! diyerek, fırladı yerinden sol başta oturan.
O benim Erzurum’dan hemşerim olur.
Babası öğretmendi.
Kadıköy’de otururlardı.
Çok gittim evlerine.
Deniz ağabeyin bana yazdığı mektubu gözüm gibi saklıyorum…
***
O halde ben de sizlere Nazım Hikmet’in 1945 yılında Kadıköy’de yazdığı bir şiiri okumaya çalışayım…
Ben senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi oradan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey:
belki diyor.
YORUMLAR
TÜLİN ÖZTUNÇ
sevgiyle kal canım.