Çay Kokulu Geceler
Kadim zamanlarda söylenmiş bir beyit düşer yadıma gece ve çay denince. Kendimce mırıldanırım. O iki dizenin üstünden bir gam buğusu yükselir. Çayın buğusuna karışır:
“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir.
Müptela-yı gama sor kim geceler kaç saat.” diyen şair, nice hislere tercüman olur hâlâ. Dünya döndüğü sürece de bu iki dize dudakları buğulandırıp gönülleri buruklaştırmaya devam eder, acı çayın damakları burduğu gibi. Bu hususta gecenin bir günahı olmasa da rengine binaen şekva oklarının hedefi olmaktan kurtulamaz. Çayın karası ile gecenin siyahı arasında bir ünsiyet var mıdır bilmem; ama geceleri içilen çay gündüz içilen çaya göre daha bir okkalıdır. Gece dinginse dinginliği ziyadeleştirir. Zorsa uyku perisinin kanatlarını kırar. Uyku ülkesine kanatlanamayız. Yalnızlığı, gamı, çayı geceyle paylaşırız. Dilimize “geceler uykusuz koymuşsan meni .”serzenişi takılır.
Oysa gece masumdur. Yaratılmıştır. Yaratanın kullarına ihsanıdır. Nimettir, berekettir gece. Gece yarısı kalkıp huzura durabilenler ne bahtlı ve nasiplidir. Gece dinlenmek için lütfedilmişse de. Kulluk makamını hamt makamı ile harmanlamaya en elverişli zaman dilimidir. Leyla’nın gözündeki sürme, çaydanlığın isi geceden alır ilhamı. Şairler en çarpıcı mısralarını gece vakti ete kemiğe büründürür. Bedri Rahmi “ Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası./ Ayak seslerinden tanırım”derken kendi sezgi gücünün yanında gecenin büyülü gücünü de ifade etmiştir bence. Gece zamanın efsane kesitidir.
Haşim’in Ay ışığını övdüğü esrarlı yazısına da gecenin katkısı vardır:
“Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik. İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir Ay sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti. Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği müphem ve natamam bir âlem içinde idik. Artık her şeyi sarahatle görmek ıstırabından kurtulmuştuk. Yalnız görmek ve tahayyül etmek imkânının sarhoşluğu vücudumuzu yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda, gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine, zengin bir orman vücut bulmuştu. Karşıda yemek yiyen fakir bir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran Ay ışığı içinde birer murassa hayal olmuşlardı. Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin kumları üzerinde ziyadan bir mâyi sallanıp bir şarkı söylüyordu.
* * *
Dünyanın güzelliğinden korkmaya başlamıştık. Zira Ay’dan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu.
* * *
Ay! Ay! Yalancı Ay! Zekâdan harap olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin!...” Bu yazıyı okuduğumuz zaman ay ışığının varlıkları büyüleyen gücüne tanık olabilmek için gece nimetine ermek gerektiğini kabul ederiz koşulsuz.
Gecenin cümle esrarına bir de çayın ıtırı karışınca, nice ilham perileri çalar kapımızı, nice iklimler keşfederiz. Gamı gecenin sinesinden cımbızla çeker alırız tek tek. Çayın esrarı gecenin esrarına karışır çay damağımızı, gam gönlümüzü burar. Biz kalemle dertleşmeye devam ederiz.
Ankara, 09.10.2012 İ.K