6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1439
Okunma

Annem sinemada film seyrederken adeta kendini kaybeder, ahşap sinema koltuğunun üzerinden başka bir âleme kayıp giderdi.
Artık klasikleşen Yeşilçam filmlerinin zengin kız fakir oğlan, kör kız zengin oğlan ve cici anneli filmlerde, yüzündeki ifadeden filmdeki duygu seyrini okuyabilirdiniz.
Annelerini terk ederek kendilerine daha sosyete ve acımasız üvey anne getiren babalarına karşı mücadele eden iki yaramaz kardeşin maceraları onu çok mutlu ederdi. Bizim de o kardeşler gibi olmamızı istediğinden olmalı ki; sık sık aklımıza bu tür hallerin olabileceği ihtimalini getirip “Ayşecik ile Ömercik nasıl annelerini savundular, gördünüz değil mi?” diyerek yapmamız gereken davranışı, mücadeleyi dikte ederdi çocuk beyinlerimize.
Başka bir boyutta yaşadığını hissederdim bazen.
O filmlerin tesiri o kadar hissediliyordu ki beni ve kardeşlerimi o küçük oyuncular gibi giyindirmeye özen gösteriyordu.
Biz de bu durumdan çoğu zaman mutlu olsak da bazen yaptıklarından sıkılmıyor değildik. Fakat sabrımız, filmin sonunda çocukların istediği oyuncaklara kavuştuğunu hatırlayınca arttıkça artıyordu.
Bu hal ile filmlerdeki sahte mutluluğu yakalamak için beyazperdede ne gördüyse almaya gayret ediyor, evin içerisinde her köşede dört kollu şamdanların çoğalması babamı tedirgin ediyordu. Bir tek şey bozuyordu bu rüyayı; annemin dördüncü kardeşime hamile kalması.
O zaman artık kendini Filiz Akın veya Türkan Şoray yerine koymaktan vazgeçip, lavaboda istifra etmeye hazır halde bekliyordu saatlerce.
Yine de sözleri, bizi severken kullandığı bütün kavramlar Yeşilçam mamulüydü ve bu tutumundan asla vazgeçmiyordu.
Yıllar geçti ,annemin en küçük evladı ellerinin arasından uçup gitti. Ve annem hüzün yıllarını yaşama başladı.
Annem daldan yeni kesilmiş kara üzüm salkımlarını önce naylon poşete sonra küçük bir karton kutuya ve nihayetinde üzerinde babamın kalın ispirtolu kalemle “Dikkat Kırılacak Eşya” ve adımı adresimi yazdığı koliye koyup otobüs yazıhanesine, yirmi beş yıl önce ıslak ve kanlı bedenini avuçlarına alıp doğum masasında bitkin bir halde yatan annesine “gözün aydın oğlun oldu” diyerek müjdelediği delikanlıya teslim ederken tekrar tembihliyordu eminim; “Aman ha Recep, ezilmesin kırılacak eşyalarımız”.
Recep de ebe annesini “kırmaz, hatrını sayar, bir dediğini iki etmez” , bilirim.
Otogar kalabalık. Fakat burnuma vuruyor annemim gönderdiği koliden sızan üzüm kokuları. Emanete vardığım zaman ceplerimi yoklayıp kim olduğumu ispat edecek belge aradım. Ehliyetim yanımda olmasa alamayacaktım emanetimi, fakat ehliyet araba olmasa da bu durumlarda insanın imdadına koşuyor.
Koliyi alınca gözlerimin önüne geldi annemim tembihleri, babamın gözlüklerini takıp özene bezene kolinin üzerini yazması.
Esenlerdeki büyük otogarda otobüs firmasının emanet hanesine girer girmez üst üste yığılmış torbaların, valizlerin, kolilerin arasından bana gelen karton kutu babamın her yanına kocaman harflerle ve özene bezene yazdığı “Dikkat Kırılacak Eşya” ibaresi gözüme ilişti. Elimle görevliye gösterdim “İşte o bana gelen kutu” .
İlk önce akan kokan bir şey var mı diye kontrol ettim, şükür yoktu. Birkaç yıl önce annemim köyden gönderdiği karton kutunun içerisindeki köy peynirinin suyu kolinin dibinden çıkmış, otobüsün muavini sızan peynir sularının sebep olduğu kokuyu bulabilmek için epeyce uğraşmış, neticede benim kutu bir kenara “suçlu” olarak tecrit edilmiş ve cezası bana kesilmişti.
Eve geldiğimde ilk işim kolideki malzemeleri kontrol etmek oldu. İstediklerimin tastamam geldiğini anneme haber vermek için telefon açtım. İlk sözü “ ezilen akan bir şey var mıydı ?” oldu.”Yok “ dediğimde sevinçle “baban üzerine kırılacak eşya yazmıştı” dedi gülerek. Sonra havası değişti, Karadeniz gibi; sabahleyin gökte kuzu kuyruğu kadar bulut olmaz, öğlende şiddetli sağanak yağmur, akşamüstü duman gelir kapatır, göz gözü görmez.
Ve ağlamaya başladı “Adnan’ım yaşasaydı da kara üzümlerden yeseydi, çok severdi” ile başladı. Bazen sadece ağlıyor, bazen ağlarken rahmetli kardeşimle bağ-bahçemiz hakkında yaptıkları sohbetlerden bölümler anlatıyordu hıçkırarak.
Adnan şunu severdi, buna bayılırdı, şundan isterdi vs. lerle ağlayıp duruyor kardeşimin ölümüyle ayrıldığı hatta kaybettiği nimetlerden bahsederek oğlunun ne kadar bahtsız biri olduğunu söyleyip hıçkırıklarını tazeliyor, ağlamasına yardım ve yataklık edecek yeni hususiyetler bularak devam ediyordu.
Her ölüm acıdır. Her giden ağlatır sevdiklerini. Nedametlerin seslendirildiği, hayat içerisinde ister istemez ürettiğimiz kırgınlıklar ve kızgınlıkların pişmanlığa,”keşke” lere dönüşüp insanın içini yakıp kavuran üzüntülere ve zamanla ağır hasretlere dönüştüğü muhakkak.
Bütün bu elemler, gözyaşları kalanlar için. Geride kalanların baktığı yerden görünen gidenin dünya nimetlerinden artık faydalanamayacağı kanaatidir. Ve bu gayet sıradan ve geçerli bir hakikattir.
Kardeşim ölümüyle, annemin köydeki bahçelerimizi doldurduğu siyah kokulu üzümden ( ki; çok severdi ), bahçemizin yarısını püskülleriyle donatan mısırlardan, kocaman sulu armuttan, kırmızı ve sarı elmalardan, yaprakların arasında saklanan taze salatalıklardan ve şu anda aklıma gelmeyen türlü meyve ve yiyeceklerden mahrum kalmış oluyordu doğal olarak.
Annelerin içerisindeki acı bizim anlayamayacağımız şiddet ve derinlikte olduğundan burada tarif etmek gibi büyük “ukalalık” yapmadan, her gün ve gece gözyaşlarını seyrettiğim annemden ağlamamasını istemek de büyük bir anlayışsızlık olur düşüncesiyle susuyordum daima.
Bir akşam köy evinin balkonunda “kahvaltı yapalım” kararı verdik annem, babam ve ben.
Babam çok muhteşem çay demler. Artık suyundan mı, çayından mı, bilemiyorum fakat babam demlediğinde bütün evi nefis çay kokusu sarar.
Annem de köy kaymağından kavurmasına, kara kovan balından. likapa reçeline sofrayı döşedi mi, anlatılmaz “yaşanır” koşullarda, sisin ağaç dallarına takıldığı mükemmel bir manzara ve huzur ile kahvaltı yapılır bizim balkonda.
Çayları babam doldurur. Asla ve kat’a izin vermez başkasının çay doldurmasına. Ona göre biz çay doldurmayı beceremeyiz. Ayrı bir zevk alır boşalan bardakları doldurmaktan.
Sofradaki bal kokusuna dayanamayıp akın eden eşekarılarını ve balarılarını babam büyük bir sevgi ile sağa sola bal veya reçel sürerek sofra hazırlar.
Bazen eşekarılarının iğneleriyle dudağı, gözü şişse de “Asla öldürme, öldürülecekse başkası alsın canını “ der. Babamın nasıl bir çocukluk ve delikanlılık geçirdiğini bilseydiniz benden çok hayret ederdiniz bu tavırlarına.
Sadece bir örnek vererek bu konuya bir nebze olsun ışık tutayım, sırf sizin için. Babam gençliğinde yaylaya gidiyormuş. Katıra yüklenen un, tuz, gazyağı vs. malzemelerle bir geçide gelmiş. Katır inat etmiş yürümüyormuş. Babam belindeki uzun Batum kamasını çıkarıp iki defa katırın baldırına saplayınca yaylaya kadar durmamış hayvancağız.
Velhasıl kelam; insan hayat içerisinde yoğruluyor, pişiyor, taşıyor ve ne yaşayacaksa onu yaşıyor.
Kahvaltıda sohbet genellikle ekilen fidanlardan, açan çiçeklerden, üzün asmalarının nasıl evi sardığından, kuşlara verilen ekmeklerden olur bizim balkonda.
O gün başka konular açtık.
Ölümden bahsettik.
Babam “sıra bende” dedi.
Sıra kimde?
Kimin sırası gelmişse sırayı o kapıyor. Torpil yok.
Yıllar önce aklı bilgisinden fazla bir sarhoşun “ Sana çok sitem edeceğim, fakat sen herkesin canını alıyorsun, işte ben ondan susuyorum” dediğini işitmiştim bir akşamüstü ilçemizin içkili lokantalarının sokağında.
Ebedi yaşayacak bir kişi olsa isyan etmeye hazır bekleyen sarhoş bile ölümün adaletle uygulanması sebebiyle susup kaldığını ifade ediyor.
Babam ise ölümün otuz dokuz yaşındaki en küçük evladını almasını “adaletli” bulmuyor. Oysa biz ne kadar bilebiliriz ki?
Annem “ben öleydim, oğlum ölmeseydi de” diyor.
Kardeşimin ölümüyle kaybettiği nimetlerden bahsediyor. Çocuklarından, eşinden bütün ailesinden, kara üzümlerden, erik ağacının üzerinde kalan son birkaç eriği oğlunun ne çok sevdiğini söylüyor.
Oysa biz dünyada kalanlar ne kadar nankörüz. Nasıl anlayamıyoruz hayatı ve ölümü.
Yaşama ve ölüme yüklediğimiz mana ne kadar boş.
Anneme “ Allah kardeşime öteki dünyada senin kara üzümlerinden iyisini veremeyecek bir yaratıcı mı?” diye sordum.
“Allah sizin verdiğiniz, sizin temin ettiğiniz, sunduğunuz yiyeceklerden, içeceklerden, bütün tat ve kokulardan daha iyisini veremez mi kardeşime?”
Belki de o “ sizi seyrederek “ Zavallı ailem dünyada kaldı, bahtsızlar ne yazık ki, keşke burada olsalardı da şu Allah’ın bana verdiği muhteşem nimetlerden faydalansalardı. İşte babam şimdi karnı acıktı ve mecburen bir şeyler yiyecek, midesi gaz yapacak, ağıracak ilaç içecek ve yediklerinin artıklarını çıkaracak, vah zavallı!
Biz dünyada kalanlar gidenlerin arkasından ağlarken gerekçelerimiz ne kadar saçma !
Neden ağlarız? Hiç düşündünüz mü?
Sadece kendi arzularımız, korkularımız ve beklentilerimize ağlarız.
Ben inanıyorum ki ölen sabırlı ve merhametli insanlar Allah’ın nimetleriyle karşılanıp bize üzülüyorlar.
Bir de kısa olduğunu yetmişimizden sonra idrak ettiğimiz dünya hayatını zor geçirmekte olduklarına inandığımız, Allah ve Resulü’nün emaneti olan “Yetim” veya “ Özürlü” kardeşlerimizin ahrette milyonlarca rengârenk kanatlarıyla analarını babalarını cennete uçurduğunu gördüğünüzde “keşke biz de onlarla beraber olsaydık” dediğimizde, merhamet babında yapıp yapmadıklarımızı değerlendirmekte geç kalmış olacağız.
Aslında imtihan kalanlar için.
İmtihan “aç için, fukara için, özürlü için” olduğundan binlerce kat fazla onu bilen, duyan ,gören için.
Elini, gönlünü uzatan kazandı.
Uzatmayan öbür tarafta “kazandibi”.
Demedi demeyin.