- 1355 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Cemal Aydin: Sevdasi Devrimci Yol
Cemal AYDIN: Sevdası Devrimci Yol
“Cemal Aydın’ ı yitirdik”.
Hiç beklemediğim, olasılık dahiline bile katmadığım bu haberi alınca yüreğime bir kaç saniye sonra kor düştü. İnanamadım, inanmak istemedim, inanılacak gibi de değildi. Hep yaşayacağını, yeniden aramızda olacağını, aynı masada oturup sohbet edeceğimizi, birlikte okulumuza gideceğimizi, faşistlere karşı yanyana dövüşeceğimizi, grevlerde nöbet tutacağımızı, hararetli tartışmalar yapacağımızı, kentimizin duvarlarına kırmızı boyalarla sloganlar yazacağımızı düşünüyordum; ve yine bize seminer çalışmasında diyalektik meteryalizmi anlatacaktı ve ben de sorular soracaktım, yanıtını alacaktım.
İkinci kez tekrarladı yanımıza gelen masamızın hemen kenarında duran arkadaşımız.
“ Cemal Aydın’ ı yitirdik”.
On sekiz yaşından küçük olmanın verdiği tedirğinlikle oturuyordum Sümer mahallesinde ki “Çirkin Mehmet” in kahvesinde. Masada beş arkadaştık. Kapının yanındaki masada oturuyorduk. İçerisi sigara bulutluydu. Hepimizin önünde yeni demlenmiş teze çay vardı. Sigaramızdan bir derin nefes alıp sıcak çayımızdan aldığımız yudumu içimize keyifle akıtıyorduk. Hepimiz hem hüzünlü hem sevinçliydik. Hüznümüz tekvimin 19 Şubat’ ı göstermesinden geliyordu. Ulaş Bardakçı’ nın yedinci ölüm yıl dönümüydü. Alçakca katledilmesinin verdiği acı genç yüreklerimizdeydi. Onsuzluğun hüznü içerisindeydik. Sevincimizde başarımızdan ileri geliyordu.
Akşam on arkadaş saat dokuz civarında yazılamaya çıkmıştık. Gündüzden hazırlamıştık boyalarımızı. Tinerle inceltip iki ayrı kutulara koymuştuk. Beşer kişilik iki ekip halinde çıktık yazılamaya. Sümer mahallesindeki Karafatma caddesinin sağ tarafını bir ekip, sol tarafını diğer ekip aldı. Ulaşa bildiğimiz yere Ulaş’ la ulaştık, duvarları Ulaş Bardakçı’ yla donattık. Cemal yoktu bu kez aramızda, biz onsuz, oda bizsizdi. O yatağında, hastane odasında, yoğun bakımda bir başına yatıyor, ölüme karşı savaşıyor, inatla direniyordu biz duvarları Ulaş’ larken. Sabah okula giderken duvarlardaki yazılarımızı görmek beni gururlandırmıştı. Tırnak aralarımdaki ve ayakkabımın üzerindeki çıkmayan kırmızı boyaları görmek bile beni rahatsız etmemişti. Dişimle tırnak kenarlarındaki ve arasındaki boyaları zevkle temizlemeye çalışmıştım. Öylen okuldan çıkınca direk çirkinin kahvesine gelmiştik. Gelirken de Maviköşk sinemasının karşısındaki simitçiden simitlerimizi almıştık. Tazelerdi ve hepimiz açtık. Çaylarımızı beklemeden simitlerimizi iştahla yemiştik.
Midemdeki simitlerin her bir lokması bir top kor olmuştu arkadaşın getirdiği acı heberi tam algılayınca.
‘Cemal Aydın’ ı yitirmiştik”.
Okul çıkışında kapıda toplanmıştık. Bir arkadaş duvara çıkıp yarım parşümene yazdığı metni gür sesiyle okuduktan sonra sol ellerimizi havaya kaldırıp saygı duruşuna geçtik, sonra Ray taksiye kadar toplu olarak yürüdük. Yürürken dilimizde ortak ağıt’ ımız vardı:
“Hele Ulaşa Ulaşa
Ulaş benzerdi güneşe
Ulaş gardaş can veriyor”
Cemal düşüyor aklıma. Yatağında kıpırtısız yatışı geliyor gözümün önüne. Yakıştıramıyorum böyle kıpırtısız yatışını. Yerinde duyramayan, sürekli hareket halinde olan birine yakışır mıydı böyle bir yatış?
Borsa lisesine başladığım yıllarda tanımıştım. İyikide tanımışım dediklerimden biri oldu. Kerdeşi Yusuf’ un abisi olduğunu öğrenmem de ayrı bir sevinç olmuştu. Yusuf benim orta okuldan arkadaşımdı, hem de sınıf arkadaşımdı. Yusuf devrimciyim diyordu ben ise sadece babamım CHP li olmasının verdiği CHP’ lilik sempatisiyle duruyordum. Bir süre sonra ise en büyük abileri olan, Borsa lisesi mezunu Rıza Aydın’ la tanıştım.
Ray taksinin önündeki kavşakta öteki arkadaşlardan ayrılıp Sümer mahellesine giderken iki gündür hastaneye gitmediğimi anımsıyorum. Cemal’ i iki gündür yalnız bırakmıştım. Arkadaşlarla sözleşiyoruz akşam üzeri hastaneye gidecektik, Cemal’ i görecektik. İçimde bir umut vardı, yazılamayı başarıyla tamamlamanın verdiği umuttu belkide. Cemal’i daha iyi görecektim. Gözlerini açmış olacaktı, bize bakıyor olacaktı, elimizi tutacak, elini tutacak, bırakmayacak, bırakmayacaktık; yine saflarımıza aynı heyecanıyla katılacaktı.
“Cemal’i kaybettik mi?”
Aramızda olamayacak mı yani? Bir daha bizimle sohbet etmeyecek mi? Okula birlikte gidemeyecek miyiz? Devrimci Yol dergisinin yeni çıkan sayılarını birlikte okuyamayacak mıyız? Grevlere birlikte gidemeyecek miyiz? Bundan sonra bir eksik mi olacağız, bir kişi eksik olarak mı faşizme karşı dövüşeceğiz?
İnanamıyorum, inanmakta istemiyorum. Bu bir şaka, bu bir kötü şaka olmalı. Şimdi iki kolunu kasatura gibi sallayarak kahvehaneden içeriye girecektir parıldayan gözleriyle, tebessümlü dudaklarıyla.
Gelmiyor!
Sen gelmezsen biz geliriz!
Ayağa kalkıyoruz hep birlikte. Çaylarımızı masada yarım bırakarak dışarı çıkıyoruz, çaylarımızın parasını vermeyi unutarak. Garsonda ardımızdan koşmuyor, sadece bakınmakla yetiniyor. Biliyor geleceğimizi, çayların parasını ödeyeceğimizi. Havada kezzap gibi yakıcı bir soğukluk var. Benim üzerimde sadece ceket var. Üşüyorum ama duyumsamıyorum. Uzun adımlarla yürüyoruz.
On üçkün önce de uzun adımlarla yürüyorduk. Okudan çıkar çıkmaz Cemal’ in evine gittik. Açtık. Bir çırpıda ocakta yumarta yaptık, gelirken bakkaldan aldığımız iki somun ekmekle sekiz yumurtayı dört kişi yedik. Yanınada üç soğan kırdık. Karnımızı doyurmanın verdiği neşeyle dışarı çıktık.
Ziraat Fakültesine gidiyorduk. Altıncı Kolardu Komutanlığının karşışındaydı Ziraat fakültesi. Arada kanal vardı. Çukurovanın bereketli topraklarını yazın sulamak için yapılmıştı. Kışın sular kesilince, çocukların oyun alanına dönüyor. Fakültenin giriş kapısının karşısına, kanalın kenarına iki çadır kurulmuştu. Fakültenin ögremcileri eğitim sistemini prosteto etmek için yemek grevindeydiler. Gidişimizin nedeni destek olmak ve güvenliklerini almaktı. Her an faşistler saldıra bilir, bedeni aç, dirençleri düşük devrimcileri dövebilir, öldürebilirlerdi. Cemal’ in evi Eski baraja yakındı, önlerinde geniş bir arazi vardı, mahallenin gençleri futbol oynuyordu. Sahanın etrafından dolanarak geçip Eski baraja indik. Köprüden geçerek Kışla mahallesine girdik. Kanalı takip ederek okula doğru yürüdük.
Yemek grevindekilerin ikisi çadırın içinde battaniyeye sarılmış uyuyordu. Diğerleri ateşin etrafında oturmuş ısınıyorlardı. Kenarda közün üzerinde dibi isli çaydanlık ve demlik vardı. Gelenlere çay ikram ediyorlar, kendileride sıcak şekerli su içiyordu. Bizde gittik aralarına oturduk. Çaylarımızı içtik, marşlarımızı söyledik, ateşi hep camlı tuttuk. Akşam hava kararmak üzereyken kalkıp mahallemize geldik. Baraj yolundaki Kerim amcanın kahvehanesinin önünde durduk. Geç olduğunu ve babamın kızacağını düşünerek arkadaşlardan erken ayrılıp eve gittim.
Eve hızlı hızlı giderken yolda konuştuklarımızı anımsadım. Yemek grevindekilerden hiç biri Devrimci Yolcu değilmiş. Zaten Fakültede de hiç Devrimci Yolcu yokmuş. Olsaydı mutlaka katılacaklarını, arkadaşlarını yalnız bırakmayacaklarını düşündüm. Aynı örğütten olmayanların eylemlerine destek vermek, direnişlerini paylaşmak, birlikte marşlar söylemek hoşuma gitmişti.
Cemal’ i ayakta göreceğim son an bu an olacağını hiç düşünmemiştim yanından tokalaşarak ayrılırken. Cebinden çıkarıp uzattığı el yüreği kadar sıcaktı. Eli elimi, eli yüreğimi ısıtmıştı. Eve girdiğimde odun sobasının ısısı beni kuşatı verdi. Ne kadar çok üşüdüğümü, dışarısının ne kadar soğuk olduğunu eve girince anladım.
Sabah erken uyandım. Okulum vardı. Annemin hazırladığı kahvaltıyı yaparak çıktım evden. Dışarısının soğuk olacağını hesaplayarak annemin dolaptan çıkardığı, kendi elleriyle ördüğü boğazlı gri kazağı giymiştim. İyi ki giymişim. Yakıyordu soğuk. Okula geç kalmadığımdan telaşsız yürüyordum. Karabucak camisinin önüne geldiğimde tanıdık bir sesle durduruldum. Bu sesin sahibi hem mahalleden, hem okuldan, hem de aynı örgütten arkadaşımdı. Durdum, sesin geldiği sol yanıma baktım. Bendeki rahatlık arkadaşımda yoktu. Üzgün ve huzursuz hali vardı. Yanıma iyice yaklaşınca moralinin çok bozuk olduğunu gördüm. Önce evde babasıyla yaşadığı tartışmaya yorumladım. Çünkü dün gayet iyiydi. Dudakları titriyordu. Soğuktandır dedim. Ben boğazlı kazağımın boğazını burnuma kadar çekmiştim, sadece üşüyen yerim kapanmayan kulaklarımın üst tarafıydı.
“Haberin yok mu?” dedi sonunda.
“Neden?” dedim.
“Cemal düşmüş!”
“Düşmüş mü? Nerden?”
“Kanala düşmüş”.
“Ne kanalı, nerede?”
Anlatıyor. Dün akşam ben ayrıldıktan sonra Cemal’ de evine gidiyor. Karnını doyurduktan sonra evde oturmayıp Baraj yolu üzerindeki Kerim amcanın kahvehanesine gidiyor. Kahvehanenin önünde Adem Kütük’ le karşılaşıyor. “Ben de sana geliyordum” diyor Adem. “Hayırdır” diyor Cemal. “Açlık grevindeki Ziraat’ ın öğrencilerine faşitler saldıracakmış diye duyum aldık. Oraya gidelim dedik” diyor. “Bir saat önce ordan geldik biz. Öyle bir durum yoktu. O halde hadi gidelim” diyor Cemal, olanca isteğiyle. Adem önce kahveye giriyor, çay ocağının karşısındaki masada oturan dört arkadaşına sesleniyor, birlikte dışarı çıkıyorlar. Karşı kaldırıma geçip Cemal’ in evine giden sokağa giriyorlar. Yol bitiyor, evlerinin önündeki geniş arazi başlıyor. Cemal, Adem’ in yanına yaklaşarak “ Siz ağır ağır yürüyün, ben evdeki tabancayı alayım” diyor sessizce. Adem “ Sen de tabanca var mı? O bu çok iyi” diyor, kendine güveni biraz daha artıyor. Herkesin üzerindeki bıçaklara birde tabanca ekleniyordu. Cemal tabancayı öğlen evden çıkarken karşılaştığımız abisi Rıza’ dan almıştı. Nereye gittiğimizi somuştu Rıza. Ziraat Fakültesinde yemek grevi yapanlara destek olmak için gittiğimizi söyleyince “oraya boş gidilmez, alın şu tabancayı” diyerek belinde çıkardığı tabancayı Cemal’ e vermişti. Akşam eve geldiğinde tabancayı çıkarıp yüklükteki katlanmış yatağının arasına sokmuş, tabancasız kahvehaneye çıkmıştı. Bıraktığı yerden tabancayı alıp, Eski Baraja varmadan arkadaşlarına yetişmişti. Sulama kanalını takip ederek Ziraat fakültesinin önündeki çadırlarda yemek grevi yapanların yanlarına vardılar. Ateş hala yanıyordu. Demlik kenarda közün üzerindeydi. Selamlaşarak, tokalaşarak ateşin etrafına çöktüler. Gelmeleri grevcileri neşelendirmişti. Daha gür bir sesle 1 Mayıs marşını söylediler. Karşı tarafta, Kışlada nöbet tutan askerler 1 Mayıs marşını dinliyordu. Marş aralarında çaylar katılıyor, keyifle içiliyordu. Cemal, Adem’ in çay içmesine karışmadan edemedi. “Adem yine pekmez içiyorsun?” dedi. Demli çayının içine dört tane kesme şekeri atmış, şakur şukur sesler çıkartarak karıştırıyordu. Bu arada sürekli gözleri çevrelerindeydi. Önlerinde seyrek olarak otomobiller geçiyor, tek tük insanlar gidip geliyordu. Kışla yolundan bir otamobil döndü. Uzun farları yanıyordu. Cemal bu yavaş gelen otomobili polis otosuna benzeterek ağırca kalkıp çadırın arkasına geçiyor, bekliyor. Niyeti tabancayı çadırın arkasına bir yere saklamak. Otomobil yaklaşınca bir kaç adım daha atarak çadırı ortalıyor. Yarı adım ilerisi onbir metrelik uçurumdu. Hiç bakmıyor aşağıya. Gözü otomobilde. Otamobil hiç durmadan yanlarından aheste ahaste geçiyor. İçindeki iki kişi çadırın önünde, ateşin etrafında kümelenmiş kişilere bakmakla yetiniyor. Gelenin polis otosu olmadığını görünce çadırı dolanarak arkadaşlarını yanına gitmek istıyor. Adımını atıyor, arkadaki ayağını kaldırır kaldırmaz kayıyor, sağa sola tutunmak istiyor, önce çadırın kenarına yıkılıyor, hızla kayıyor, kendini on onbeş saniye sonra boşlukta, kanalın içinde, betonun üzerinde buluyor. Tabancası hala belinde.
Bu esanda ateşin etrafında olanlar yeni marşa, Ulaş’ ın ağıtına başlamışlardı. Hep birlikte yürekten söylüyorlardı.
“Ulaşın elinde mavzer
Mavzer türküye benzer
Bizimkiler böyle ölür
Böyle ölür bizimkiler”
Çadırın arkasından gelen sesle marşı yarıda bırakarak ayağa kalkıyorlar. Çadırın arkasına, uçurumun kenarına yaklaşıp bakıyorlar. Cemal’ in olmadığını, düştüğünü farkedince Eski Baraja doğru üç yüz metre koşarak, merdivenlerden inip, tekrar aynı mesafeyi koşarak Cemal’ in yanına varıyorlar.
Kanrevan içinde, acılar içinde yatıyor Cemal. Hemen iki kişi belinden, bir kişi kollarından, bir kişide ayaklarından tutarak kanaldan çıkarılıyor. Bir kişi Kışla yoluna çıkıyor, geçmekte olan bir taksiyi durdurup getiriyor, taksiye konularak Numune hastanesine götürülüyor.
Okula gitmekten vaz geçiyorum. Arkadaşla birlikte hastaneye gidiyoruz. Ön kapıdan girmemize izin vermiyor görevliler. Arka tarafa geçiyoruz. Arkadaşlar kapıdalar. Yeni çıkmış amaliyattan, yoğun bakıma almışlar. Görevlileri dinlemeden, “durun, yukarı çıkmak yasak” demelerine aldırış etmeden içeriye giriyor Cemal’ in kaldığı odayı arıyoruz. Her odaya deli gibi kafayı uzatıp bakıyoruz. Bulduğumuzda kapası kapalıydı. Kapıdaki camdan bakma, camdan Cemal’i görme şansımız vardı. Kıpırdamadan yatıyordu. Soluk alıp vermeleri belli belirsizdi. Gün boyu kah aşağıda kah yukarıda bekliyoruz. Bedeninde kırılmadık yeri kalmamış gibi. En fenasıda hala iç kanamanın durdurulamamış olmasıydı. Akşam üzeri kana ihtiyacı oluyor. Üç saat içerisinde bulabildiğmiz kadar kan bulup veriyoruz. Kan merkezindekiler bu kadar kısa zamanda bu kadar kanın bulunmasına şaşırıyorlar.
On üç gün boyunca yalnız bırakmıyoruz yoldaşımızı. İkinci günü haberi alır almaz Behçet abi de (Dinlerer) hastaneye ziyarete geliyor. Camdan Cemal’ e bakarken gözleri doluyor. Bir süre bizlerle birlikte kalıyor Behçet abi.
Behçet abinin Cemal’ e “ Ne yaptınız teksir makinasını?” diye soruşunu anımsıyorum.
Birgün önce bildiriyi basarlarken ellerindeki teksir makinası bozuluyor. Tamir etmek isteselerde yapamıyorlar, bir daha çalıştıramıyorlar. Birgün sonra Cemal’ e diyor ki “ Teksir makinasına ihtiyacımız var, nerden bulabiliriz?” Cemal’ de hiç duraklamadan “buluruz abi sen merak etme, bizim okulda var, gider alırız” diyor. Akşam hava karardıktan sonra üç arkadaş bahçe demirlerinden atlayarak okula giriyorlar. Hademenin sınıfları temizlemesi bitmediğinden giriş kapısı açık. Birinci katta ki öğretmenler odasının karşısındaki oda da duruyor teksir makinası. Ama kapı kapalı. Bir küçük bir büyük dişi biye taşıyla eritilmiş, sapı yuvarlak kahverenği anahtarla kapıyı açıp içeri giriyorlar. İki kişi sağından ve solundan tutarak kaldıryor, yakalanmadan bahçeden çıkarıyorlar. O gece sabaha kadar bildiriler basılıyor. Birgün sonra akşam teksir makinası götürülerek yerine konuluyor. Bir kaç gün sonra “teksir makinasını ne yaptınız diye sorunca” Behçet abi, “ geri yerine bıraktık” diyor Cemal doğal bir edayla. Yanıtına şaşırıyor. “Aldıysanız niye geri bıraktınız?” diyor. “Niye abi biz hırsız mıyız? O okulumuzun malı. Böyle gerekli olduğunda alırız” diyor. Bu yanıta epey gülüyor Behçet abi. Günler sonra abisi Rıza’ ya anlatırkende böyle iştahla gülmüştü.
Hastaneye her gidişimde içimde yeni bir umutla gidiyordum. Gözünü açtığını, bizimle konuştuğunu, yatağına oturduğunu ümit ediyordum. Her gittiğimde aynı Cemal’ i görmek ağırıma gidiyordu. Ağırıma gitmesi böyle yatmayı Cemal’ e yakıştıramıyor olmamdandı.
Sigara içmek için aşağıya indiğimizde Rıza’ yı ağlarken bulduk. Bu ağlayışında kendini suçlar bir edası vardı. Düşmesinin, yoğun bakımda cançekişmesinin nedenini kendisi olarak görüyordu.
“Kardeşim Yusuf gibi oda benden etkilenerek devrimci oldu” demesinden bu sonuca varıyordum. Sonra Cemal’ i bize anlatmaya devam ediyor. Beni çok severdi. Keşke sevmeseydi. Ben de çok seviyorum. Onu her zaman korudum, kolladım, ama bu kez, bu kez yapamadım, koruyamadım. Biliyor muydunuz onun bir adıda Hüsnü, Hüsnü Cemal. Dayımın adıydı. Annemin tek kardeşiydi. Ölünce dayım annem adını Cemal’ e vermiş. O yüzden Ebem ayrı, anam ayrı severdi Cemal’ i. Okuyalım diye getirdiler bizi Adana’ ya. Şimdi ölümle pençeleşiyor”. Adem, Rıza’ nın koluna girerek kaldırıyor, daha fazla konuşmasını, acı çekmesini, kendini suçlamasını istemiyor. "Hadi çay ocağına gidip birer çay içelim” diyor. Birlikte çay içiyoruz. Radyodan bir türkü geliyor. “Burası Muştur Yolu yokuştur, Giden gelmiyor...” Bu türküyü çok güzel söylerdi Cemal” diyor, gözleri yeniden dolmaya başlıyor Rıza’ nın. Sesi güzeldi Cemal’ in. Yolda yürürken en sevdiği şeylerden biri o an aklına düşen bir türküyü söylemekti. “Ben türkü söylerken düşünüyor, düşünürken türkü söylüyorum” derdi.
Çirkinin kahvehanesinden uzaklaştıkça Numune hastanesine yaklaşıyorduk. Hergün bana kısa gelen bu yol bu kez bana uzak geliyordu, bitmiyordu. Hastane uzaklaştıkça uzaklaşıyordu bize. Taksiye verecek paramız yoktu, o yöne giden dolmuşlarda yoktu. Yayan gitmekten başka alternatifimiz yoktu. Dakikalar sonra Askeri hastahanenin önünden geçerek Numune hastanesine vardık. Arka kapıya gidecek sabrımız yoktu. Ön kapıdan, güvenlik görevlilerini dinlemeden “arkadaşımız ölmüş” diyerek girdik. Koşar adımlarla merdivenleri tırmandık. Yattığı odaya gittik. Camdan baktık oda boştu, yatağı düzeltilmişti, kapısı açıktı. Cemal’ i nerde arayacaktık? Aşağıya indik. Arka kapıya acil servisin olduğu yere geldik. Annesinin koluna girmiş Rıza’ yla karşılaştık. Sarıldık birbirimize.
Cemal aşağıda morgdaydı. Ben gidemedim, gidip bakamadım Cemal’ e. Morga inen merdivenlerin başında durdum, duvar dibine oturdum, gidenlerin ardından sevgimi yolladım. Cemal’ i görmek istemedim morgda yatarken. Bilseydim, tahmin etseydim, ölümü ona yakıştırmayı becerebilseydim yoğun bakım odasında kıpırtısız yatışınada bakmazdım.Cemal’i sadece afiş asarken ki gibi, bildiri dağıtırken ki gibi, Devrimci Yol dergilerini kahvehane kahvehane dolaşarak sattığımız günkü gibi anımsamak isterdim. Ama şimdi bir de sedyede yatışınla da anımsayacağım.
Haberi alan arkadaşlar bir bir hastaneye geliyor. Hastanenin arka bahçesinde çoğalıyoruz. Rıza geliyor. Cemal’ i almak için işlemleri yapması gerektiğini söylüyor. Birlikte gidiyorum. Rıza formları dolduruken o an öğreniyorum Cemal’ in benden dört yaş (1958 doğumlu) büyük olduğunu ve Şarkışla’ nın Kaymak Köyünde dünyaya geldiğini.
Öylen sonu morgdan bir tabutun içinde çıkarılıyor Cemal. Evine götürüyoruz. Komşular evin içinde, bahçede, yolda toplanmış bekliyor. Geceleri uyuduğu, ders çalıştığı, kitap okuduğu, birlikte Devrimci Yol dergilerini okuduğumuz, hararetli sohbetler yaptığımız evine getiriliyor. Yükselen ağıtlar yüreğimi yakıyor. Ağıtlara ağıtımı, göz yaşlara göz yaşımı katmak istiyorum, ama bir türlü beceremiyorum. Donuk bir halde sağa sola gidip geliyorum. Otobüste geliyor. Evin önünde duruyor. Sivasa, doğduğu köyüne götürülecek. Otobüsün bagaj bölümüne konuluyor Cemal. Gidecek olanlar otobüse biniyor. Binmeyenlerden biri de benim. Adem Kütük sesleniyor bana “sen gelmiyor musun?” diye soruyor. “Gelmiyorum” diye biliyorum. Gitmekle gitmemek arasında bir çatışma yaşıyorum. Bir yanım ne duruyorsun git, yoldaşına en son görevini yap, yalnız bırakma diyor, öteki yanım gitme, babandan izin almadın, fena halde kızar diyor, baba korkusu ağır basıyor Sivas’ a gitmiyorum.
Hava kararmadan otobüs Sivas’ a doğru hareket ediyor. Yolculuyorum Cemal’ i. Otobüs köşeyi dönüp gözden kayboluncaya kadar ardından bakıyorum.
Yetim kalmış bir çocuk gibi omuzu düşük, boynu bükük, umudu kırık, geleceği bulanık, neşesi yitik eve doğru yürüken kendimle konuşuyorum:
“Yoldaşım, Cemal’ im bundan sonra yola sensiz mi devam edeceğiz. Bizi neden böyle erken bıraktın, acelen neydi, bu kadar hızlı olman gerekiyor muydu? Niye bu kadar sabırsız oldun? Oldu mu şimdi, muradına erdin mi bari?
Sen benim, sen bizim Adana da yitirdiğimiz ilk yoldaşımızsın, son yoldaşımız olursun umarım. Sensiz bir eksik olacağız faşizme karşı mücadelede, devrimci yolumuzda. Yaşadığım sürece sen de benimle yaşayacaksın. Seni yüreğimde yaşatıp, sözcüklerimle besleyeceğim. Bendeki emeğini kesinlikle unutmayacağım. Bana verdiklerini çağaltarak yürüyeceğim. Umutsuzluğa kapıldığımda parıldayan gözlerine bakacağım, yanyana yürüyüşlerimizi anımsayacağım. Seni seviyorm Cemal, seni seviyorum yoldaşım”.
Uzun, yorucu yolculuktan sonra Sivas’ a varılıyor. Sivas’ ta kışın çetin koşulları var. Köy yoluna girince bu daha da kendini gösteriyor. Köye sekiz kilo metre kalınca otobüs daha fazla ilerleyemiyor. Kardan yollar kapalı. Her yan bembeyaz. Otobüsten iniliyor. Cemal omuzlara alınarak, kara bata çıka zorluk içinde köye getiriliyor. En önde karşılayan Cemal’ in ebesi (anneannesi) oluyor. Kollarını açarak kızına sarılıyor. Rıza ebesine sarılmayı beklerken şöyle diyor annesine:
“Kızım acın daim olsun!”
Rıza acıdan ebesinin ne demek istediğini düşünmüyor, duymamazlıtan, anlamamazlıktan geliyor. Ebesine sarılıyor. Rıza’ yı bırakıp Cemal’ e doğru yürüyor. ‘Hüsnüm, Hüsnü Cemal’ im, Guzum” diyerek tabuta sarılıyor, elleriyle oğlunu, torununu okşuyor, seviyor, ağlıyor.
Rıza, Yusuf annesiyle birlikte köyde kalıyor. Ertesi gün Adana’ dan gelenler dönüyor. Birgün sonra yapılacak yedi yemeğinin hazırlıklarını yapıp bitirdikten sonra koyun tüylü yatağına giriyor Rıza. Cemal’ le bu odada, bu yatakta birlikte yattığı günleri anımsıyor, gözyaşlarını tutamıyor, yanda yatan kardeşi Yusuf’ a duyurmadan ağlıyor. Bitkin düşüp uykuya dalacakken ebesinin annesine dediğini anımsıyor.
“Kızım acın daim olsun!”
Bu söz, ebesinin sesi beyninde geziniyor, ebesinin ne demek istediğini anlamaya çalışıyor, ama bir türlü anlamlandıramıyor, beynini kemiriyor. Bu halle yatamayacağını anlayınca kalkıp ebesinin odasına gidiyor, yatağının kenarına çöküyor.
“Ebe uyuyor musun?”
Ebesi yarı uykudaydı.
“Söyle yavrum, ne istiyorsun?”
“Ebe bişey soracam. Anama niye “kızım acın daim olsun” dedin.
“Gel oğlum üşüme, yorganın altına gir” diyerek yer açıyor, Rıza’ yı yanına yatırıyor. “Bak oğlum bir acı, ondan daha büyük başka bir acı gelinceye kadar unutulmaz. Anan bundan başka acı görmesin diye dedim”.
Rıza ebesine iyice sokuldu, sırtını döndü gözlerini kapadı, uykuya dalmadan önce sessizce mırıldandı:
“Acımız daim olsun!”
Muhittin ÇOBAN/ Eylül 2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.