- 1948 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Kadim Bir Masaldır Mecid Mecidi
Çok uzun zaman evvel; lâkin şuan adını hatırlayamadığım! köyümüze ailece gidip uzunca bir süre kalmıştık orada.Hiç istememe rağmen hem de;çünkü ben, okula gidiyordum ve dolayısıyla da ayrılmak istemiyordum arkadaşlarımdan.Ama yok, ille de gidecektim; çünkü büyükler öyle uygun görmüştü.Her zaman olduğu gibi.Benim istememe gibi bir hakkım da yoktu zaten o vakitler. Bu yüzden olacak ki, duyulan geçmiş zamanla başlamak istedim yazıma. Olması gereken de bu değil mi?
Yaşadığım onca yaşanmışlığa rağmen, çoğunu hatırlayamamanın derin acısı içerisindeyim. Bu da, hayatın bana verdiği paslı bir ceza gibi gelir. Hayatın naftaline bulanmış acımasızlığı da diyebiliriz. Böyle bir kanıya varmanın tehlikeli bir şey olduğunu da biliyorum aslında; ama yine de vazgeçemiyorum bu iç sayıklayışlarımdan. Tabii, hatırladığım birkaç yaşanmışlığı da görmezden gelemem.Özellikle hatırladığım ve hiçbir zaman da unutamayacağım dediğim bir anım var ki. Zamanlı-zamansız bir şekilde çıkıverir karşıma ve ben biçare bir mecnun gibi derin hayallere dalar giderim uzaklara.Uzak olduğu kadar,bir o kadar da yakın:
O fi zamanı dönemde bizim köyde, hemen hemen her evde televizyon bulunurdu.Buna rağmen,bu evlerden sadece birkaçında kesintisiz seyredilebiliyordu. O evler de çanak anteni olan evlerdi zaten. Televizyonlu evlerden (evet televizyonlu ev,yanlış okumadınız) bir tanesi de bizimkiydi; ancak bizim çanak antenimiz olmadığı için, geçici de olsa kesintisiz seyir keyfi veren,’’Arapça kanallarını’’ izlerdik, ki bir türlü anlam veremezdim buna.Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi ki zaten? Türkiye’de yaşıyorduk; ama neden sadece Arapça kanalları izleyebiliyorduk ki? Çok zordu bunu anlamak o yaşlarda tabii. Hatta, çocukluğumuzun vazgeçilmez çizgi kahramanı Temel Reis’i, Kabasakal’la Arapça konuşurken izlemek, çok ayrı bir keyifti. Şuan bile hatırlarken küçük bir tebessüm belirdi çirkin suratımda. Bir süre sonra, Arapça birkaç kelime öğrendiğimi de söyleyebilirim,en azından öyle zannederdim. Fakat bir şey eksik gibiydi. Neden bizim çanak antenimiz yoktu da, hemen yanı başımızdaki komşumuzun vardı? Neden sadece biz,Arapça kanallarını izlerdik? O günler bunu büyüklerime soracak kadar akıl edemedim maalesef. Daha sonraki yıllarda da utandım ve yine soramadım.
Bazı akşamlar, çok kıskançlık gütmemize karşın yan komşumuza misafire geldik bahanesiyle Türkçe televizyon kanallarını izlemenin keyfini çıkarırdık. Çocuklar gibi şendik anlayacağınız. Hepimizin hayatında önemli bir yeri olan Vizontele filminin o sahnesini yıllar önce biz yaşamıştık. Ve o filmi izlediğimde dejavu olduğumu da çok net hatırlıyorum. Ne zaman böyle derin hayallere dalsam, Murathan Mungan’ın o çok sevdiğim mottosu imdadıma yetişir: ‘’Yitirilmiş anlar,zaman ile ölüm arasında en kısa yoldur.Elbette adını böyle koyamayız o yaşlarda ama,bunu bir duygu olarak,bir önsezi olarak derinlemesine yaşarız’’.
Aslında size yaşadığım anları anlatmak değildi niyetim,kaldı ki geçmiş yaşantıları yad ederek ajite edecek de değilim kelimelerimin altına eşeleyerek,sadece biraz sonra üzerinde duracağım konunun, yani, sinemanın benim hayatımdaki yerinin ne kadar kutsal olduğunu belirtmek içindi bu anlattıklarım. Benim için televizyon,daha çok bir sinemaydı çünkü o dönemler. Ve izlediğim filmlerin etkisinde kaldığımı,küçük rollere bürünüp,sokaklarda nasıl nefes nefese koştuğumu, kim bilebilir ki o sokaklardan başka.
O halde, sabrınızı daha fazla zorlamadan,asıl konumuza geçmek istiyorum.
İran sineması, denince akla ilk gelen isim şüphesiz,ünlü yönetmen Mecid Mecidi’dir. İlk bakışta bazılarınız kim bu diye sorabilirler kendilerini; ama hiç önemli değil bu, gayet doğal,zaten biraz da bunun içindir bu yazacaklarım,umarım bunu söylediğim için beni şuan ukalalıkla suçlamıyorsunuzdur; çünkü çok derin yaralar beni böyle düşünmeniz. Evet,İran sineması diyorduk değil mi? Yaşadığı ülkenin kadim kültürünü beyaz perdeye yansıtan bu yönetmen, özellikle de çocukların gözleriyle hayata bakarak ‘’toplumsal gerçekliğinin’’ kalbinden vurmuştur. Bu yönüyle de hepimizin yakından tanıdığı ve Çirkin Kral olarak bildiğimiz Yılmaz Güney’in sinemasını hatırlattığını da eklemek gerekir. Güney’in Umut(1970) ve Baba(1971) filmleri de bunun delilidir.Yönetmenle yapılan bir röportajda, bizzat kendisi Güney (sinemasına)’e olan büyük hayranlığını dile getirmiştir. Buna rağmen, Mecidi’nin sineması kendine has özelikleriyle farklılığını ortaya koymuştur. O yüzden, gerek Türkiye’de, gerek dünyada olsun adından hep söz ettirmeyi başarmıştır.
O kadar gerçekçi anlatır ki hikâyelerini, etkilenmemek mümkün değil. Kesinlikle,seyirci şurada-burada hüngür hüngür ağlasın,diye çok ucuz oyunlara da başvurmaz.Kaldı ki, böyle ucuz bir ihtimalin olamayacağını filmlerini izleyenler de söyleyeceklerdir zaten. Fakat söylenmesi gereken en önemli şeylerden biri de Mecidi’nin filmlerinde hikâyelerin ön planda yer almasıdır. Yönetmenin kamerasında yansıyan o erişilmesi güç görüntüler de haykırıyor hikâyelerle. Dolayısıyla, O’nun için daha önemli olan daha çok hikâyedir; bilahâre estetik gelir. Yine de o derece harmanlar ki bu ikisini, birbirini tamamlayan iki sıcak renk gibi yüreğimizi kamaştırır.
Zaman zaman sinematografik karelerle de karşınıza çıkarak, gözlerinizi ovmanıza olanak tanır. Anlattığı hikâyelerinin neden bu kadar güçlü olduğuna gelince de; kadim Fars şiirinin üzerinde kurulmuş olmasından başka bir şey değildir. Fars şiirinin/şairlerinin ne derece derin bir etki yarattığı hepimizce malûm ve bu etkiden Türk şiiri de nasibini almıştır; ama asıl üzerinde durulması gereken bizim için yönetmenin hakikati anlattığı o masalsı hikâyelerdir. Gerisi,sadece Kırmızı Başlıklı Kız’ın sepetindeki ayrıntılar gibidir.
Anlattığı hikâyelerle seyirciyi kendisine hayran bırakan bu yönetmeni eksiksiz anlatmak çok güç gerçekten. O yüzden arzu ederseniz, Murathan Mungan’a kulağımızı verelim;çünkü beni bu durumdan ancak O kurtarır:
"Sinema neden aşk haline gelir biliyor musun?" dedi adam, "Çünkü o da tıpkı aşk gibi,insan gözünün bir aldanışı üzerine kurulmuştur.Hayal olduğunu bildiğin perdeye inanırsın bütün kalbinle...İnsan öncelikle bir aldanışa âşık olur,sonra o aldanıştan bir hakikat yapmaya çalışır hayatına...Bazı filmler çabuk biter.’’(Kibrit Çöpleri). Bu kelimelerin gölgesinde dinlenirken, mazinin kandilsiz sokaklarında uzun bir seyahate çıkmam gerektiğini anladım. O yüzden hiç vakit kaybeden beni neler beklediğini bilemediğim o kadim yolculuğa hızlı adımlarla yol almak istiyorum,kaybolacağımı bile bile hem de.
Bacheha-Ye Aseman’’ ı izledikten sonra, tıpkı mezkûr şairin bahsettiği o bazı filmler gibi çok çabuk bittiğini anladım bu filmin. Haklı çıkmıştı anlayacağınız şair. O kadar içten, o kadar gerçekçi anlatılmış ki film, çocukluğunuzdaki o tertemiz sayfalardan birine dalarken yakalıyorsunuz kendinizi. Derin bir acı hissediyorsunuz yüreğinizde,nereden geldiğini çok iyi bildiğiniz bir acı gibi. Yine de umursamıyorsunuz bu acıyı.’’acı çekmek özgürlükse,özgürüz…’’ Yakarsa da yaksın diyerek acılara meydan okuyorsunuz.
Aslında hepimiz tanıyoruz o filmdeki kahramanları. Bize çok yakın oturuyorlar. Hatta, söyleyeyim: Gözlerimizin içine kaçan o yalnız insanların hikâyelerinden kopan parçacıkladır bu gölgeler.Ve suretlerinin peşinde koşar dururlar. Bu hepimizce malûm aslında.Ve bunu önünüze çıkarıp o hayatları sunanları da unutamazsınız.İsteseniz de unutamazsınız aslında; tarih her daim hatırlatır ve bir gün, yolda yürürken de ansızın karşınıza çıkarıverir O’nları.
Her şeyden öte, Mecid Mecidi’nin adını Sinema tarihinde sağlamlaştıran ve dilimize, Cennetin Çocukları ( Gökyüzü Çocukları) olarak çevrilen bu filmin başrol oyuncuları ‘’bir çift ayakkabıdır’’ desem,size pek inandırıcı gelmeyeceğini de biliyorum. En nihayetinde abarttığımı düşünürsünüz, haklı olarak; ama Pasolini’nin dediği gibi ‘’aşırı olan doğrudur’’.
Çok acımasız olduğumu düşünüyorsunuz şuan,bundan pek eminim doğrusu. Ancak yine de söylediklerimin arkasında duracağım; ama geri adım da atmayacağım.Sadece işin mahkeme salonlarına kadar gitmesini istemediğimden,biraz daha açık ve net konuşacağım,o kadar: Ali, hemşiresi olan Zehra’nın ayakkabılarını,daha önce bıraktığı ayakkabı tamircisinden alır;fakat eve giderken yolda kaybeder onları. Her yeri aramasına rağmen bulamaz ve naçar eve gider.Zehra,ayakkabılarının kaybedildiğini öğrenince de çok kızar,aslında çok üzülür;çünkü yarın okul vardır ve başka ayakkabısı da yoktur. Babalarının, Ali’nin ayakkabıyı kaybettiğini öğrenirse şayet,ona çok kızacağını (alacak durumu yoktur) da iyi bilir Zehra.Dolayısıyla Ali,babasına söylememesini ister Zehra’ya ve iki küçük kardeş, bir çift ayakkabıyı nöbetleşe giymeye karar verirler. Zehra, okuldan çıkar çıkmaz koşarak Ali’ye yetiştirir ayakkabıları. Ali, yine aynı şekilde koşarak okula yetişmeye çalışır. Bu şekilde devam ederler günlerce.Ta ki, sokak aralarındaki o koşturmalar,bir koşu yarışına düşene kadar. Bu yarışta da üçüncü olana ödül olarak bir çift spor ayakkabı veriliyor.Bunu son anda öğrenen Ali ise hemen hocasıyla konuşur ve yarışmaya katılmak istediğini bildirir,hayır dese de ilk başta hocası,daha sonra ikna olur ve kabul eder. Çünkü o ayakkabıyı kardeşine almak ister,bu da ancak yarışmada üçüncü olmasıyla mümkündür.İşte, Mecidi’nin bize anlatmaya çalıştığı şey biraz burada saklı; ilk defa bir filmde başrol oyuncusu bir yarışmada üçüncü olmak için hayal eder.Çelişkilerle dolu hayatın acımasızlığını, bu yarışmayla karşımıza çıkararak bizi uyandırmaya çalışır; ama aynı zamanda hayata umutla bakabilmenin yeşil işaretlerini de yakar.
Mecidi’nin neden çocuk oyunculardan hiç vazgeçmediğini bu filmde tekrar görürüz; çünkü çocukların, hayata çıplak gözlerle baktığını en az O’nun kadar bizler de iyi biliriz. Bu yüzden, kamerayı, o çocukların gözlerinin içinde bırakır. Çocukların gözleriyle seyretmeye başlarız. Adından bu kadar bahsettiğimiz bu film, 1998 yılında Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü’ne aday gösterildi ve bu ödüle aday olan ilk ve tek İran filmi olarak da adını yazdırmıştır. Bir çok Eleştirmen tarafından da olumlu eleştirilere almıştır. Ve nihayet, Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu (FIPRESCI) ödülünü kazanarak kalitesini tescillemiş oldu. Hakkınız olan bir ödülü almak kadar ,dünyada daha güzel hiçbir şey var mı?
Kelimelerimiz tükenmeden hikâyemize devam etmek en doğrusu olur.
Dinleyelim ol vakit:
‘’Sana söylemem gereken bir şey var. Yoksa beni tamamen unuttun mu? Ben Yusuf. Yarattığın bütün güzelliklerden mahrum olup asla şikâyet etmeyen kişi…Alın yazımı kime şikâyet edebilirim ki? Bana biraz merhamet etmen için Sana yalvarıyorum. Hayatımı bağışla.’’ Bu sözler, Beed-e Majnoon/Söğüt Ağacı filminde, Yusuf (Parviz Parastui)’un hastane odasında yatağına uzanırkenki iç sesinin dışa vurumudur. Yusuf, sekiz yaşında havai fişek kazası sonucu gözlerini kaybeden 45 yaşında bir adamdır. Buna rağmen, yaşamdan umudunu hiçbir zaman kesmez ve yılmadan çalışmaya devam eder.En sonunda da Üniversite’de Edebiyat Profesörü olur; fakat yine de tek isteği gözlerinin açılmasıdır. O yüzden her gün Allah’a, gözlerinin açılması için de dua eder. Nihayet bir gün,amcasının aracılığıyla Paris’e doktora gider; çünkü gözlerinin açılma ihtimali vardır bu yabancı memlekette.Ameliyat masasına yatırılır ve işte tam o esnada yukarıda alıntıladığım o sözler,kutsal bir metin gibi onun dudakları arasından dışarı çıkar. Doktorların bile anlam veremediği, hatta mucize dedikleri bir şekilde açılır gözleri. Yusuf da herkes gibi tüm güzellikleri görüyordur artık.Tam olarak Otuz yedi yıl hiç bıkmadan Allah’a gözlerinin açılması için dua eden Yusuf’u bambaşka bir hayat beklemektedir. Dünyalar tatlısı minik bir kızı ve fedakâr bir eşi vardır onun hayatında.
Peki,bundan sonra Yusuf’u neler bekliyordur tam olarak?
Bu filmde, karınca,muska ve kurban kesme’yi metafor(simge) olarak görmekteyiz. Bu yanıyla da hayran bırakır seyirciyi. Bun rağmen, Mecid Mecidi’nin diğer filmlerine nazaran gölgede kalmıştır bu film.Ama böyle olması kötü bir film olduğu anlamı taşımaz. Muhakkak izlenilmesi gerekir. Daha önceki filmlerinde alışık olduğumuz o yoksul insanların hayatları yerine, bir Profesör’ün karanlık(âmâ) dünyasından yola çıkarak, bize onun masalını anlatır.Tabii, ‘’masala inanmayan, hakikate nasıl inansın’’. Öyle değil mi?
Yukarıda değindiğim gibi,yönetmen anlatmak istediği fikri kullandığı simgelere yükleyerek bize seslenir.Filmi izlemeyenlere haksızlık yapmamak adına, sahneleri anlatmak yerine bu yönüyle irdelemeyi uygun gördüm.Metin Bobaroğlu’nun da ifade ettiği gibi, Simgeler berzahtırlar yani zahir(dış) ile batın(iç) arasını birleştirme özelliğine sahip birer köprü görevi görürler. Simgeler, kişinin kültürel yapısı, yaşam deneyimi, bilgi birikimi, algılama düzeyi ve tinsel eğilimleri ölçüsünde bir anlam yüklenirler. Bu nedenle simgesel anlatım tarih içinde gittikçe gelişen ve derinleşen bir geleneğin bereketi olarak da tanımlanabilir.
Edebiyatta da bu böyledir aslında.Kullanılan simgeler sanat eserlerini daha bir kıymetli kıldığı gibi anlamlı da kılar, o yüzden de edebiyatçılar sık sık bu yola başvurarak kendi eserlerinin gizemini arttırmak isterler. Hayatın simgelerle anlam kazandığını çok iyi bilirler çünkü. Metin Bobaroğlu’na dönecek olursak tekrar: dinsel çerçevede bazı inanırlar bu simgeleri, simge olarak değil de literal olarak kabul ederek asıl anlamı örten benzetmeye (teşbih) bağlanıp kalarak anlayışsız ve bağnaz olurlar; bu duruma sûfîler putperestlik demektedir. Konunun dışına çıkmamak için bunların ayrıntılarına girmeyeceğim.
Peki,niçin paylaştım bunu; çünkü hangi anlamı ifade edildiği her iki şekilde de bilinsin istedim,o kadar.
Artık şimdi geçebiliriz simgelere.Öncelikle, cevizin tasavvuftaki karşılığına en kısa şekliyle bakalım: Ceviz tümüyle nefse benzetilir ve dıştan içe doğru nefsin perdelerinin kaldırılmasıyla hakikate eş deyişle öze nasıl ulaşılacağının bir göstergesi olarak kullanılır. Mecidi’nin cevizi kullanmasının altında tam olarak işte bu anlam yatıyor diyebiliriz. Buna dayanarak da Yusuf’un gözleri açıldıktan sonraki hayatı ile önceki hayatı diye ikiye ayırabilmek mümkün.
Karınca: Tasavvufta, herkesin kendi gücü oranında yapabileceği kadarını yapmasını temsil eder. Filmin kahramanı olan Yusuf, başta bu gücünün farkında olsa da,gözleri açıldıktan sonra tamamen bunu unutur ve bambaşka bir yola girer.Bunun farkında bile değildir ama.Yani yanlış yaptığını bile hatırlayamayacak kadar mutluluk sarhoşudur.Oysa, Allah’ım bir kez görmek şansını lütfedersen bir daha hep senin yolunda olacağım, diye sürekli dua ederdi. Gözlerine kavuşunca da daha önce ettiği tüm bu duaları unutur. Acizken sığındığı Allah’a, emeline ulaştıktan sonra unutacak kadar kalp gözü kör olmuştur Yusuf’un. Belki de bizi en iyi anlatan sahnelerden biri de budur. Bir şeye sahip olmak için,gece gündüz bıkmadan ellerimizi açıp dua ederiz Allah’a; ama gerçekleşince de arzularımız hemen unutuveririz. Aslında, Yusuf gibi biz de farkında olmadan yaparız bunu. Çünkü insan evladı riyâkârdır ve bu riyâkârlığını hiç çekinmeden her yerde de gösterir. Ne yazık ki, Yusuf, yaptığı hatanın farkına gözlerini tekrar kaybedince anlar;ama işten geçmiştir artık. Size de çok tanıdık gelmedi mi Yusuf?
Mecidi’nin, tabiatın gizemini de anlatmaya çalıştığı bu filmde, bazen kuşların gönlünü okşayan dilleriyle bazen de balıkların sessiz çığlıklarıyla haykırır izleyiciye. Yakın bir zamanda çektiği ‘’Serçelerin Şarkısı’’nda balıkların çığlıklarıyla üşürken, ‘’Cennetin Rengi’’ nde ise balıkların yetim kalmış suskunluklarına aldırmadan dalıp gidersiniz doğduğunuz diyarların masallarına.
Ve son olarak; bu filmle ilgili söyleyebileceğim: Yusuf’un son sahnede gözleri amâyken yazmış olduğu mektubu eline alıp,okuduğu bu sözüdür:
‘’Allah’ım yeni bir hayata başlamak için bir şans daha istiyorum’’
Not: Devam edecek...
Eylül-Kasım 2012
YORUMLAR
Mecid Mecidi'nin en beğendiğim filmi Cennetin Rengi'dir. Hatta izlediğim en iyi filmler arasında ilk üçe girer. Yapmacıklıktan uzak kurgular, insanın en saf hallerini gösteren kareler, özellikle hüzün insana bu filmleri tekrar tekrar izleme hissi veriyor. Ayrıca filmlerin müziklerine de değinmedn geçemeyeceğim. Bunda Mecidi'nin tasarrufu ne kadardır bilemem ama, filmlerine o kadar çok yakışıyorki müzikleri. Örneğin Cennetin Rengi filmindeki Mohsen Namjoo şarkısı unutulacak gibi değildir.
Tasavvuftaki imge ve simge tanımlamanız ve bunları Mecidi filmiyle örneklendirmeniz iyi fikirdi.
Beğenmediğim nokta: "İlk bakışta bazılarınız kim bu diye sorabilirler kendilerini; ama hiç önemli değil bu, gayet doğal,zaten biraz da bunun içindir bu yazacaklarım,umarım bunu söylediğim için beni şuan ukalalıkla suçlamıyorsunuzdur; çünkü çok derin yaralar beni böyle düşünmeniz." Bu sözlerinizin orada olmaması gerekiyordu. Gayet sağlam bir makalenin içinde böylesi subjektif hatta yazarı ""mahcup" gösteren cümlenin yer almasına anlam veremedim. Doğru değildir. Kaldı ki, herkes herşeyi bilecek diye de birşey yok. Siz makalenizi muazzam bir emek ve etkili bir şekilde kaleme almışsınız zaten. O cümle düşecek diş gibi sallanıyor paragraflar arasında. (Ayrıca bu cümleyi bölsek beş cümle çıkardı.)
Belirsizlik hissettiğim bir nokta, makalenin öznesi İran sineması mı, Mecid Mecidi mi, Cennetin Çocuklarımı, tasavvufta imge ve simge mi? Ya da hepsinden bir tadımlık mı makale? İ
Giriş hüzünlü bir anı yazısı hissini verdi. Fakat metnin ileryen kısımlarında yazarın neden böyle bir giriş yaptığını görüyoruz. (İlk kısım, İran sinemasını anlatmaya başladığınız ana kadar, ikinci bölümün felsefi ağırlığına nazaran zayıf geldi bana. Galiba bunu kasıtlı yaptınız ve abartıdan uzak durmak istediniz. )
Felsefesi şapka çıkartılacak yoğunlukta, akılcılıkta ve güzel anlatılmış. Zaten beni kaleminize hayran kılan da metinlerinizin felsefi boytudur. Siz bunu gerçekten ustalıkla başarıyorsunuz. Hiçbir zaman amatör bir yazarla ya da şairle karşı karşıyaymışım gibi düşünemiyorum sizi okurken. Bir de bu çalışmada olduğu gibi, her çalışmanız müthiş bir emek ürünü. Bu tür çalışmalar malesef gereken ilgiyi görmediği halde, emek verip böylesine etkili ve dolu bir şekilde yazmanız ve bizimle paylaşmanız takdire şayan. Sizi alkışlıyorum.
Bugün bu makaleden daha iyisini okuyacağımı hiç sanmıyorum.
Devamını bekleyeceğiz artık.
Başarılarınız artarak devam etsin dilerim. Saygılarımla.
Harun Aktaş
Aslında tamamını ekleyecektim yazının;ama çok uzun olacağını düşündüğümden olacak ki sadece bir kısmını paylaştım.Daha sonra aynı isimle devamını eklemeyi hesaba katarak tabii,çünkü yarım kaldı tamamen. Ayrıca, bunu yazmamdaki amaca gelince İran Sineması’ndan öte, Mecid Mecidi’nin filmlerinin bana yansıyan yönlerini anlatmaya çalışmaktır. Bunda ne kadar başarılı olacağım bilinmez ama böyle düşündüm. Ve gerçekten de çok güçmüş böyle bir şeye yeltenmek,onu anladım bu yazıda.Sadece yanlış bir ifade bile çok farklı yerlere çekilmeye müsait olabiliyor. Ama yazıyorsanız şayet bütün bunları kabul etmişsiniz demektir.
Bu paylaştığım bölümde sadece iki filmini ele almaya çalıştım ve geriye kalan dört filmini de başka bir bölüme sakladım. Okunsun diye yazıyorsanız şayet bu tarafını da düşünmek zorundasınızdır.
Ve tabii, Mohsen Namjoo’yu da unutmadım,kesinlikle.Eğer,Mecidi’den bahsediyorsanız, bu sanatçıya da muhakkak değinmek zorundasınızdır. ‘Cennetin Rengi’ demek biraz da Mohsen Namjoo demektir çünkü…Hatırlatmanız da hoşuma gitti doğrusu.
Son olarak; İran Sineması’nda felsefe ve tasavvufun yeri çok önemlidir. Filmlerinin temelini Fars şiiri oluşturur zaten. Bir şiir yazar gibi kamerayı kullanırlar,Görüntülerle bir şiir okursunuz. Ne yazık ki bu Türk Sineması’nda neredeyse yok denilecek kadar azdır. Bunu kabul etmek lazım.
…
Belki izlemişsinizdir ama yine de paylaşmak isterim; ‘’Bab’ Aziz’’ filmindeki o tasavvufi düşünceyi hiçbir yerde göremezsiniz. Öyle bir anlatır ki anlatmak istediğini Nacer Khemi bir şiir okumuşçasına heyecanlanırsınız. Yönetmen, Bab’Aziz filmini yapmak için gerekli olan 1.2 milyon doları toplayabilmek için on senesini harcamış.Bu ayrı bir konu.Ama gerçekten öyle bir film ortaya çıkarmış ki, izleyince de ne demek istediğimi anlayacaksınız. Çünkü büyük bir eleştiri de vardır kendi halkına.
Ve yazdıklarım için sarf ettiğiniz kelimeler için de teşekkür ederim.Çok incesiniz gerçekten.
Böyle olunca ancak anlamlı olabiliyor yazılanlar zaten.
Uzattığım için üzgünüm.
İnsanlar; eskiye duyulan özlem ve ileriye dönük olan hedefleri arasında sıkışıp kalmış bir düşünceyle, kör-topal yaşamaya devam ediyorlar.
Yazının girişi, bir çok Anadolu insanın yaşadığı ve özlem duyduğu yıllardır, ama bir yandan da içinde yaşadığı zamanın rahatlığına ve rehavetine kapılarak geri gelmesin diye söylendiğini de göz ardı etmemek gerek.
Adı unutulmuş, yeri haritadan silinmiş köyler... İnsanın içine işliyor bu hüzün.
Ali ve Zehra'nın hikayesini daha önceden de biliyordum. ama Yusuf'un hikayesini şimdi yazınızdan öğrendim. Buna rağmen, yaşanılan hikayeye hiç de yabancı değiliz. Çaresizlikten Allah'a sığınan, sonra da arkasını dönen insanoğlu...
Mecid Mecidi'yi sizin kaleminizden okumak güzeldi. Devamı için fazla beklemeyeceğimizi ümit ediyorum.
Sarf ettiğiniz emeğe teşekkür ederek...
Saygıyla
Cömert Yılmaz tarafından 10/3/2012 8:41:30 AM zamanında düzenlenmiştir.
Cömert Yılmaz tarafından 10/3/2012 7:29:26 PM zamanında düzenlenmiştir.
Harun Aktaş
O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler,diye Yaşar Kemal'in çok sevdiğim bu sözü gibi, her şey geride mi kaldı acaba?
Sinema deyip geçemiyorsunuz maalesef, çünkü hakikat daha acı.
Teşekkür ederim sayın Yılmaz...