- 2436 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Emek Olmadan Yemek Olmaz
Babamla, köye geleli iki gün oluyor. Babaannemle, dedemi bir kaç günlüğüne ziyarete geldik. Babaannem yetmiş yaşlarında, orta boylu, yaşına göre hareketli biri... Bu gün makarna kesmesini öğreneceksin diye tutturdu. Ben ise bu işte çok acemiyim… Odanın ortasına araç gereçlerimizi bir bir taşıyoruz. Sofra, oklava, sofra örtüsü, un vb. Babaannem tarif ediyor, ben hamur yoğurmaya çalışıyorum. Üstüm başım batmış durumda… Her üstümü, başımı, sağı solu unlayışımda, babaannemim içi cız ediyor ve sürekli:
- Kızım, annen sana hiçbir şey öğretmedi mi? Geldin on üç yaşına. Nimet böyle savrulur mu? Yavaş yavaş… Artık az, çok yemek pişirmesini bilmen lazım. Yaptığın iş, bu gün banaysa, öğrendiğin kendine. Gün gelir lazım olur. Her işin bir acemiliği olur da bu kadar mı olur? Bu gidişle Allah’ın gücüne gidecek kızım, unla oynanır mı hiç. Sen hiç tarla ekmedin, ekin biçmedin, desteleri sırtında taşımadın, harman sürmedin o yüzden bilmiyorsun bir buğday tanesinin kıymetini, bir tutam unun kıymetini...
Ben öyle, böyle hamuru yoğurdum da nasıl açacağım onu düşünüyorum. Bir bahane edip yavaşça kaçsam olmayacak. Babaannemin elinden kurtulmak kolay değil. Hadi kurtuldum diyelim, akşam dilinden nasıl kurtulacağım. Bunları düşünürken hamuru üç parçaya bölüyoruz neyse. Sonra Babaannem ilk parçayı güzel bir şekilde oklavayla, sofranın üstünde arada sırada un serperek daire şeklinde açıyor. Sonrada bu yufkayı aralarına un serpip, katlayıp; erişte şeklinde kesiyor. İşi bittikten sonra bana dönüp,’’ Sıra sende’’, diyor.
Sıra bende. Neyse alıyorum elime oklavayı. Hamuru koyuyorum sofranın ortasına. Üzerine de biraz un. Elbette yapacağım, yufka açmakta ne var. Bir iki uğraşıdan sonra şekli şemali, yamuk yumuk bir şeyler çıkmaya başlıyor ortaya. Bir yandan unluyorum bir yandan yufkayla boğuşuyorum… Ben açacağım diyorum, sanki o açılmayacağım diyor. En sonunda kafamın tası iyice atıyor. Biraz daha un serpiştireyim derken, un tası devrilmesin mi… Artık kilim de un içinde. Babaannem ne yapıyorsun kızım sen, diye basıyor fırçayı. Üzülmemek elde mi. Elim yüzüm unlu, üstüm başım unlu çekiliyorum sofranın başından. Bir kenara oturuyorum öylece. Babaannem diğer hamurları da seri bir şekilde açıp, erişte şeklinde kesiyor. Kurumaya bırakıyor. Ellerini yıkayıp benim yanıma oturuyor.
- Sana buğdayın hikayesini anlatayım mı? diyor.
-
- Anlat diyorum kısık bir sesle. Kırıldım çünkü biraz babaanneme. Bir tutam un içinde bu kadar kızılır mı hiçççç?
Babaannem başlıyor anlatmaya:
-Eskiden buğdayımızı kendimiz üretirdik. Yaylalara bile buğday ektiğimiz olurdu. Hiç boş yer bırakmazdık. Çünkü, çiftçilikten başka gelirimiz yoktu. Çalışmazsak aç kalırdık. Önce tarları kara sabanla sürer, kazmalarla kazardık. Sonrada buğdayı ekerdik. Bu epey bir zamanımızı alırdı. Kara sabanla tarla koşmak çok zor. Öküzlerin iyi olacak. Gün boyu tarladasın. Deden tarlayı sürer, görümcelerim ve ben kazmalarla katılaşmış iri toprak parçalarını ufaklardık. Toprağı biraz güneşte pişmeye bırakır, sonrada tohumu tarlaya ekerdik.
Merak etmeye başlıyorum buğdayın hikayesini. Buğdayın ekimi bile ne kadar zor. Günlerce tarlada çalışacaksın, hemde yorulup, dinlenmeden… Soruyorum babaanneme:
- Ya sonra ne yapardınız?
- Sonra dua eder, Rabbim emeklerimizin karşılığını senden bekleriz derdik. Evimizin yolunu tutardık. Baharda filizlenirdi her buğday tanesi. Yeşile boyardı tarlaları. Aylar geçtikçe başaklar sararır; rüzgarlarla beraber şarkılar söylemeye başlarlardı. Rüzgar her estiğinde çok güzel sesler gelirdi tarladan ‘’Artık biz olgunlaştık, bizi alın’’ der gibi. Başlardık orakla onları biçmeye. Biçtikten sonra onları; deste deste bağlar, sırtımızda taşımak için yük yapardık. Bu şekilde harmanlara taşırdık.
- Yorulmaz mıydınız babaanne? .. Gülüyor bu soruma...
- Hevesle yapardık kızım. Rabbin nimet vermiş, hem de bir güzel vermiş. Gençlikte var, kaçmazdık işten. Harmana getirmekle bitmiyor ki, uygun bir günü bekleyip harman süreceksin daha.
- Harman sürmek kolay mı peki?
- Tek tek getirdiğin buğday destelerini harmana saçaklayacaksın. Bir ölçü de tabi ki. Harman yarım metre kadar saçaklanmış başaklarla dolacak. Hepsini bir günde süremezsin. Biz her sene yirmi harman sürdüğümüz olurdu. Ağustos ayı harman sürmekle geçerdi. Samanlığın etrafına ağustos erikleri dikilirdi genelde. Harman zamanı olgunlaşır, harman sürerken koparıp, koparıp yerdik. Hey gidi günler hey.
- Özledin mi babaanne o günleri?
- Özledim kızım. O zaman birlik vardı. Bir sevinç vardı. Komşu komşusunu düşünürdü. Hiç unutmuyorum bir gün harman saçmışız. Öküzlerle dönüp duruyoruz harmanın üstünde. Sonra bana bakıp soruyor...
- Düven nedir bilir misin, gördün mü hiç? ,
- Görmedim babaanne.
- Altına keskin taşlar yerleştirilmiş tahtanın adıdır düven. Öküzler düven denen tahtayı çekerdi. Tahtanın üstünde ben veya deden olurdu. Bazen çocuklardan birini de yanımıza aldığımız olurdu. Düven döndükçe bu taşlar başakları ezer, buğdayı başaktan ayırırdı. Buğday yuvarlanıp harmanın zemininde toplanır, üstünde de samanlar oluşmaya başlardı. Düven ağır olursa daha çabuk olurdu bu işlem. Ama öküzlere de acırdık; o yüzden geç olsun güç olmasın derdik, bir kişi binerdik düvene. Konudan konuya geçtim dimi kızım… Dur hemen anımı anlatayım unutmadan sana. Sabahın erken saatinde harmanı saçtık ve biraz bu şekilde sürdük. Bitmesine yakın birden hava kararmasın mı? Yağmur yağdı yağacak. Gök gürültüsünden başka bir ses duyulmuyor. Biz de bir telaş, bir telaş. Harmanın üstündeki samanı, samanlığa doldurmak zorundayız. Alttaki buğdayı yağmurun ulaşamayacağı bir yere koymak zorundayız. İki kişi çabalıyoruz ama yetiştiremeyeceğimiz belli. Eğer ıslanırsa emeklerimiz boşa gidecek. Baktık köylüler koşa koşa, birer ikişer geldiler, hemen iki dakikada el birliğiyle hallettik işimizi. Kendi kendilerine kim harman sürüyor bugün, hemen yardıma gidelim demişler. Bizden başka Ömerler de harman sürüyormuş. Yarısı oraya, yarısı bize koşup gelmişler. Yapılan iyilikte unutulmaz kızım kötülükte. Hemen de geldi aklıma bak.
- Harmanı sürünce bitiyor mu buğdayın hikayesi, diye soruyorum.
- Hayır diyor babaannem. Ondan sonra tınar savururduk. Tınar savurmak; buğdayın içindeki kalan saman tanelerini rüzgar yardımıyla ayıklamaktır. Rüzgar çıktığında buğdayları, yabayla havaya atardık, saman tanelerini rüzgar alıp götürürdü. Buğday ağır olduğundan aynı yerine düşerdi. Yaba dediğimiz şey bir tür tahta kürek. Bu şekilde kalan samanlardan, buğdayı arındırırdık. Sonra eve götürür ambarlara koyardık.
- Ya çok zor işlermiş babaanne, bitmedi mi daha diyorum.
- Sıkıldın anlaşılan, diyor babaannem. Gerisini kısa anlatayım. Sonra buğdayı yıkar kuruturduk. Deden değirmene götürür, öğüttürürdü. Sonra unluk denen yere un çuvallarını dizerdik. Oradan unları mayalayıp ekmek yapardık. Ekmek nasıl yapılır bilmezsin tabi. Alıştınız bakkaldan almaya. Hamurunu mayalayacaksın, fırınını yakacaksın. Hepsi ustalık ister. Ekmeğini pişireceksin. Sonrada afiyetle yiyeceksin. Ah büyük şehirlerde çöplerde görüyorum ekmekleri kahroluyorum. İsraf kızım israf. Bir buğday tanesi un olana kadar, un ekmek olana kadar ne aşamalardan geçiyor. Bil bilseydiniz keşke. Gerçi şimdi traktörlerle sürülüyor tarlalar, biçerdöverlerle biçiliyor ekinler. Kamyonlar taşıyor buğdayları fabrikaya. Fabrika buğdayları öğütüp un yapıyor. Unlar fırınlara taşınıp ekmek oluyor. Makineler sayesinde insanın işi biraz azaldı ama buğday tanesi yine aynı aşamalardan geçiyor kızım.
Düşünüyorum. Bu kadar aşamalardan geçen, en güzel bir biçimde soframıza gelen ekmeği düşünmeden çöpe atabiliyorduk. Tam ben bu düşüncelere dalmışken kapının önünden bir ses geliyor.
-Evde misiniz komşularrr? ..
Babaannem:
-Evdeyiz, evdeyiz buyur Sultan kız.
Sultan kız merdivenleri çıkıyor ve göz göze geliyoruz.
-Aaaaa bu ne hal! Kardan adam olmuş bu. Kızzzz, un çuvalının içine mi girdin sen?
Bir ok gibi fırlıyorum yerimden. Lavabonun önüne zor atıyorum kendimi. Bir şokta ben yaşıyorum. Ben miyim bu? Kaşlar, kirpikler, saçlar, yanaklar bembeyaz… Sadece aynadan siyah bir çift göz bana bakmakta! Ne kadar lavabo da oyalandım bilmiyorum. Babaannem:
-Kızım sana yağmur damlasının hikayesini de anlatayım mı? , diye sesleniyor içerden. Birden musluğun açık olduğunu ve boşu boşuna aktığını fark ediyorum. Hemen kapatıyorum.
-Tamam, babaanne tamam… Mesaj alınmıştır diyorum gülümseyerek. Ne kadar da çok yorulmuşum, biraz dinleneyim... Daha kestiğimiz makarnayı pişireceğiz. Ne demiş atalarımız’’ Emek olmadan, yemek olmaz’’
Emine Yılmaz Dereci
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.