- 1056 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hüda'nın Parmaklarının Dokunduğu Yer- 2.Bölüm
“İnsanoğlu bir yolcudur hayatta. Ne gideni ne de geleni tükenir. Tükenmemesi gereken dilek ağacına bağlanan bir çaput parçası da olsa, beklenen umuttur sadece. Her başlangıçta bir umut ışığı mutlaka vardır. O ışıktır insanın içini aydınlatan”
Hülya’nın bu yolculuğu da umuda doğru bir kaçış değil miydi? Anız tarlalarının çoğunlukla sınırlarından yürüyerek, köm söğütlerin sağ tarafındaki patika yoldan hızla ilerlediler. Bedirkale’nin önünden geçip dereye kadar indiler. Derede mevsimin yaz olması nedeniyle bahar coşkusu kalmamış, sakin sakin akıyordu. Fazla derin de değildi. En derin yeri dizlerine kadar bile çıkmazdı Hülya’nın.
Oracıkta çömelip önce lastik ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı. Sonra sağa sola baktı kimsecikler görünmüyordu, şalvarının paçalarını dizlerinin üstüne kadar sıyırdı, lastik ayakkabılarını ve çoraplarını tahta bavuluna koydu. Bir elinde bavul, sırtında Huda’sı ile buz gibi sulardan geçmeye başladılar, analı oğullu. Ağustos havasında buz gibi akan bir dere. Arada çakıl taşlarının, ayaklarını acıtmasına aldırış etmeden ilerliyordu Hülya, sırtında Huda’sı, elinde bavuluyla. Ayak bileklerine takılan yosunları sürükleye sürükleye derenin karşı kıyısına kadar yaklaştılar. Tam iki adımlık mesafe kalmıştı ki; kocaman bir kaya parçasından ayağı kayan Hülya, sağ elinin üzerine dereye kapaklanmıştı. Üstü başı memelerinin ucuna kadar ıslanmış, deredeki buz gibi suya gömülmüştü. Islanan şalvarı adeta dolgun kalçalarına ve uzun bacaklarına yapışmıştı.
Hüda ise annesinin boynuna sımsıkı sarılıyor, düşmemek için adeta Hülya’ya yapışıyordu. İyi ki Hüda düşmemişti suya. Onun sadece ayağındaki mavi naylon çedikleri ıslanmıştı.
Kıyıdaki çamurla karışık otlardan ve çalı köklerinden tutunarak karşıya geçmeyi başaran Hülya, sonunda derin bir nefes aldı. Şu yaz gününde derenin buz gibi soğuk suyundan geçip üşümek de varmış kısmette. Yüzyıl düşünse bu anı yaşayacağı aklına gelmez insanın.
Eli yüzü çamur içinde kalmış, giysileri neredeyse tamamen ıslanmıştı. Hüda’nın minik ayakları, mavi naylon çediklerinin içerisinde vıcık vıcık olmuştu. Hülya tekrar etrafına bakındı, kimseler görünmüyordu. Sanki ölü sessizliği hâkimdi koca vadide. Karşı köyden tavuk gıdaklamaları, köpek havlamaları da duyulmasa sanki hiç canlı yaşamıyor sanılırdı bu topraklarda…
Derin bir oh çekti Hülya. Kendisini bu ıslak halinde kimse görmemişti neyse ki. Allah için çok güzel bir kadındı. Boylu, poslu, endamlı, akça pakça bir kadın... İçi de tıpkı dışı gibiydi, hiç lekesiz denilecek kadar temiz bir yürek taşıyordu içinde. Onu tanıyan herkes tahmin ederdi hemen bu iç güzelliğini…
Yorgun argın derenin karşı kenarına kendilerini atan ana ve oğlu, orada bulunan söğüt ağaçlarının altında, biraz olsun soluklandılar. Hülya söğütlerin diplerindeki çimlere oturmuş, gözlerinden akan damlaların arasından geldiği yöne doğru bakıyordu. Uzun süre böyle dalgın dalgın baktı. Sonra önündeki dereden gelen bir kurbağanın vıraklaması ile kendine geldi. Yaşlı söğüt ağacının yere yakın olan dalından kendisine uzunca bir sopa yapan Hülya, Huda’nın da elinden tutarak Boztepelere doğru tırmanmaya başladılar. Zira kaybedecek zamanları yoktu. Gerçi Halil’in aklına bile gelmezdi bu yollardan gidecekleri ama tedbiri elden bırakmamak gerekirdi.
Boz tepenin otları kızgın güneşin altında iyice sararmış, tozları insanın gözünü yakan sığırkuyrukları da sarıçiçeklerini açmıştı. Hülya’nın pembe tülbendinden dökülen dalgalı saçları ile doğadaki renkler birbiriyle kaynaşmıştı sanki. Dağlarda sararan otlar, sığırkuyrukları ve oğlunun elinden tutan Hülya var, başka kimse yoktu. Çünkü insanlar ovaya inmiş hasat ve harman telaşındaydılar. Kayalıklardaki el öpenlere gün doğmuş, o kayadan o kayaya koşuşturmaktalar. Hülya sanki sararan otları, sığırkuyruklarını, kayalıkları, kayalıklarda koşuşturan el öpenleri daha önceden tanıyor gibiydi. Çünkü kendi yaşadığı topraklara komşu topraklardı bu topraklar…
Ne zaman ki çakırdikenleri bacaklarına battı, şalvarının paçalarını indirmediğini o zaman anladı. Demek dereden bu yana bu şekilde yürümüştü, iyi ki bir gören olmamıştı, yanakları hafifçe kızararak, sağa sola baktı yine kimsecikler yoktu etrafta. Şalvarının paçalarını düzelterek, o hiç güneş görmemiş bacaklarını kapatıp, gelenülerin, farelerin kaçıştığı, zaman zaman yılanların ıslık çaldığı, çekirgelerin özgürce zıpladığı yollarda, yavşan otları ile kekiklerin insanı serinleten kokusu ile ilerlemeye devam ettiler. Yol boyunca çıplak kayaların üzerinde el öpen dedikleri kertenkeleler sanki hiç yorulmadan kızgın güneşin altında, cıvıl cıvıl kuş sesleri eşliğinde cirit atıyorlardı.
Acaba tilki, kurt gibi hayvanlar da çıkar mıydı karşılarına? Çıksa ne olacaktı ki, hangisi Tombul Cevriye’nin gaza getirdiği Halil kadar tehlikeli olabilirdi? Nasılsa elinde söğüt dalından yapılmış uzun bir sopası vardı. Hem çevrede bu kadar köy var iken, bu kadar köpek sesi varken, hem de yaz ayında tilkilerin, kurtların, buralarda ne işi olabilirdi? Kış değildi ki aç kaslındı hayvanlar.
Aslında kendi korkularını kendi yorumları ile törpüleyerek yoluna devam ederken, bir karabulut gibi üzerlerinden geçen kuş sürüsünün gölgeleri ile fena halde ürkmüş ve irkilmişti. Sonra üzerlerinden geçen sığırcık sürüsünü görünce bu irkilmesinin boşa olduğunu anlamış, kendi kendine gülümsemişti.
Bir saatten fazla olmuştu yola çıkalı. Orak zamanı idi. Köyler, dağlar bomboştu. İnsanlar ovalarda, tarlalarda ya da harmanlarda işlerinin başlarındaydı. Arada bir çıkan kuşların cıvıltıları, uzak köylerden gelen köpek sesleri, birde zaman zaman rastladıkları eşek arıları ile sineklerin vızıldamaları...
İyice yorulmuşlardı her ikisi de. Özellikle de küçük Huda. Güneş yavaş yavaş gökyüzüne yükseldikçe, kızgınlığı da iyice artmaya başlamıştı. Kan ter içinde kalmışlardı. Mavi naylon çediklerinin içi toz, toprak dolan Hüda’yı arada bir kucağına alıyor, tahta bavulunun ağırlığı ile daha fazla gidemeden çocuğu tekrar yürütmek zorunda bırakıyordu Hülya. Üzerindeki şalvarı ve diğer giysileri iyice kurumuş, neredeyse kazık gibi olmuşlardı.
Sığınacak bir ağaç gölgesi baktı, koca boz tepede bir tek ağaç görülmüyordu. İlerde ki karamık çalısının yanında yeniden soluklanmaya başladılar çaresiz. Hülya’nın da, Huda’nın da adım atmaya dermanları kalmamıştı. O mevsimde karamık üzümleri mora bürünür, salkım salkım sallanırlardı. Yanlarındaki karamık üzümünün meyveleri de oldukça fazlaydı. Oğlu ile birlikte koparıp yemeye başladılar. Her ikisinin de dudakları karamık üzümünün suyundan mosmor olmuştu. Özellikle Hüda’nın dudaklarının kenarından aşağıya doğru sıvaşan morluklar, çenesine doğru akıyordu. Bu sevimli haline sarılıp, ağzını burnunu silerek karşılık verdi Hülya. Biricik oğlunun bu komik hali, tebessüm etmesi için yeterli olmuştu Hülya’ya. Uzun süredir gülümsemeyi unutmuştu neredeyse. Huda ilk defa annesinin gülümseyen yanaklarında ki gamzeleri o gülümseme ile fark edebildi. İşaret parmağı ile dokundu annesinin güzel gözüken gamzesine…
İyice susamışlardı her ikisi de. Yedikleri buğday tanesi büyüklüğündeki karamık üzümleri de susuzluktan çatlayan dudaklarına çare olmamıştı. Kına taşlarının üzerinde dolaşan el öpenlerin koşuşturmaları arasında, böceklerin, eşek arılarının vızıltıları dışında hala ses duyulmuyordu etrafta. Hafifçe esen yelin getirdiği yavşan otu ve kekik kokusunun verdiği ferahlık ta olmasa yığılıp kalacaklardı oracıkta.
Koca bir kaya parçasının üzerine geldiklerinde, Hülya’nın daha önceden tanıdığı, kırmızıya çalan küçücük beçik kulaklarının ekşimsi yapraklarından koparmaya ve yüzlerini buruşturarak yemeye başladılar. Neden sonra o koca kayanın aşağı taraflarında söğüt ağaçlarını fark eden Hülya sevindi. Söğüt ağaçları olduğuna göre mutlaka bir yerlerde su da olmalıydı. Yoksa bu dağ başında söğüt ağacı yetişir miydi?
Kayadan aşağı doğru inmeye başladıklarında işittikleri kurbağa vıraklamaları Hülya’nın umutlarını doğruluyor gibiydi. Söğütlerin yanına geldiklerinde, o koca kayanın sanki hüzünlenmiş gibi gözyaşı döktüğünü, üzerinde ki birkaç gözeden damla damla suların aktığını gördüler. Gördükleri kocaman kaya parçası kim bilir kendileri gibi dudakları susuzluktan çatlayan kaç yolcunun derdine derman olmuş, çatlamış dudaklarını ıslatmıştı.
Kayanın üzerindeki gözelerden damla damla akan sular kayanın dibinde oluşan çukurda ufacık bir gölet oluşturmuştu. Hüda ile Hülya ilk iş olarak gölete eğilip avuçlarına doldurdukları suyu kana kana içtiler. Sonra bol bol su dökerek kafalarını, gözlerini, ellerini yüzlerini bir güzel yıkadılar.
Daha sonra Hülya, Hüda’nın ayaklarını, ayakkabılarını, kendi ayaklarını ve ayakkabılarını su ile temizleyip, ayakkabılarını kayanın üzerindeki kızgın güneşte kurumaya bıraktı. Küçücük Huda’sını koynuna alarak bedenlerini söğütlerin gölgesindeki çimlere uzatarak iyice dinlendiler. Oracıkta uyuyakalmaktan korkan Hülya, yattığı yerden doğrularak, desenli yeşil yeleğinin cebinden çıkardığı çakı bıçağı ile söğüt dallarını kesip kabuklarını kavlatmaya başladı. İlk çıkardığı borudan Huda’ya bir düdük yapmıştı. Bu söğüt borusu üflemeyle öttükçe Huda’nın hoşuna gidiyor, öttürdükçe öttüresi geliyordu. O arada ikinci boruyu da çıkaran Hülya, elindeki boruyu kayanın üzerindeki en çok su çıkan gözeye takarak, damla damla süzülen suyu yaptığı söğüt oluğundan akıtmayı başardı. Biraz önce hüzün verircesine ağlayan taş, Hülyanın taktığı söğüt borusu ile çağlayan taş olmuştu sanki.
—Anne bak çeşme gibi akıyor.
—Evet, oğlum gel birer yudum daha içelim.
Yeniden kana kana içtiler bu sudan. Bu esnada küçük göletin yan tarafındaki kuşburnu çalısında asılı çaputları gören Hülya’nın gözleri ışıl ışıl olmuştu aniden. Belli ki karşısında duran ağaç, dilek ağacı idi. Tam da en sıkıntılı gününde dilek ağacıyla karşılaşmak Hülya’nın büyük bir manevi haz duymasına neden olmuştu. Öyle ya dereleri tepeleri aşıp, ayaklarının kendilerini bu yöne doğru sürüklemesi tesadüf olamazdı. Bu dilek ağacı Hülya için bir şans olmalıydı. Hemen başındaki pembe tülbendinden bir iplik çekiştirdi. Bir tel sarı saçı ile birlikte gelen bu ipliği özenle dilek ağacına bağlarken içinden de en güzel dileklerinin kabul olması için bildiği duaları okuyordu. Yanında hiç durmadan “anne, ben de bağlamak istiyorum, ben de bağlamak istiyorum” diye tekrarlayan Huda’ya da tülbendinden bir iplik çıkarıp verdi. Oğlunun minik ellerinden tutarak onun da bağlamasına yardımcı oldu. Dilek ağacında dalgalanan tülbendinin ipliği ile saçlarından kopan sarı saç teli, sanki karalara bürünen yüreğindeki umut ışıklarının yeniden ışıldamaya başladığını hissetmesine neden olmuştu.
“Hani derler ya “ sarıl da karataşa sarıl” diye. İnsan çaresiz kaldığı zamanlar, sığınacak bir yer arar, bu yer kara taşta olsa, kuşburnu çalısı da olsa ondan medet umar. Tıpkı Hülya gibi... Oysa ne karataşta bir keramet vardır ne de kuşburnu çalısında. Bütün iş insanın yüreğindedir. İşte o yürek ne zaman dara düşse, insana çaputta bağlatır, mum da yaktırır.”
Yüreğini biraz olsun ferahlatan bu yerin sonradan Damlalıç ismiyle anıldığını, oradaki dilek ağacının da uğur getirdiğine inanıldığını öğrenecekti Hülya. Kocaman kayadan damlayan sular sayesinde biricik Huda’sıyla birlikte hem susuzluklarını gidermiş, hem de dilek ağacı sayesinde tıpkı boztepenin otları gibi sararmaya yüz tutan umutlarını, sanki yeniden canlandırmaya başlamış gibiydi.
Uzaktaki sığır sürüsünden, gelen zil ve kelek sesleri Hülya’yı kendi köyüne doğru götürmeye yetmişti. Her sabah Halil inekleri, danaları sığıra katmaya götürürken, Hülya’ da elinde bir helki ile onların arkalarından tezek toplar, kışlık yakacaklarını biriktirirdi. Bu topraklarda zamanla orman kalmamıştı. Su kenarlarındaki birkaç söğüt de yetmiyordu kışlık yakacak için. Bu günlerdeki gibi ne likit gazlar, ne de doğal gazlar yoktu, ya da bilinmiyordu o zamanlar. Hülya gil de diğer köylüler gibi tezekle ısınır, tezekle pişirir, tezekle yıkanırlardı.
Köye gelin olarak geldiği zaman uzun süre alışamamıştı tezeğin ağır kokusuna. Yemeklere hatta çaya sinerdi de kokusu, bir türlü yiyip içemezdi pişirdiklerini Hülya. Ne kadar kenar mahalle de olsa o bir şehirde büyümüştü. Şehir çocuğu sayılırdı. Zamanla Hülya’ da köy yaşamına alışmış, artık yemeklere ve içtikleri çaya sinen tezek kokusunu o da algılamamaya başlamıştı. Tıpkı diğer köydekiler gibi.
Çan, zil ve kelek sesleri gittikçe kendilerine yaklaşıyordu. Ayakkabıları iyice kurumuş, kendileri de iyice dinlenmişlerdi nasılsa. Yolcu yolunda gerek dedi içinden. Hemen Hüda’ya mavi naylon çediklerini giydirdi, kendisi de kara lastiklerini takarak, yaptıkları oluktan birer yudum su daha içip, gidecekleri yöne doğru tekrar yola koyuldular.
Huda köyden çıktıklarından bu yana ilk kez sormaya başlamıştı;
—Nereye gidiyoruz anne? Babam neden gelmiyor?
—Şehre vardığımızda sana anlatırım canım, şimdi biraz daha yürümemiz gerekir şimdi.
—Çok yoruldum anne
—Şehre vardığımızda dinlenirsin oğlum.
—Şehirden Kınalı’ya zil alalım mı anne?
—Alalım yavrum, zil de alalım, kelek de…
Kınalı; köydeki kendi ahırlarındaki, yeni doğan kırmızımsı renkli dananın adıydı. Hüda ona adını kendisi koymuştu. Kınalı adı gibi çok sevimli bir danaydı. Tıpkı ceylan gibi bakardı insana. Huda ne zaman ahıra gitse Kınalı’nın boynuna sarılır, onu öperdi. Bazen de evlerinin arkasındaki harman yerine çıkarır Kınalı ile birlikte oradan oraya koşarlardı.
Damlalıç’tan ayrılıp, tepeye doğru çıktıklarında yeniden efil efil yel esmeye başlamıştı. Artık papur dedikleri şoseyi görebiliyorlardı. Karkın köyünün önündeki papurdan Sivas yönüne doğru seyrek de olsa kamyon ve diğer araçların geçtiğini görebiliyorlardı. Önlerinde koca bir ova, sararan ekin tarlaları, top top söğütler, meralarda karınca gibi gözüken sığır sürüleri, oradan oraya bir bulut gibi üzerlerinden uçuşan sığırcık kuşları, biraz ilerde akasya ağacının doruğunda konaklayan leyleklerin yuvası görülebiliyordu.
Artık arkalarından gelecek olanların onları bulma korkusu iyice azalmıştı Hülya’da. Nereden bileceklerdi düz yolu bırakıp ta, anızların içinden, derelerden, tepelerden, papura doğru yol alacaklarını. Kimin aklına gelebilirdi, hiç bilmedikleri, tanımadıkları köylerin tarlalarından, derelerinden, tepelerinden yürüyebileceklerini.
Bizi artık kimse bulamaz diye düşündü Hülya. Bir de Sivas yönüne otobüs, minibüs rastladı mı tamam diye geçirdi içinden. Küçücük Hüda’sının kaderi de mi kendi kaderine benzeyecekti yoksa. Nasıl da yorulmuştu, nasıl benzi solmuştu minik yavrucağın.
Hülya’nın ayakları lastik ayakkabılar içerisinde adeta pişmiş, yürümeye dermanı kalmamıştı neredeyse. Papur dediği şoseyi görünce kurtulacakları düşüncesi, yeniden kuvvet vermişti adeta bükülen dizlerine. Biraz daha kucağına almalıydı yorulan Huda’sını.
Öyle de yaptı. Bir kaya parçasına çıkardığı Huda’sının önüne elindeki bavulu ile çömeldi. Huda’nın minik ellerini omuzlarında hissetmesiyle ayağa kalkıp tekrar yürümeye başladı. Belki de yaşamının en uzun yürüyüşü olacaktı bu yürüyüş. Yeter ki insanın canı yanmasın. Yeter ki yüreği ile çıksın o yola. Bir daha arkasına bakmadan yürür engel mengel tanımadan. Hülya’da öyle bir yolculuğu gerçekleştiriyordu şimdi. Uzun bir yürüyüş…
Bir süre sonra, karşılarında, kerpiçten yapılmış küçük bir türbeye benzeyen yapı vardı. Badem dede türbesini duymuştu, ancak daha önce hiç yolu düşmemişti buralara. Belli ki büyük bir zat, ermiş ya da evliya idi içerdeki yatır. Ziyaret etmek gerekir diye düşündü içinden. Huda’yı yavaşça indirdi sırtından.
İnşallah Badem Dede’nin yüzü gözü hürmetine işleri rast giderdi. Damlalıç’taki dilek ağacından sonra bu türbeye de rastlamak Hülya’nın içinin iyice ferahlamasına yol açmıştı. Hülya sarı buğday rengi saçlarını, arkadan bağladığı pembe tülbenti ile yeniden kapatıp, ellerini göğüs hizasında göğe doğru açarak bildiği duaları tekrarladı oracıkta. Sonra türbenin içine girerken, girişteki duvarın taşlarına niyaz ederek ilerledi. İçerde Badem Dede’nin mezarı, bir duvar oyuğunda mum yakılan yer ve üzerinde erimiş mum parçaları, bir de cöfer denilen toprağın alındığı oyuk vardı. Yan tarafta ise küçücük taş parçalarının, dilek tutularak üzerine yapıştırılmış olduğu, adeta kerpiç binayı sırtlayan bir kaya parçası vardı. Türbenin içinde ellerini kaldırarak Badem Dede’nin yüzü gözü hürmetine Allah’tan güç kuvvet ve sağlık diledi. Hüda’da annesine bakıyor, o ne yapıyorsa kendisi de minik ellerini gökyüzüne açarak aynısını yapıyordu.
Badem Dede’nin mezar taşına ellerini sürdüler. Birer parça cöfer dokundurdular dillerine, küçük taşları yapıştırmaya çalıştılar yan tarafındaki kayaya. Yapıştırdıkları taş nedeniyle dileklerinin kabul olacağı inancıyla ayrıldılar türbeden. Daha sonra işleri rast giderse, bir mum ve lokma ile tekrar ziyarete geleceklerine dair söz verdiler Badem Dedeye. Bakalım onların bir dahaki gelmelerine kadar Badem Dede kendini koruyabilecek miydi? Asiye annesi Hülya’nın böyle düşündüğünü duysa “kendini koruyamayan tekkeyi yel alsın” derdi.
Neden bu düşünceye dalmıştı ki Hülya. Elbette karşısında duran büyük toz bulutundan. Badem Dede türbesinin beş yüz metre ilerisinde, sağ tarafında kocaman bir taş ocağı vardı. Çakıl makineleri, kamyonlar, bulutlara doğru yükselmekte olan toz duman, Belki de dünyanın en büyük taş ocağı, Badem Dede Türbesinin manevi tılsımına kafa tutuyor gibiydi sanki. Ne kadar da hovardaca yok ediliyordu bu topraklar. Tozdan boğulmuş çayır otları, cılız ekin tarlaları, kekik ve yavşan otu kokusuna karışan tezek kokuları arasında bu düşüncelerle yürümeye devam ettiler…
Biraz daha aşağıda onlarca ören yerleri vardı. Büyük şehirlere doğru, doğduğu toprakları, karın tokluğuna terk ederek, bu toprakları öksüz bırakan köylüleri anımsatan bir görüntüydü bu. Koca köyde bir tek bina kalmıştı bacası tüten. Harabe örenlerin arasından geçip, analı oğullu yüzün koyun inmeye başladılar köye doğru.
Madımaklar iyice kartlaşmış, tohuma kalkan çiçekleri neredeyse kurumuş, ebegümeçlerinin yaprakları susuzluktan küçücük kalmış, yer yer görülen kuşburnuların yanaklarına allar düşmeye başlamış, sığırkuyrukları sarıçiçekte, eşekler merada başıboş dolaşmakta, sıpalar koşuşturmakta, ilerdeki harmanlarda tek tük traktörler, patozlar, düven çeken öküzler, yabalarla yığın savuran insanlar, pisipisi otları, kangal dikenleri, kırmızılı morlu çiçekler… Tıpkı Hülya’nın uzaklaşmaya çalıştığı kendi köyü gibi.
Kim bilir bu köyde de kaç Hülya ile Huda yaşıyordur. Kaç tane Halil, kaç tane Tombul Cevriye vardır. Tombul Cevriye gibisinin olacağını sanmıyordu Hülya. O kadın sanki türünün tek örneği gibi çıkmıştı Hülya’nın karşısına. Demek kısmeti, kaderi böyle yazılmıştı. Ya da kolay yoldan kısmetin, kaderin sırtına atmak gerekliydi yaşananları.
Hülya’nın, yukarıdaki taşocağında doğa ile kavga eden insanları görünce kararan yüreğinin, harmanlarda doğa ile iç içe yaşayan insanları gördükçe yeniden aydınlanıyor oluşunu hissediyor gibiydi sanki. Ne zaman içine bir umutsuzluk çökse, peşinden gelen bir umut ışığı Hülya’nın yaşama arzusunu bir daha kamçılıyordu. Hayat denilen şey, demek ki dağlar tepeler gibi inişli çıkışlıydı. Bakalım Hülya’nın önündeki hayat daha ne gibi sürprizleri ile çıkacaktı Hülya ile Huda’nın karşısına…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.