- 977 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Ve kalem yazdı… “اقْرَأْ(Oku)"
Ve kalem yazdı… “اقْرَأْ(Oku)"
Sen okudun….
Okudun Yaratan Rabbin adıyla…
Hira Nur Dağı sarsılıyordu taaa en derinden, kutlu mesajın ağırlığı çökmüştü üstüne. Yüce yaratıcının bu mesajı kendilerine teklif ettiği zamanı hatırladı ve acıdı insana. Gökler, yerler ve dağların yüklenmekten çekindiği bu emaneti insan kabul etmişti. İşte vakit gelmiş ve Hira Mağarası’nda emanet sahibine teslim ediliyordu…
Cibril Kur’an’ı ümmi Peygamber’in kalbine nakşederken, vahyin nuru ile aydınlanan sadece Hira Mağarası değildi. Bütün kainat bu nur ile aydınlanıyordu. Efendimiz, inen vahyin ilk şaşkınlığı içinde evine doğru koşarken taşlar ve ağaçlar onu selamlıyordu…
Vahyin Nur’u Mekke’nin üzerine vurduğunda yarasa ruhlular rahatsız olmuştu. Biliyorlardı ki bu nur, kurdukları karanlık dünyayı yerle bir edecek. Biliyorlardı ki Hak gelince batıl zail olup gidecek. Biliyorlardı ki yer yüzündeki saltanatları artık bitecek.
Bu yüzden Ebu Leheb’ler, Ebu Cehil’ler, Velid ibni Muğire’ler, Utbe’ler, Şeybe’ler var güçleriyle Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’in davasını yaymasına engel olmak için yarışacaklardı.
Bu yarışta başı Cehaletin babası Ebu Cehil çekiyordu. Daha vahyin ilk yıllarıydı Efendimiz namaz kılmak için Kabe’ye inmişti. O’nu namaz kılarken gören Ebu Cehil, etrafına toplanmış olan karanlık gruba seslendi:”İçinizden hanginiz falancalarda kesilen devenin işkembesini getirip Muhammed(sav)’in başına koyar?” Aralarından Ukbe “ben” diyerek koşup işkembeyi getirdi. Allah Resûlü her şeyden habersiz Rabbine yönelmiş namazını eda ediyordu. Tam secdeye vardığı anda iki kürek kemiği arasından başına doğru işkembeyi koydular. Efendimiz başını kaldıramıyordu. Bu sırada olayı gören kızı Fatıma koşarak geldi ve babasının üstündekileri aldı. Sadece namaz kıldığı için bu olaya maruz kalan efendimiz ellerini açtı ve oradaki müşriklerin isimlerini tek tek sayarak Allah’ım sana havale ediyorum diye dua etti.
Efendimizin amcası olan Ebu Leheb inanlara eziyet etmede ondan aşağı kalmıyordu: Peygamberimiz bir gün akrabalarını Safa Tepesine çağırdı. Yüksek bir yere çıkarak onlara seslendi: “Şu tepenin arkasında düşman var ve Mekke’ye saldırmak üzere desem ne dersiniz?” Kalabalık söz birliği etmiş gibi seslendi.” Sen dersen inanırız ya Muhammed(sav). Çünkü sen doğru sözlüsün, çünkü sen emanete hıyanet etmeyensin çünkü sen Muhammed’ül Emin’sin.” Bunun üzerine Efendimiz:
“Biliniz ki Allah beni size elçi gönderdi, en yakınlarımdan başlayarak kendi emirlerini söylememi ve dinlemiyenleri âhiretin azâbı ile korkutmamı emir buyurdu. Geliniz, evvelâ Allâh’ın birliğine, O’ndan başka ilah olmadığına ve benim hak Peygamber olduğuma ve âhiret gününe îman ediniz.”
Bu sözleri duyan Ebu Leheb yerden bir taş aldı ve Efendimize fırlattı. Bir yandan da “ eli kuruyasıca bizi bunun için mi çağırdın buraya?” diyerek bağırdı. Bu söz üzerine Efendimiz daha konuşmadı ve etrafındaki kalabalık da dağılıp gitti.
Efendimiz bir söz söylemedi çünkü bu İslam düşmanına cevabı Allah Tebbet Sûresi’ndeki ayetleriyle verecekti:
Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla.
1. Ebu Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da.
2. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. (ila ahir)
Sadece Paygamberimiz’e değil diğer iman ehline de büyük bir hınçla işkenceler yapılıyordu. Ammar’ın gözü önünde annesinin el ve ayakları develere bağlanıp her bir deve ayrı bir yöne sürülerek vücüdu geriliyordu. Bunu yeterli görmeyen Ebu Cehil ona kızgın çöl kumlarında işkenceler yapıyordu. Ondan istediği tek şey vardı: Lailaheillallah demekten vazgeçmesi; Lat ve Uzza denen putlara boyun eğmesiydi. Onca işkence altında bile o mubarek dudaklardan Ehad’ten başka bir kelime çıkmayacağını anlayan bu din düşmanı, eline geçirdiği mızrağı Sümeyye annemizin kalbine saplayarak onu oğlunun gözleri önünde şehit etmişti. Böylece Sümeyye annemiz İslam’ın ilk şehidi olmuştu.
Bir gün HZ. Ebu Bekir(ra) iman şevki ile Kabe’ye yönelip insanları Allah’a imana çağırdı. Orada bulunan bütün müşrikler olanca güçleriyle Hz. Ebu Bekir’e(ra) yüklendiler. Efendimiz yetişti ancak ona da çullandılar. Bir arbedenin sonunda kavga yatışmıştı. Ancak Hz. Ebubekir kanlar içerisinde baygın bir halde yerde yatıyordu. Onu omuzlayıp evine götürdüler. Hayatından endişe ediliyordu. Uzun süre baygın yattı, ayıldığında ilk sözü “Muhammed(sav) nasıl” oldu. Daha cevabı alamadan tekrar bayıldı. Bir süre sonra yine ayıldığında efendimizi soruyordu: “O yaşıyor mu?” Merak etme yaşıyor dediler ama o gözleriyle görmeden rahat edemezdi. Ona bir şeyler ye ondan sonra gider görürsün dediklerinde. “Allah’a yemin olsun Resullullah’ı dünya gözüyle görmedikçe ağzıma lokma koymam!” diye cevap veriyordu. Bunun üzerine iki kişi koluna girip onu Resulullah’ın evine götürdüler…
Elindeki bütün zenginliği bırakarak genç yaşta imana koşan Mus’ab bin Umeyr’den bahsetmeden geçemeyeceğim burada. Mus’ab Zengin bir ailenin çocuğuydu. Boylu poslu, yakışıklı bir delikanlıydı. Bir giydiğini bir daha giymiyordu. Mekke’nin bütün kızlarının gözleri onun üstündeydi. Annesi hayran olduğu oğluna Şam’dan, Hindistan’dan kumaşlar getirip en güzel elbiseleri diktiriyordu. Mus’ab, bunca şatafat içerisinde önceleri ilgilenmedi Mekke’de yaşanan bu değişimle; fakat onunda sinesi vahyin sırrına daha fazla kayıtsız kalamadı bir gün kararını verdi ve gitti Efendimiz’in yanına.Varır varmaz da Kur’an ile tanıştı ve bir daha da O’ndan ayrılamadı. Elindeki bütün zenginlikleri elinin tersiyle itti. Annesi ve babası onun Müslüman olduğunu duyduklarında önce vazgeçmesini istediler. Fakat Kur’an öyle mesajlar veriyordu ki O’na bağlanan bir daha asla geri dönmek istemiyordu. O da dönmedi. Bunun üzerine ailesi ona olmadık işkenceler yaptı. Onu zindana attılar, zincire vurdular ama bu on yedi yaşındaki delikanlı bir adım bile geri adım atmadı.
Kutlu mesajın yayılmaya başladığı bu yıllar eziyet ve işkencelere karşın bunun gibi nice kahramanlık ve fedakarlık tablolarıyla süslenen yıllardı. Bunları anlatmaya değil sayfalar kitaplar yetmez. Ancak ben Hz.Ebubekir, Hazreti, Ömer, Hazreti Ali ve Hz. Osman için mümkün olursa ayrı birer yazı yazmayı düşünüyorum.
Bütün bunlarla beraber Hz. Hamza, Ebu Zer, Ammar bin Yasir, Sa’d bin Muaz, Ubeyde bin Cerrah, Sa’d bin ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Abdurrahman bin Avf, Zübeyr bin Avvam ve daha nicelerinin burada şükran ile anmak istiyorum.
Bir eğitimci olarak çok üzülüyorum. Gençlerimiz maalesef futbolcuların ve popçuların isimlerini bildikleri kadar bile Efendimizin can yoldaşı arkadaşlarının isimlerini bilmiyorlar. Bilmem beni üzdüğü kadar sizleri de üzüyor mu bu durum? İnşallah üzülenlerdensinizdir?
Büyük şair Arif Nihat Asya Naat’ında ne güzel ifade ediyor bu hali:
Yeryüzünde riyâ, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor...
Diller, sayfalar, satırlar
“Ebu Leheb öldü” diyorlar.
Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed
Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor!
YORUMLAR
Gerçekten çok duygulandım gerçek AŞK PEYGAMBER EFENDİMİZ' e olandır. bir sonraki yazınızı merakla bekliyorum...