11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1115
Okunma
Eylül 11, 1646 Kaplumbağa Adası
Kadim Dostum Robert Walshingham,
Ne çok oldu yazışmayalı! Kızıyorsun, haklısın. Kızmıyorsan, niye kızmadığını bana söylemelisin. Ama Aziz Peter aşkına beni karşılıksız bırakma.
Sen belki bana yazdın ama göndereceğin adresi bilemedim. Doğaldır. Yıllarca nerede olduğumu yüksek sesle söyleyemedim. Eski günlerdeki gibi İngiltere’de olsak tahmin etmesi kolay olurdu. Derdin ki kendi kendine: “Şu bizim hayta George ortalarda gözükmüyorsa ya sahilde kaçakçılık yapıyordur, ya da zengin bir dulun koynundadır.” Halbuki George başını alıp okyanusun ötesine gittiğinden beri bunu da diyemez oldun. Diyecek sözüm yok, başımdan geçenleri anlatmaktan başka.
Gemiye binip de Antillerin yolunu tuttuğumda gelecekten çok umutluydum. Bir limanda alım satım işine girerim, kısa zamanda toprak alacak kadar zengin olurum diye hayaller kuruyordum. Yatağıma her gün başka bir köle kız alacaktım, bir başkası yatağa meyva getirecekti, ama onu da geri göndermeyecektim; anlarsın ya... Neyse, uzatmaya gerek yok, hayallerim çabucak suya düştü. Barbados’ta limanda insanlar bir balya pamuk taşımak için birbirini kesmeye hazırdı; kimsenin bana ticaret yaptıracak hali yoktu. Yanımda getirdiğim dul kadının paraları hızla tükeniyordu. Yapacak iş olmayınca ben de hana kapandım; handa içtikçe paraların suyunu çekmesi de hızlanıyordu. Gün geldi, elde avuçta bir şey kalmadı. İşte o gün, takdir-i ilahi olmalı, bir adama denk geldim. Sonradan adamın çevrede iyi tanındığını ama iyi olarak tanınmadığını öğrenecektim. Adamın adı Edward Eason idi. Yanındakilerinin Dikenli Ed diye çağırdıkları bu deniz kurdu bana ufak bir sır verdi:
“Para kazanmak için iki şeye ihtiyacın var: İlki canını ortaya koyacaksın, ama koyarken de değmesine dikkat edeceksin. Yoksa şuradaki sefil mahlukat gibi kendini iki peniye adam keserken bulursun. İkincisi ise İspanyol kalyonlarına yakın olacaksın.”
“Peki nasıl İspanyolların peşine düşerim?”
“Her şeyi de ben öğretemem, değil mi ama? Şimdi bana teşekkürlerini sun bakalım.”
İçtiği rom miktarına bakılırsa onun Dikenli yerine Sünger Ed diye çağrılmasının daha doğru olacağını anladım. Sonrasında hesabı ödemek için hancıya bir hafta için bedavaya çalıştım ama Ed’in öğüdü hepsine değdi.
Gemi demirleyeceği limanı bilirmiş. Bana da aynen böyle oldu. Çok geçmeden kendimi Kaplumbağa adasında buldum. Tanınana kadar her türlü ayak işini yaptım. Burada yazamacağım iğrençliklere bulaştım. Ama önemli olan kendime bir isim edinmemdi; bunu da başardım. Böylece teknelere geçebildim. Bir kere sefere çıktın mı, rahatsın. Sonrası geliyor. Hatta ağzın laf yapıyor, kafan da çalışıyorsa bu cehennem tayfasının başına geçebiliyorsun. Ama sona saklamam gerekenden şimdi bahsetmeyeyim.
Her ne kadar Dikenli Ed kalyonlardan bahsettiyse de ilk tercihimiz onlar değildi. Herkesin harcı değildir kalyona bordalamak. Mümkün olduğunca ticari yelkenlilerin, özellikle de karakların peşine düşüyorduk. Karak denilen teknelerin mürettebatı daha az silahlı, bu yüzden de daha ürkektirler. Bu açıklarının İspanyollar da farkındaydılar. Giderek altınlarını ve gümüşlerini daha çok kalyonlarla gönderir olmuşlardı. Bu noktada bir karar vermemiz gerekiyordu: Ya korsanlığı bırakacak, ya da aramızda işbirliği yapacaktık. Hemen “Ne var ki bunda?” deme. Burada söz vermek, anlaşma yapmak öyle kolay değildir. Anlaşma bozulursa “dava” başlar. Dava başlamışsa işi gücü bırakır, seni üç kağıda getirenin peşine düşersin. Yoksa itibarını kaybeder, denize çıkacak tayfa bulamazsın.
Ne kadar yontulmamış da olsalar, sağduyuları ağır basınca sonunda kaptanlar bir araya gelip anlaşmaya vardılar. Anlaşma için epey ter döktüğümden kaptan olmasam da sözü geçer biri konuma yükseldim. Artık tek gereksinimim bir tekneydi. Bunu elde etmek de biraz zaman aldı.
Biz İspanyolları nasıl yağmalayalım diye düşünürken Kaplumbağa Adası’nda da başka gelişmeler oluyordu. Ada İngilizler’den İspanyollara, sonra da Fransızlara geçti (Tabi İspanyollar gelince hepimiz tası atrağı toplayıp civar adalara dağıldık.) Fransızlar iyiydi; hatta İspanyollara bulaşma konusunda bizi epey cesaretlendiriyorlardı. Hele bir seferinde adadaki ortamı yumuşatmak için vali adaya tamı tamına 1,650 tane fahişe getirdi. Bir bakıma iyi de oldu çünkü daha önceden İspanyollardan elimize geçen esir kadınları adadaki güruhtan koruyacağız diye akla karayı seçiyorduk. Korumaktan kastımız kurtarmalık alana ya da onları bir pazarda satana kadar sağ kalmalarıydı. Yoksa hiç bir kaptan veya tayfabaşı esirlerin tadlarına bakmamazlık etmezdi. Vali bu esir alım satımından vazgeçmemizi istiyordu ama onu kim dinledi ki...
Kaptan olmamda çabalarım kadar şansımın da etkisi oldu. Ama hey! Denizdesin, tabi ki kaderin rüzgarın merhametine kalmış durumda. Bordaladığımız bir karaktaki tayfalar İspanyol askeri çıkınca güvertede kızılca kıyamet kopmuştu. Toz duman dağıldığında bir de baktık ki, kaptan yerde, ölülerin arasında. Sana ölmüşlerimin üzerine yemin ederim ki, ensesindeki kurşun benim tabancamdan çıkmamıştı. Her neyse, kimse olayın üzerinde durmadı; ben kaptanlığımı ilan edince de karşı koyan olmadı. Artık adım da değişmişti: Kaptan Blakney! Kendime ait bir teknem, direğine çektiğim bayrağım vardı.
-Di li geçmişte konuştuğuma bakma, bunların hepsi bugün de var. Hatta elimin altındaki tekne sayısı üçü buldu, adadaki en sözü geçenlerden biriyim, dahası geçen hafta valiyle yemek yedim (O aşifte karısını en az bizim kadar kendisi de tanıyor olmalı ki, yanımıza çıkarmadı.) Nereden nereye!
İnsanın biraz zamanı olunca ister istemez hayatını gözden geçiriyor. Hayal kurduğun kadar geçmişe de gidiyorsun. Buradaki geleceğim belli: Ya ben de bir gün enseme kurşunu yiyeceğim, ya da yeterli dünyalık topladığıma inanıp köşeme çekileceğim. Emekliliğin hazırlıklarını şimdiden yapmaya başladım. İngiltere’ye geri dönmek istiyorum. Biliyorum, hükümet yaptıklarımızı görmemezlikten geliyor ama yine de resmi bir beraat belgesine sahip olmak vicdanımı daha da rahatlatır. Senden ricam, oradaki havayı koklaman, yukarıdakilerle sohbet etme fırsatın olduğunda fazla çaktırmadan bu belgeyi edinmenin yollarını bulman. Hiç merak etme, her türlü masrafın tarafımdan cömertçe karşılanacaktır.
Hatta bir ön teşekkür olarak sana bu mektubu adanın gediklilerinden Jacob Clodhopper ile gönderiyorum. İsmi sana bir şey ifade etmeyebilir ama valiye Tekdiş Jackie’nin elinde olduğunu söylersen sıkı bir mükafat alacağına eminim (Birkaç sene önce başındaki ödül 200 pound kadardı. Şu aralar kimbilir ne olmuştur?)
George Blakney