- 1093 Okunma
- 11 Yorum
- 0 Beğeni
Kaplumbağa Adası
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Eylül 11, 1646 Kaplumbağa Adası
Kadim Dostum Robert Walshingham,
Ne çok oldu yazışmayalı! Kızıyorsun, haklısın. Kızmıyorsan, niye kızmadığını bana söylemelisin. Ama Aziz Peter aşkına beni karşılıksız bırakma.
Sen belki bana yazdın ama göndereceğin adresi bilemedim. Doğaldır. Yıllarca nerede olduğumu yüksek sesle söyleyemedim. Eski günlerdeki gibi İngiltere’de olsak tahmin etmesi kolay olurdu. Derdin ki kendi kendine: “Şu bizim hayta George ortalarda gözükmüyorsa ya sahilde kaçakçılık yapıyordur, ya da zengin bir dulun koynundadır.” Halbuki George başını alıp okyanusun ötesine gittiğinden beri bunu da diyemez oldun. Diyecek sözüm yok, başımdan geçenleri anlatmaktan başka.
Gemiye binip de Antillerin yolunu tuttuğumda gelecekten çok umutluydum. Bir limanda alım satım işine girerim, kısa zamanda toprak alacak kadar zengin olurum diye hayaller kuruyordum. Yatağıma her gün başka bir köle kız alacaktım, bir başkası yatağa meyva getirecekti, ama onu da geri göndermeyecektim; anlarsın ya... Neyse, uzatmaya gerek yok, hayallerim çabucak suya düştü. Barbados’ta limanda insanlar bir balya pamuk taşımak için birbirini kesmeye hazırdı; kimsenin bana ticaret yaptıracak hali yoktu. Yanımda getirdiğim dul kadının paraları hızla tükeniyordu. Yapacak iş olmayınca ben de hana kapandım; handa içtikçe paraların suyunu çekmesi de hızlanıyordu. Gün geldi, elde avuçta bir şey kalmadı. İşte o gün, takdir-i ilahi olmalı, bir adama denk geldim. Sonradan adamın çevrede iyi tanındığını ama iyi olarak tanınmadığını öğrenecektim. Adamın adı Edward Eason idi. Yanındakilerinin Dikenli Ed diye çağırdıkları bu deniz kurdu bana ufak bir sır verdi:
“Para kazanmak için iki şeye ihtiyacın var: İlki canını ortaya koyacaksın, ama koyarken de değmesine dikkat edeceksin. Yoksa şuradaki sefil mahlukat gibi kendini iki peniye adam keserken bulursun. İkincisi ise İspanyol kalyonlarına yakın olacaksın.”
“Peki nasıl İspanyolların peşine düşerim?”
“Her şeyi de ben öğretemem, değil mi ama? Şimdi bana teşekkürlerini sun bakalım.”
İçtiği rom miktarına bakılırsa onun Dikenli yerine Sünger Ed diye çağrılmasının daha doğru olacağını anladım. Sonrasında hesabı ödemek için hancıya bir hafta için bedavaya çalıştım ama Ed’in öğüdü hepsine değdi.
Gemi demirleyeceği limanı bilirmiş. Bana da aynen böyle oldu. Çok geçmeden kendimi Kaplumbağa adasında buldum. Tanınana kadar her türlü ayak işini yaptım. Burada yazamacağım iğrençliklere bulaştım. Ama önemli olan kendime bir isim edinmemdi; bunu da başardım. Böylece teknelere geçebildim. Bir kere sefere çıktın mı, rahatsın. Sonrası geliyor. Hatta ağzın laf yapıyor, kafan da çalışıyorsa bu cehennem tayfasının başına geçebiliyorsun. Ama sona saklamam gerekenden şimdi bahsetmeyeyim.
Her ne kadar Dikenli Ed kalyonlardan bahsettiyse de ilk tercihimiz onlar değildi. Herkesin harcı değildir kalyona bordalamak. Mümkün olduğunca ticari yelkenlilerin, özellikle de karakların peşine düşüyorduk. Karak denilen teknelerin mürettebatı daha az silahlı, bu yüzden de daha ürkektirler. Bu açıklarının İspanyollar da farkındaydılar. Giderek altınlarını ve gümüşlerini daha çok kalyonlarla gönderir olmuşlardı. Bu noktada bir karar vermemiz gerekiyordu: Ya korsanlığı bırakacak, ya da aramızda işbirliği yapacaktık. Hemen “Ne var ki bunda?” deme. Burada söz vermek, anlaşma yapmak öyle kolay değildir. Anlaşma bozulursa “dava” başlar. Dava başlamışsa işi gücü bırakır, seni üç kağıda getirenin peşine düşersin. Yoksa itibarını kaybeder, denize çıkacak tayfa bulamazsın.
Ne kadar yontulmamış da olsalar, sağduyuları ağır basınca sonunda kaptanlar bir araya gelip anlaşmaya vardılar. Anlaşma için epey ter döktüğümden kaptan olmasam da sözü geçer biri konuma yükseldim. Artık tek gereksinimim bir tekneydi. Bunu elde etmek de biraz zaman aldı.
Biz İspanyolları nasıl yağmalayalım diye düşünürken Kaplumbağa Adası’nda da başka gelişmeler oluyordu. Ada İngilizler’den İspanyollara, sonra da Fransızlara geçti (Tabi İspanyollar gelince hepimiz tası atrağı toplayıp civar adalara dağıldık.) Fransızlar iyiydi; hatta İspanyollara bulaşma konusunda bizi epey cesaretlendiriyorlardı. Hele bir seferinde adadaki ortamı yumuşatmak için vali adaya tamı tamına 1,650 tane fahişe getirdi. Bir bakıma iyi de oldu çünkü daha önceden İspanyollardan elimize geçen esir kadınları adadaki güruhtan koruyacağız diye akla karayı seçiyorduk. Korumaktan kastımız kurtarmalık alana ya da onları bir pazarda satana kadar sağ kalmalarıydı. Yoksa hiç bir kaptan veya tayfabaşı esirlerin tadlarına bakmamazlık etmezdi. Vali bu esir alım satımından vazgeçmemizi istiyordu ama onu kim dinledi ki...
Kaptan olmamda çabalarım kadar şansımın da etkisi oldu. Ama hey! Denizdesin, tabi ki kaderin rüzgarın merhametine kalmış durumda. Bordaladığımız bir karaktaki tayfalar İspanyol askeri çıkınca güvertede kızılca kıyamet kopmuştu. Toz duman dağıldığında bir de baktık ki, kaptan yerde, ölülerin arasında. Sana ölmüşlerimin üzerine yemin ederim ki, ensesindeki kurşun benim tabancamdan çıkmamıştı. Her neyse, kimse olayın üzerinde durmadı; ben kaptanlığımı ilan edince de karşı koyan olmadı. Artık adım da değişmişti: Kaptan Blakney! Kendime ait bir teknem, direğine çektiğim bayrağım vardı.
-Di li geçmişte konuştuğuma bakma, bunların hepsi bugün de var. Hatta elimin altındaki tekne sayısı üçü buldu, adadaki en sözü geçenlerden biriyim, dahası geçen hafta valiyle yemek yedim (O aşifte karısını en az bizim kadar kendisi de tanıyor olmalı ki, yanımıza çıkarmadı.) Nereden nereye!
İnsanın biraz zamanı olunca ister istemez hayatını gözden geçiriyor. Hayal kurduğun kadar geçmişe de gidiyorsun. Buradaki geleceğim belli: Ya ben de bir gün enseme kurşunu yiyeceğim, ya da yeterli dünyalık topladığıma inanıp köşeme çekileceğim. Emekliliğin hazırlıklarını şimdiden yapmaya başladım. İngiltere’ye geri dönmek istiyorum. Biliyorum, hükümet yaptıklarımızı görmemezlikten geliyor ama yine de resmi bir beraat belgesine sahip olmak vicdanımı daha da rahatlatır. Senden ricam, oradaki havayı koklaman, yukarıdakilerle sohbet etme fırsatın olduğunda fazla çaktırmadan bu belgeyi edinmenin yollarını bulman. Hiç merak etme, her türlü masrafın tarafımdan cömertçe karşılanacaktır.
Hatta bir ön teşekkür olarak sana bu mektubu adanın gediklilerinden Jacob Clodhopper ile gönderiyorum. İsmi sana bir şey ifade etmeyebilir ama valiye Tekdiş Jackie’nin elinde olduğunu söylersen sıkı bir mükafat alacağına eminim (Birkaç sene önce başındaki ödül 200 pound kadardı. Şu aralar kimbilir ne olmuştur?)
George Blakney
YORUMLAR
Yazımı Güne getiren Seçki Kuruluna teşekkürlerimi ve saygılarımı sunmak isterim.
Bu teşekkür yazısının devamını bazı yorumlarda altı çizilen dil seçimi hakkında kendi fikirlerimi ifade etmek için kullanacağım. Seçki Kurulunun hoşgörüsüne sığınıyorum.
Öykünün altına güzel yorumlar aldım. Güzelden kasdım okuyucunun fikrini alabildiğim yorumlardı. Bazılarında ortak bir nokta vardı; ben de onunla ilgili düşüncelerimi (bir anlamda savunmamı) belirtmek istiyorum.
- büyüdüğü topraklarda kullanılan jargon onu her zaman açığa çıkartıyor
- küçük bir pürüz var sanki..hani Amerikan yapımı filmleri izlerken altyazı da 'oh,my God' ı 'aman Allah'ım' olarak çevirirler ya..sanki takdir-i ilahi de öyle gibi olmuş..az sırıtmış gibi
- okurken orjinalin dışında bir şey var hissine hakim olunca içerisinde barındırdığı kelimeleri analiz edeyim dedim. ''Hayta'' bunun yerine holigan mı olmalıydı acaba. Takdir-i ilahi acaba burada da tanrının işi. gibi.mi deseymişsiniz.
Başka bir kültüre ait öykü anlatırken karşısınıza çıkan ilk zorluklardan biri de anlatının dili oluyor. Nasıl bir dil kullanacaksınız? Günlük konuşmanın terimlerini nasıl seçeceksiniz? Eğer okuduysanız farketmişsinizdir, öykü İngiliz asıllı bir korsanın mektubundan ibaret. Eğer korsan yüksek bir sınıfa dahil olsaydı, mektupta bunu vermek daha kolaydı.
'Sonra leydiye bizi fevkalade zor bir durumda bıraktığının farkında olup olmadığını sordum (Lord Hamillgton karısını yatakta seyisle basmış).
Peki ya değilse? Öykünün anlatıcısı George daha korsan olmadan kaçakçılıkla uğraşmış, yüksek sınıfına ait olmayan biriydi? Onu Türkçe'de nasıl konuştururdunuz?
Ben mümkün olduğunca konuşma dili olmasına özen gösterdim. Yanlış anlaşılmayacağını bilsem dilbilgisi ve imla hataları yapardım (Halihazırdakiler benim kendi hatalarımdır, George'un değil). Günlük dilden deyimler aldım. Doğaldır ki bu deyimler İngilizce değil Türkçe'ydiler. Bu noktada da itirazlar geldi.
Bir noktanın altını çizmek isterim: Türkçe'de özellikle dini referanslar Arapça'dan dile geçmiş durumda (Her ne kadar günah kelimesi Farsça kökenliyse de...) Hal bu iken bu tarz kelimelerin her kullanımı bir çok okuyucuya inandıkları İslam dinini hatırlatıyor. Bu da metnin dilinin yadırganmasına yol açıyor. Halbuki böyle olmamalı. Bizim İslam'la özdeştirdiğimiz birçok Arapça kökenli kavram İslam'ın tekelinde değil. Takdir-i ilahi Türkçe konuşan Hristiyanlar tarafından kullanıyor. Ama okuyucu bunu sadece Müslümanların ağzından duymuşsa kendi inancının parçası olarak algılıyor.
1778’de Lizbon’da deprem olduğunda bazı din adamları “Takdir-i İlahidir bu” demişler. (Can Dündar)
Bu yüzden en azından bu kelimenin kullanımında bir sorun olduğunu düşünmüyorum.
Sabrınızdan ötürü teşekkür ederim. Yorum yapan veya okuyan herkese en derin saygılarımla.
İlhan Kemal
Michael Keaton, Jim Carrey, veya Christopher Walken'dan birisi (Hepsi Jack Sparrow rolü için düşünülen oyuncular) batan tekneden iskeleye geçen Sparrow'u oynamış olsalardı büyük olasılıkla serinin devam filmleri olmazdı.
zekice düşünülmüş güzel kurgu
tebriklerim günün yazısına çok değerli yazarına..:)
sevgim saygım selamlarımla..
İlhan Kemal
Genç bir kızken korsan filmlerine bayılırdım. O zamanlar daha sık yayınlanırdı sanırım bu tarz filmler. Annem televizyonun başında saatler geçirdiğim için öfkelenir "Seni hocaya okutmak farz oldu" derdi. Öyle ya; kızların korsanlara ya da katillere neden ilgisi olsundu ki...Maraz bulunmalı, vakitlice tedavi edilmeliydi. Sonrası maazallah hüsran olabilirdi.
"Hanımefendiciğim bu nasıl çeyizdir böyle, dantelleri sırf çapa motifi, etamin panoları yarısı denize gömük gemilerle dolu. Damat bohçasındaki pijama bile bahriye askerlerinin giydiği üniformaları anımsatıyor. Af buyurun fakat, sizin kız ne işle iştigal."
"Ayıptır söylemesi kendisi biraz eşkıyadır efenim."
Velhasıl, annemin geleceğime dair derin korkuları yüzünden maceracı korsan kişiliğim bir alt benlik olarak gizlenmek durumunda kaldı. Oysa köydeki gölün ortasındaki küçük kayalıkları bile Karayipler olarak hayal edebiliyordum.
Zaman geçtikçe korsanlığın aslında bir ruh hali olduğunu anladım. Tek gözü çıkık ya da değil. Korsan ruhlu insanların dünyaya tek bir daireden ama alabildiğine geniş baktığını düşünüyorum.Tepegöz gibi.
Öyküdeki kahramanını işte bu haleti ruhiyeyle karşıladım. Baştan pozitif yönde önyargılıydım yani. Öykü ilerledikçe karakterin sefil hallerini, ebatından büyük atılganlığını, sinsiliğini, tesadüfler silsilesiyle elde ettiği başarıyı, fakat herkes kadar insan yanını gösterdiniz bize. Bunu bir mektupla anlatma fikri ise gerçekten çok orjinaldi. Mektup havası hikayeye başka bir derinlik kazandırdı.
İtiraf etmeliyim ki, mektubun sonunda okkalı bir sır bekliyordum. Fakat yine karaktere yaraşır bir taleple karşılaştım.
Finalde iki şey aklımda çözülmesi gereken bir mesele olarak kaldı: Paraları maceraperest bir aylak tarafından tüketilen dul kadına ne oldu? Robert bu mektuba kızdı mı? Galiba Robert adına bir cevap yazmak geldi içimden. Tekaütünü bekleyen şirin korsanımızın gözünü posta kutusunda bırakmamak adına. En çok da öykünün bende oluşturduğu "devam" dugusunu tatmin için. Her okur hikayenin sonunda kendi finalini oluşturur ya aslında.
Öyküyü bir süredir zihninizde kurguladığınızı söylemişsiniz. Bunu nasıl başarırlar anlamış değilim. Daha bir kere kafamda öykü kurgulayamadım. Hep bir başlangıç cümlesi vardır. Ama taslak asla klavyenin başına oturmadıkça netleşmez. Oturup yazmaya başlamadıkça beynimde öykü kabarcıkları oluşmaz bile. Yazarken aksi, lanet ve çekilmez bir mahlukata dönüştüğüm için Allah etrafımın selameti açısından benden bu zihinde kurgulama yetisini almış olmalı.
Son olarak, iyi ki sizinle aynı platformdayım demek istiyorum. Bu şanstır.
Tebrik ediyorum.
Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
İlhan Kemal
Mektubun sonundaki sır... Süprizli son başa beladır. Birincisi yeterince kuvvetli değilse okuyucu Zaten baştan ne olacağı belliydi der. İkincisi, hadi diyelim süprizi kotardınız, okuyucu olduğu yerde çakılı kaldı, şaşkınlıktan gece yatarken çocuğu yerine evin köpeğini öptü, süprizin bedelini bir sonraki öyküde ödersiniz: Okuyucu orada da bekler. Olmayınca da Ee, o zaman bunu niye okudum? diye tepki gösterebilir (Bir korsan hikayesinde beklenmedik bir final olması da gayet doğaldır). Ama ne yazık ki bu sefer şaşırtmaca yok.
Dul kadın birden fazla. Onlara ne olduğuyla ilgilenseler sanırım George bu işi fazla uzun sürdüremezdi.
Robert bu mektuba kızdı mı? Robert'in kim olduğunu bilmiyoruz. Belli ki George kadar maceraperest değil. Aynı zamanda da onun arkadaşı; yani George'un huyundan suyundan haberdar. Siz Robert olsanız nasıl bir yanıt gönderirdiniz? Robert'in günlük hayatından bahseder miydi? Onun sıradan toprak sahipliği George'un korsanlığından daha acımasız olur muydu? Bilemiyorum. Her şey Engindeniz'in kalemine bakıyor.
Öykünün konusu bir anda aklıma geliverdi (Okula gitmeye hazırlanırken). Genelde hemen oturup yazmıyorsam cümleleri düşünmemeye çalışırım. Ama genel gidişatının öyküleştirmeye uygun olup olmadığını da bakarım. Bir korsanın hayatı... Ne zaman kısa bir anlatıya sığar? Şömine başında etrafındakilerine anılarını anlatırken? Olabilir ama bu formatı çok kullandım. O zaman bir mektupla. Peki o mektup niye yazılmıştır? Yalnızlıktan haberleşme ihtiyacıyla mı? Yoksa bir taleple mi? gibi bir seri soru-yanıt bölümü oldu.
Buna karşın bir sonraki öyküm bir şarkı sözüyle başladı:
She packed my bags last night pre-flight
Sonrasını ben de bilmiyorum. Bu tarz yazdığım öyküler de çokca var. Hikaye bittiğinde kendimi tamamen bilmediğim yerde bulabiliyorum.
Bence hepimiz birbirimiz olduğu için şanslıyız. Tek başımıza ben denli üretken olamazdık (ya da ben olamazdım).
Daha da uzun yorumlarda görüşmek dileğiyle.
sizden bahsedildiğini duymuştum bir yerlerde.. lakin çok da istediğim şeyleri bulamadım bu bölümde, bu da benim eksikliğim olsun sayın ilhan kemal..
ama okuduğum diğer yazılarınız , yazı altlarındaki yorumlarınız asla ve asla edebiyatta boş bir kalem olmadığınızı ifade ediyor. hikaye için kendi payıma teşekkür ederim ..
İlhan Kemal
Kaplumbağa Adası, kurgusu ve dili üzerine düşündüğüm ama yine de iddialı olmadığım bir öyküydü (Bunu bir çok öyküm için derim aslında; hemen hepsi eskiz sınıfındadır benim için). Güne gelmesi bir anlamda şanssızlığı oldu. Gönül isterdi ki size daha tatminkar bir anlatı sunayım ama olmadı. Umarım bir dahaki sefere olur diyorum; olmadı bir sonrakine... Samimi yorumunuz için teşekkür ederim. Saygılarımla.
Türk usulü korsancılık. :) ya kusura bakmayın inanın çok güzel olmuş ama okurken orjinalin dışında bir şey var hissine hakim olunca içerisinde barındırdığı kelimeleri analiz edeyim dedim. ''Hayta'' bunun yerine holigan mı olmalıydı acaba. Takdir-i ilahi acaba burada da tanrının işi. gibi.mi deseymişsiniz. birkaç nokta daha var sanırım.
Çok bizden geldi.
Oysa bizim korsanımız dan çok serserimiz mevcut.
Melez bir yazım olmuş :) kızdınız... barış için uzatılmış bir el havada kalsın istemezsiniz sanırım.
Saygı ve sevgiler.
İlhan Kemal
Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Saygılarımla.
Keyifle okudum çok güzel bir korsan hikayesi...Gece gece çok iyi gitti...Sevgilerimle...
İlhan Kemal
Beğenmenize sevindim. Bir sonraki öykü de gece başlıyor, seyahatı içeriyor ve gelecek kaygıları taşıyor. Sevgilerimle.
Fırsatlar dedim ,bazı aralıklar insan hayatında değişimlere neden olabilir.
Oldukça güzel bir öykü
İlhan Kemal
bu yazar hep zor işlere kalkışıyor kanısındayım...korsan hikayesi bir de üstüne üstlük bunu mektupla anlatmak..çılgınca....
ama..küçük bir pürüz var sanki..hani Amerikan yapımı filmleri izlerken altyazı da 'oh,my God' ı 'aman Allah'ım' olarak çevirirler ya..sanki takdir-i ilahi de öyle gibi olmuş..az sırıtmış gibi:))
saygılar..
İlhan Kemal
Düşündürücü yorumunuz için teşekkür ederim. Saygılarımla.
Okuduğum bütün hikayelerin tek bir kahramanı var Yazar :) Sık sık isim değiştirse de, büyüdüğü topraklarda kullanılan jargon onu her zaman açığa çıkartıyor. Arka planda duran bir sempati oluşturuyor bu da.
Yeniden sizi okumaktan dolayı mutluyum. Nuray Telli hanımefendiyi hassaten tebrik ediyorum, kıymettar insanlar görmek bambaşka bir keyif.
Selamla...
İlhan Kemal
Yazar mıdır bu hikayelerin kahramanı? Yazarın adına geliniyorsa öyledir. Benim Chao, Engindeniz, Laci ya da Yakuphan'ı tıklamam da o kahramanların diğer maceralarını okuma isteğindendir. (Yazar sırası alfabetiktir)
İyi ki geldiniz. Saygılarımla.
asran
nuray telli
Aynur Engindeniz
Asran Hanım, beni gülümsettiniz :)
Tam adım yazılsaydı alfabetik sıralamada bir numara olacaktım. Yazık bu şansı kaçırdım demeyeceğim, listeye girmek bile kafi.
Sabiha KÜÇÜKTÜFEKÇİ
gülümseyen yüzünüzü görmek ne güzel özlemiştik hoşgeldiniz Asran hanım (bu aralar ben de seyrek giriyorum) yeniden hoşgeldiniz sevgilerimle selamlar..:))
asran
Bende sizi gördüğüme sevindim sayın Tüfekçi :) Şimdi girdik eve saat akşamın 11 i olmuş neredeyse. Ne güzeldi sabahtan akşama sitede olduğumuz zamanlar değil mi :)) Kolaylıklar diliyorum size de :) Selamlarım ve sevgimle...
İlhan Kemal
Korsan hikayelerini severim.Mektup okumaya ise bayılırım.İkisi bir arada çok güzel olmuş.Hızlıca okundu ve bitti.Emeğinize saglık.Saygılarımla.
İlhan Kemal
nuray telli
Arada sahil kentlerinde dolaşır özelllikle korsanların izlerini taşıyan kıyılarda gezindiğimde onları hissetmeye çalışırım.Çogu zaman sakin koylarda ürperirim ama ilgisizde kalamam.Her daim izleri çekici geliyor.Ve yazılanları okumakta hoşuma gidiyor.Sizin yazınızıda ilgiyle okudum.Saygılarımla