- 544 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Eylülde Gelmediler....
Eylül`de gel` mediler`e anlamlı bir yanıt
Sevgili Aysel Yenidoğanay yer yer beğendiği bir şiiri yada bir yaziyi bizlerle paylaşır. Ben de açıkcası paylaştığı bu eserleri hiç vakit kaybetmeden okurum. Açıkcası beğenisine inanirim, takii son gönderisine kadar. İlkay Tuna`nın Turunç dergisinde yayımlanan ve Aysel‘ in benimlede paylaştığı „Eylül`de gel“ mediler“ başlıklı bu yazısını hiç beğenmedim, beğenecek bir yanını da yoktu.
Beğenmediğimi söylediysem, neden beğenmediğimide söylemem gerek, yoksa çok anlamsız ve saçma olacağı gibi emek verilerek üretilen bir eserede haksızlık olur, bu haksızlığı yapmak bana yakışmaz.
Şimdi, öncelikle şunu söylemem gerek: Bir eseri eser yapan, bir eseri anlamlı kılan, bir eseri değerli ve kalıcı kılan insana, insanın insanlaşmasına ne verdiğidir. Güzel kelimeleri estetik bir şekilde yanyana getirmek, akıcı bir dille anlatmak bir eseri eser yapmaz, bu iyi biline, çok iyi biline; yoksa onarılması büyük hatalara batarız. Ve nitekim de böyle hatalara düşenlerimiz oluyor, okuduğumuz eser hakkında başlıyoruz metiyeler düzmeye.
Aslında beğenmedim demek hafif kalıyor, okudukça midem de bulandı. Buna benzer her yazıyı okuduğumda aynı şeyleri yaşıyorum. Bir türlü kanıksayamadım, devrimcilere hakaret eden, onları sinsi sinsi yerden yere vuran yazıları sindiremiyorum, yaşadığım sürecede sindireceğimi, normal karşılayacağımı sanmıyorum. Su söz ne demek oluyor yaa, bir bakın: „Talihsiz kuşağımızın en umutsuz bireyleriydik sanki“. Yazar 12 Eyül öncesini ve Cuntanın gelişini anlatıyor bu yazısında. 12 Eylül öncesi yaşanan o iç savas döneminin kuşağına „talihsiz kuşak“ demek hiç hoş değil, hatta çirkinlik. Bizler, yani o dönemi yaşayanlar son derece talihli bir kuşağız, bu iyi alğılana. Fasizme karşı mücadele veren her kuşak bence talihli bir kuşaktır, onurlu ve değerli bir kuşaktır. Bu sözü yetmiyormuş gibi hemen ekliyor bizleri örselemeye devam ediyor: „umutsuz bireylerdik“. Yazarımızın hiç bir umudu olmaya bilir, hatta evinde oturup kısmetini bekleme gibi bir umutta içinde yeşertmemiş olabilir –ki yazısındanda umutsuzluk içerisinde büyüdüğü anlaşılıyor- ama bizlerin umudu vardı, kendimiz için, insanlık için yaşanılası bir dünya istiyorduk, bunun için faşizmi, sömürüye dayanan sermaye düzenini altetmek için dövüşüyorduk halkla birlikte sokaklarımızda kurduğumuz barikatlarımızda; bu umudumuz hala bitmedi, bitmediğini de bilmeli İlkay Tuna`lar.
Hakaretlerine bunlarla yetinmiyor post-modern yazarımız. 12 Eylül öncesi o iç savaş yıllarını şöyle anlatıyor: „Dilsizdik o anlarda, sağırdık. Çözümsüzdük belki biraz da…Kayıp, kimsesiz ve belirsizdik“.
Biz mi dilsizdik o günlerde, biz sağır mıydık? Ayıp, çok ayıp! Konuşan, haykıran, bağıran, çağıran, hakkını arayan, hakkı için dövüşen, ezilmeye, horlanmaya, aşağılanmaya baş kaldıran, geleceğine sahip çıkan bir kuşaktık biz. Susmayandık hiç. Söylermisin hanğimiz sağırdık senin gibiler dışınnda. Kulağımızı alabidiğine açardık, herşeyi duymaya, işitmeye, öğrenmeye çalışırdık. Sağır olsaydık faşizme karşı mücadele verilmesi gerektiğini, kapitalist-emperyalist sistemin bir sömürü sistemi, insanın insanlaşmasına engel teşkil eden bir düzen olduğunu öğrenebilirmiydik? Ama senin faşizmle alakalı bir sorunun olmadığından o yıllarda sağır kalmış olabilirsin –ki sağır kaldığında anlaşılıyor o yılları iyi öğrenmemiş olmandan. Ve hiç utanmadan devam ediyor bizleri hırpalamaya. „Çözümsüzdük“. Bizim bir çözümümüz vardı İlkay Tuna, bizim çözümümüz faşizmi yenip, halkın kendi iktidarını kurmasıydı, bağımsız bir Türkiyeydi. „Kayıp“ mıydık İlkay hanım, biz mi kayıptık? Senin kayıp, silik, etkisiz, etkinsiz bir yaşamın olabilir, fasizme karşı dövüşmekten kaçıp, bir kapının ardına gizlenmis olabilirsin yada annenin eteğinin altındayıin; belkide evinde hayırlı bir kısmetini bekliyordun. Ama bizler kayıp değildik, hiç değildik. Bilincimizle, eylemliliklerimizle vardık. Bizi arayan bir mitinğde, bir grevde, bir boykutta, bir direnişte …bulurdu. Senin dediğin gibi „kimsesiz“ de değildik. Birbirlerine sahip çıkan, birbirleri için kavgaya tutuşan, ölümü, iskenceyi, varlığı, yokluğu birlikte paylaşan nesildik; ve her gittigimiz yerde yaşami belirleyen olmusuzdur; „belirsizdik“ tanımlaman hiç de yakışık almamış, bilesin!
Yazarımız durmuyor, iştaha gelmiş incilerini döktürmeye devam ediyor. 12 Eylül öncesini şöyle betimliyor:
“Geceler ise hiç tekin değildi. Aynı sokakta bir yerden bir yere gitmek bile çok tehlikeliydi. Silah seslerinin tam olarak nereden geldiğini ve kimin evinin kurşunlandığını kestirmeye alışmıştı herkes… Sabah olur olmaz kalan son günlerimizi tamamlamak için okul yoluna düşerdik yine… O zamanki adı “Nato Yolu” olan, çevre yoluna varılınca önümüze geçerdi birileri… Sorular, emir kipli cümleler, tehditler arasında dik durmaya çalışan genç bedenlerimizi, bir ateş yalayıp geçerdi. Anayolun diğer ucunda, bu kez karşıt görüşten bir grup sorguya başlardı. “Neden o semtte oturuyorduk, o halde karşı taraftandık, başka liseye gitmeliydik, neden buraya geliyorduk…” Oysa kimse bize yoksulluğumuzu, cebimizde kaç kuruş olduğunu veya olup olmadığını sormazdı. Yaşadığımız semti bizim seçmediğimizi, bei altı mahalleye tek bir lise düştüğünü onların bilip bilmediğini sormayı isterdik. Ama sormazdık, soramazdık. Neden hiç birimizin geleceğe ilişkin hayalleri olmadığıyla iki taraf da hiç ilgilenmezdi. Bazen susar, bazen kavgaya girişir, görünmez bir Berlin duvarı haline gelen “Nato Yolu” nun her iki kıyısında da, bir sonraki defaya kadar rahat ederdik. O kadar gençtik ki, inandıklarımız dâhil, hiçbir şeyin kendi seçimimiz olmadığını henüz bilmiyorduk”.
Ben şimdi bu koca paragrafın neresinden tutup da eleştireyim. Faşistlerle devrimcileri nasıl aynı düzlemde görüyor, görebiliyor, hayret yani, bu kadarına da pes denir doğrusu! Yazara göre bir yandan faşistler halka, gençlere zülüm ediyor, diğer yandan devrimciler. Bir faşistler gençlerin önünü kesip sorguluyormus, bir devrimciler. Diyormusuz ki “neden o sempte oturuyorsun, baska gidecek okul bulamadın mı?” diyormusuz. Ve devrimciler de halkın ve gençlerin hayalleriyle hiç ilgilenmezmiş.
Bu kadar haksızlığa, bu kadar bilğisizliğe ne demeli bilmem ki. Devrimcilik başlı başına hayallerin peşinde koşmaktır. En çok hayallerle alakalı olan bizlerdik. Hepimizin bir hayali vardi. Bu hayalimiz sosyalizmdi, özgür bir dünyaydı, halkın kendi kendini yönettiği, sermayenin, sömürünün olmadığı insanca bir yaşamdı hayalimiz. Gençlerin yeteneklerini değerlendirecekleri, geliştirebilecekleri okullarda okumasi gibi bir haylerdi bunlar. Bizler bunlar için devrimci olmadık mı, faşizme karşı mücadeleyi seçmedik mi? Ayrıca bilmelisin ki İlkay Tuna, senin inandıkların senin seçimin olmadığı anlaşılıyor devrimcileri aşağılamandan. Şu an olduğu gibi o yıllarda da başkalarının bilinciyle hayatta var olmuşsun. Kendine ait, bu benim bilincim diyebileceğin, bu benim inancım diyebileceğin bir inancın olmadığı kesin, bu aşağılamaları yapan ilk sen değilsin bilesin. Aşağılamaların tekrarına düşen tekrarlardan birisin.
Bu ne saçma çeliş ki yaa? Diyor ki: “tehditler arasında dik durmaya çalışan genç bedenlerimizi...” Umutsuzsan, kimsesizsen, belirsizsen, geleceksizsen, talihsizsen, dilsizsen, sağırsan ve de kayıpsan nasıl oluyorda dik durmaya çalışıyorsun? Tamamen çöküntü içinde, boynu bükük omuzları düşük, kamburu çıkık, zavallı ve korkak bir halde olman gerek miyor mu? Dik durmaya çalışan kişi enerjisini, cesaretini sahipsizken kimden alacak?
Sonunda “Eylül`ü, yani 12 Eylül`ü getiryor yazısında yazarımız:
“Eylül geldi. Bozkırlara kuru ot kokusunu serperek, gün ışığını biraz kırıp, güzelleştirerek… Bir sabah kahramanlık türküleriyle uyandık. Postal sesleri ve bol yıldızlı apoletlerinin gölgesinde konuşan bazı adamların soğuk yüzleriyle… Talan edilen evler, itilip kakılan, bir yerlerde toplanan insanların uğultuları, feryatlarıyla… Kavgayı birileri bitirmişti!”.
Kavga bitiyor , yani yazarımıza göre sağ-sol çatışması sonlanıyor. Bilgisizce konuştuğunu bir kez daha gösteriyor yazarımız: Apoletliler gelince kavga hemen bitmedi. Taki 84 yılına kadar Ülkemizin değişik bölgesinde Cuntaya karşı savaşım verildi, bu iyi biline! Burda bir önemli yanılğıyı daha yaşıyor yazarımız. Apoletliler darbe yaparak yönetimi ele geçirmeden önce yaşananlar sağ-sol çatısması değildi, o süreci böyle anlatırsak faşist terörü gizlemiş, faşizmi aklamış oluruz. O dönemde faşist saldırılar vardı, faşist saldırılara karşı da devrimciler halkla birlikte direnme mücadelesi veriyorlardı. Yazarımız 12 Eylül öncesini anlatırken de, Cunta sonrasını anlatırken de aynılaştırıyor, bilmeden olsa gerek doğruyu söylüyor: “Geceler hiç tekin değildi. Aynı sokakta bir yerden bir yere gitmek bile çok tehlikeliydi...” diyor, sonrasını da “Talan edilen evler, itilip kakılan, biryerlerde toplanan insanların uğultuları, feryatlarıyla...” diye betimliyor. 12 Eylül sonrası da pek tekin değil geceleri. Demek ki kavgayi bitirdigini söyleyenler kavgayı bitirmemiş, fasizmin devrimcilerle olan hesabı, fasizmin halkla olan hesabı bitmemiş ki devrimci avına çıktılar, yarğısız infazlar devam ediyor, iskence haneler dolup taşıyor, darağaçları kuruluyor, mapushanelerde boş ranza kalmıyor, dağda öldürülenlerin kulakları, cinsel orğanları kesiliyor...
“Ama hiç biri “Eylül’de gel” mediler. Okul yolunda sadece ben ve çırılçıplak yalnızlığım vardı. Çok sonra duyacaktım. Selim sorguda sakatlanmış, hastanedeydi ve artık bir yaşam boyu tekerlekli sandalyeyle yoldaş olacaktı. Ömür, Güler, Çetin hapisteydi. Selma salıverilmişti ama taşınmış, kayıplara karışmışlardı. Mustafa sır olmuş, İsmet suçsuz olduğuna karar verilmesine karşın intihar etmişti”.
Evet, kimimiz sakatlandı, kimimiz işkencede öldürüldü, kimimiz yarğısız infaza maruz kaldı, kimimiz idam edildi, kimimiz uzun yıllar mapus yattı, intihar edenlerimizde oldu (ayrıca intihar bir zayıflık, bir hastalık değil, yaşama karşı, kurulu sermaye düzenine bir baş kaldırıdır, bir protestodur), inancını yitirip sır olanlarımızda oldu, ama mücadelesine aynı heyecanla devam edenleri nereye koyuyor, niye onlardan hiç sözetmiyor, görmezden geliyor yazarımız, yoksa sosyalizmin umut olmaktan çıktığına, insanın insanlaşma mücadelesinin bittiğine, anlamsızlaştığına inananlardan biri midir yazarımız, ne dersiniz?
Muhittin Çoban
YORUMLAR
insanın canını sadece taş, sopa ya da silah acıtmıyor biliyordum da bir yazının bu denli canınızı yakmış olmasına şahit olmak bizimde canımızı acıttı...birileri sizin candan inandığınız doğrulara hakaret etmiş. kim olsa kabullenmek istemez...
ben o vakitlerde yaşamadım, hal böyle olunca iki taraf içinde kesin hükümlere bağlı bir savunma içerisine girme hakkım yok. velakin ; bir şeyi anlamak için illa da yaşamak gereklidir diyenlerden değilim... diğer taraftanda büyüklerimiz ne demiş :" men lem yezük lem ye'rif" Tatmayan bilmez...
hülasa Hocam cevaben yazdığınız yazıları ben yazmış olsaydım ( yani o günleri yaşamamış ben) bu yazıların hepsini haketmiş olurdum. amma bu kişi yaşamış o günleri... belki siz fikirlerinizi savunduğunuz tarzda yaşamıştınız amma o kimse sizin görmediğiniz yada tasvip etmediğiniz bir vaziyette muamele görmüş olabilir... sonuçta sayınız azımsanacak durumda değildi o vakitler.
madalyonun iki yüzü var biliyoruz...
siz bir yüzünden baktınız olaylara, diğeri de öbür yüzünden...
yerinizde olsaydım durup bir düşünürdüm herhalde...
yine de savunduğunuz fikirlere değil ama fikirlerinizi savunmanıza hak veriyorum vesselam...