- 2801 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çiy Taneleri
1960’lı yılların sonlarıydı. Liseyi yeni bitirmiş, ruhum, yarınlara yönelik sınırsız, erişilmesi güç hayallerle dopdolu bir gençtim. Bazı geceler uyumak için yatağa girdiğimde çok yücelerdeki sanal hedeflere varma yollarının trafik işretlerini takip etmenin uğraşıyla, ya çok yorgun uyanır veya hiç uyumadan sabahlardım.
Böyle umutsuz, böyle serserice dolaşırken, kaldırımlardaki reklâm panolarına çarptığım kafamı önüme eyer, utançla, gülüşenlerin izlence alanından çekip giderdim.
Bir köşede oturup kafamı biraz dinleyecek olsam ruhuma yerleşmiş hayaldaşlarım dışarı fırlar, etrafıma çöreklenip hiç söz hakkı tanımadan, pembe tablolarla daraltırlardı ruhumu. Benim için tek gerçek, o an çevremde olan-bitenler, gerisi rüya… Renksiz, solgun, silik, bulanık, anlamsız, slâyt oynaşmasıydı yaşam. Sürekli gerçeğimse hayallerimdi adeta. Tek avuntum başımdaki kavak yellerinin, ruhumun esrik duygularla salınışının çıkardığı ıslıksı müzikaldi. Hani boşluk, can sıkıntısı, ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemeyiş sonucu anlamsız, ne olduğu belli olmadan, rastgele üflenen türden var ya… Öyle ki, hayal ile gerçeği, gündüz ile geceyi ayıramaz olmuştum.
Evet, yükseklerdeki gönlümün savruk rüzgârları ve serdeki kavak yellerinin koyun koyuna salınışları… Nereye savruluş, hangi dala tutunuş? Dıştan dopdolu, eğilip baktığımda içerisi bomboş, dışı allı-güllü, en alımlısından umut ambalajıyla kaplı, dipsiz kuyu dolusu umutsuzluk paketi…
Zaten, Anadolu’nun taaa öte ucundan kalkıp, İstanbullara gelmek, iş ve İşçi Bulma Kurumu’ndan gelen çağrı ile kanatlanan hayal perilerinin tüm dirençleri alt-üst eden sihirli dürtüklemeleriyle olmadı mı? Bu öyle bir itiş, öyle bir çekişti ki, yolda birkaç uzay aracını solar, onlardan önce aya varırdım coşkuyla! Çok kolay, çook… Ay, dünyamızın en yakın uzay komşusu değil miydi? E,canım, komşuya gitmek çok mu zor? İşte davet mektubu, Almanya’ya gidiyorum… Almanya… Avrupa’da. Ya ay? İşte, şuradaki komşu…
Hele bir İstanbul’a varayım… E, İstanbul da Avrupa’da.
Vay be! Avrupa’ya gidiyorum!
Biz neredeyiz?
Anadolu’da. Kars’ta.
İşte. Zor mu?
Yoo..ok.
Aha mektup, geçekten gidiyorum. Üstelik orada okuya bilirmişim! Üstelik çok kolaymış okumak. Alman kızları, Türk gençlerine bayılırlarmış, üstüne üstlük ben yakışıklıyım da övünmek olmasın.
Her gece, yatağıma uzandığımda, coğrafya derslerinden adını, atlaslardan dünya üzerindeki yerini öğrendiğim Almanya gözlerimin önüne gelir, hayal dostlarımın sunduğu pembe ufuklarda dolaşmaktan yorgun, uykusuz, merhaba derdim sabaha. Neymiş? Gençmişim. Lise bitirmişim, yakışıklıymışım, hem sesim güzel hem saz çalıyormuşum. Almanya benden iyisini mi bulacak canım? Okulda arkadaşlar arasında –Profesör Küçük-derlerdi ya! Hele bir git, bir git de görsünler, el mi yaman, bey mi yaman? Elde ne oğullar varmış, bir görsünler… Eh, dayan Almanya, kim geliyor sana, bir bilsen?
Sarışın, yeşil, mavi gözlü Alman kızları! Süslenin-püslenin, çok zor beğenirim haa! Sonra “demedi” demeyin.
Aslına bakarsan, hiç okumasam da bu kusursuz fizik, bu ses, bu sazla neler yapmam? Arabam, bir mersedesim olur, menajerlerim olur. Plâkçılar, gazinocular kapımın önünde kuyruk. …Plâklarım Türkiye’ye gelir, bizim köyde de dinleyenler olur!
Birkaç gün sonra Alman uçakları hiç inmez oldu hayallerimin havalimanına. Gerçeğe en yakın hayallerim bile, yaşamın gerçeklerine bir hüsran sayfası daha eklemişti. Kaldık İstanbullarda.
Canım, İstanbul da bir Almanya; sende bu cevher varken, hı!
Yaşantımın tümünün hayal istilasında olan devri kapanmış, hayallerle gerçeklerin yarı yarıya egemenlik dönemi başlamıştı. Benden önce İstanbul’a gelen biri köylüm, diğerleri Kars’ın içinden olan hemşerilerimle buluştum. Onların yanına yerleştim. Bana, kısa bir aramadan sonra haftalık ücret karşılığı motopomp fabrikasında iş buldular. Hayallerimi süsleyen umut perileri ya uykuda, ya tatilde; inip kalkmaz oldular. Bırakın Alman uçaklarını, hayallerim bile unuttular adresi. Günler haftalar böyle rutın seyrinde; yol, iş, ev arasında devam etti. O eski yıldızlar artık uçuşmuyor kafamda. Keşke gelseler diyorum, onlar daha tatlı, daha renkliydi. Daha hoş geçiyordu günlerim onlarla… Adnan’la İdris, kendilerinin devam ettikleri özel bir mimarlık ve mühendislik okuluna kayıt olmamın olabilirliğinden söz ettiler bir akşam söyleşi arasında. Gerçeği ağır basan bir yıldız yanmıştı gözlerimde! Hem çalıştıkça ücretim artacak, hiç zorluk çekmeden ben de onlar gibi rahatça okuyabilecektim. Eh, fena değildi. Aklıma yattı. Ertesi gün fabrikamızın müdürüyle konuşacak, onun da fikrini alacak, kayıt fomalilitelerinde yardımcı olup olamayacağını soracaktım...
“Hay hay. Ne demek! Seve seve! Sen okumak istedikten sonra, bana da, okumuş, emekli bir subay olarak, sana yardımcı olmak düşer.” Kendimi okulu bitirmiş, mühendis olmuş gibi hissettim. Hani büyük şehirlerde insanlar hep bencil, fırıldakçı, güvensiz olurdu? Oralardan dost çıkmazdı, adamı satarlardı çıkarları için?
“Çok güzel, çok sevindim. Kefil falan mutlaka isterler, orası özel okul oğlum. Sakın çekinme. Ben her zaman hazırım, anlaştık mı?
Buyurun, bu adama nasıl güvenmezsin? Bu çıkar mı, egoizm mi?
Eh, şimdilik iyi gidiyor, okul-iş. Daha, Almanya yolunda verilen harçlıklardan bir miktar duruyor. Haftalıklarla birlikte okul taksitlerinde ve kısıtlı da olsa özel giderlerimde sıkıntı çekmiyorum. Ev arkadaşlarım, ücret azlığından beni kira ve mutfak giderlerine ortak etmiyorlar. Onların arasında yuvarlanıp gidiyoruz gidebildiğimiz kadar. Kısacası, işler yolunda. Gündüz, fabrikada çalışıyor, akşam okula gidiyorum. Artık, Almanya, İstanbul olmuştu, ufacık detaylar dışında; sesim sazım bizim fakirane-ev gazinomuzdan öteye çıkamamıştı.
Olsun, devam ettirebilirsem, mühendislik az mıydı? Çok alçakgönüllüyüm canım!
İiistaanbuul’da olmak, az mıydı? O İstanbul ki; tarih derslerinden, fethi için çekilen zorlukları, coğrafya derslerinden, dünyanın en kalabalık, en güzel şehirlerinden birisi olduğunu öğrenmiştim. Şimdi sahiden oradaydım. Köydekilerin benim İstanbul’da oluşumu bildiklerini düşünüyorum da; evde olsun iş yerinde olsun, sanki beni pencereden, kapıdan izliyorlarmış gibi oluyorum… Böylesi durumlarda bakışlarım, duruşlarım, yüzümün şekli değişiyor elimde olmadan… Çok şanslıyım çok…
Taşı, toprağı altın, bir ben mi fazlalık? Bir ben mi sürünecektim, bu koskoca altın deryası içinde? Artistlerin, sanatçıların, fabrikatörlerin yaşadığı, rüyalar âlemi kent. Tarihin, doğanın sevdalı gibi koyun koyuna uzandığı, deniz ve adalarıyla, boğazıyla, altın boynuzuyla, denizle iç içe… Masmavi kubbesiyle, göreni sihirli periler gibi çarpan kent. İnsanın ruhuna, duygularına egzotikçe rüzgârlarıyla akan kent…
Ben şimdi neresindeyim?
Daha bilmediğim, görmediğim, ne güzelliklerin, ne görülesi mekânların vardır, kim bilir?
Tümüyle, ünlü iş adamları, artistler, sanatçılar burada, ben de buradayım.
Gazinolarına, eğlence yerlerine giremiyormuşum, mayo giyinip plajlarında yüzemiyor- muşum, körüklü perdeleri üstten inen koskoca salonlu sinemalarında ve tiyatrolarında bulunamıyormuşum, ne gam? Tüm bunlardan bıkasıya, doyup usanasıya yaşayanların varlığını garip bir intikam hissiyle doğallayıp, onlarla aynı şehirde bulunmak, İstanbul’da yaşıyor olmak az mıydı?
Bizim köyden, hatta Kars’tan bile, kaç kişi, kaç kişi Sağmalcılardan kalkıp, Topkapı’yı, Aksaray’ı, Fatih’i, Beyazıt’ı, Sultanahmet’i, Mahmut Paşay’ı, Kapalı Çarşı’yı yaya olarak! Gezip görmüş? Oradan Sirkeciye, Eminönü’ne inip balık, ekmek yemiş? Denizin kenarında, taşlara oturup ayaklarını denizin suyuna daldırıp; martıları, kayıkları, vapurları, koskoca gemileri izlemiş?
Fener-Beşiktaş maçını izleyip, Taksim-Beyoğlu gezip, Galata köprüsünde yaylanarak yürümek kaç kula nasip olmuştur bizim oralardan?
Aç kalsan da böyle yerde, ölsen de İstanbul’da öleceksin.
Nur içinde yat Fatih Sultan Mehmet, ne dehşetli bir iş yapmışsın.
İstanbulluluğun ne olduğunu, İstanbul beyefendiliğinin anlamını, çoğu toplumsal; büyük şehirde yaşama kurallarını, trafik ışıklarını, dolmuş, otobüs beklemeyi ve adabında inip-binmeyi, karşındakinin hakkına, itip kakmadan saygıyı o zamanlar, ilk defa, İstanbul’da gördüm, yaşadım. Kimileri evinin bahçesinde, kimileri halka açık park ve bahçelerde, yemede, içmede, keyifli sohbetinde… Kimi kadınlı erkekli el ele, kol kola, sabahlara kadar caddelerde, sokaklarda. Can korkusu yook, mal korkusu yok.
Her yeni tanıdığım çakılında, ağzımın bir karış açık kaldığı şehir. O, yalnız bakmakla yetindiğim, içine giremediğim, dokunarak, tadarak yaşayamadığım tüm güzelliklerin otağı. Tarihin ve doğanın sevdalı gibi koyun koyuna uzandığı, iki denizi yavuklu gibi el ele tutuşturan altın boynuzlu boğazı, yeşille mavinin, tonu taklit edilemez, rengine ad bulunamaz ayrıcalıkta buluştuğu, yerde mi gökte mi olduğundan habersiz, gizemli kucağında tüm dertleri unutturup, nice garibanı kendine tutsak eden kent. Ancak benim gibilerin, rastlantı sonucu buluşup, keşfettiği, uzayların bilmem nerelerindeki sihirli perilerin sırça saraylarıyla bezeli ülkesi. Bunca güzellik, bunca huzur, bunca güven. Yaşayarak duyumsamak, duyumsayarak yaşamı tatmak… Hele bir okul bitsin, mühendis olayım gör o zaman İstanbu!
Günlerden Cuma, okula girdiğimde salonda bulunan posta raflarına bakınırken babamdan gelen mektubu alıp, çantama koydum ve derse girdim”Acaba, babam neler yazmıştı!” Bir an önce açıp okumak için sabırsızlanıyordum. Dersler, okul, okulda yaşadıklarım derken eve gidinceye kadar vaktim olmadı okumaya.
Okuldan çıktım. Yürüyerek eve dönüyordum. İçim tuhaf bir şekilde sıkılıyor, yolda yürüdüğümü unutur gibi olduğumda dolmuş kornalarıyla uyanıp çıkıyorum yoldan. Uyurgezer gibiydim. Topkapı’yı geçtim, Maltepe’ye yaklaşmışken tekrar bir düdük sesi. Hiç aldırmadan, nasılsa aynı nedenledir deyip kenara çekilerek devam ettim yoluma. Bir el omzuma dokununca, elektrik çarpmış gibi, acaip bir ses çıkararak, korkuyla döndüm arkaya:
“Vay! Temel! Sen miydin?” Öz be öz kardeşimi görmüş kadar sevindim. İçinde bulunduğum ruh haliyle sımsıkı sarıldım arkadaşıma. Dostça sarışta, benden aşağı kalmadı o da. Temel, liseden arkadaşımdı. Birlikte çıkmıştık Almanya yollarına. Birlikte takıldık denizi bol İstanbul’un balıkçı oltasına. Memlekete dönmüş olma olasılığıyla hafızamdan sildiğim Temel’i karşımda görünce şaşırmış, her şeyi unutmuştum.
“Nasulsun gardaş? Heç arayıp sormadun!”
“Ben seni memleke döndü sanıyordum. Ulan hala dilin değişmemiş. Senin bu dilin yüzünden gidemedik Almanyaya.” Sarılıp, gülüştük.
Havadan-sudan, dereden-tepeden konuştuk yol boyu Temel’le. O kendisini ben kendimi, anlattık. Her gün, yürümekten takatsiz kaldığım yol bitmişti hiç yorgunluk duymadan. Girdik fakirhanemizden içeri. Piknik ocağımızın üzerinde duran çaydanlığı çalkalayıp doldurdum. Çayımız olasıya kadar oturduk özlemle donatacağımız üstü boş, sohbet masamıza karşıkarşıya.
“Babam meytup yazmiş, çağırıyer. Herhal dönecağum memlekete.”
“Sahi. Ben de buğün babamdan mektup aldım. Daha okuyamadan derse girmiştim. İyi ki hatırlattın. Çay oluncaya dek okusam kusura bakmazsın değil mi? Epeydir mektup alamıyordum da.”
“ Ne demak gardaş oku. Bu akşam misefirinim. Gonuşuruk sabaha geder.”
Çaylarımızı doldurup masanın üzerine koyarken İdris’in yastığının üstündeki gazeteyi fark ettim. Alıp gazeteyi masanın üzerine bıraktım.
“Bu günün. Sen, bir iki göz atasıya ben okurum mektubumu. Bulmacaya dokunma ha, onu birlikte çözelim. İstersen şöyle somyaya uzan, rahatla okurken.” Çayını tazeleyip somyanın yanında duran sandaliyeye bıraktım. Şimdi, artık okuyabilirdim mektubumu. Kalemi arasına sokarak açtım zarfı…
…
Paraya sıkıştığımda yazarsam bana gönderebileceğinden söz etmişti, son satırların arasında babam. Bir süre elimde mektupla, gözlerim sonsuzluklarda, -ne aradığını bilmez- dalıp gitmiş benden uzaklara… Babam, bir otelin çaycılığını yapıyor. Sıkışıklığımda, ister isem! Bana para gönderebileceğini yazıyor. Beynimin içi zonkluyor, radyolarda pazar konseri diye sunulan bilmem kimin kaçıncı senfonisinin kıçıncı bölümü – köylük yerde teneke yuvarlanması derdik- çalınıyordu… Boğazımda yutamadığım bir taş varmış gibi acı hissediyorum. Bu haliyle ruhum, yağmura hazırlanan gökyüzünü andırıyor ve yağmur bulutları damlalarını dökmeye hazır göz pınarlarıma; “aç artık önümü” ricasıyla yakarıyor.
Uzun sürmedi bu yakarış.
Yanaklarımdan mektup sayfasına, saçaklardan süzülen yağmur damlaları gibi yaşlar akmaya başladı. Artık bulutlar yırtılmış, dinginlik gitmiş, gök gürlüyor, şimşekler, yıldırımlar çakıyor… Bir süre sessiz ve derinden akan gözyaşlarıma, içimi sarsan, tüm organlarımı yerinden koparacak gibi olan hıçkırıklarım da katılınca somyanın üzerine uzanmış gazetesini okuyan Temel, yanıma geldi. Dost elini omzuma koyup; “E baba, gina ne oldi da. Gözan gurban, ne oluyer sin?” O, dost elin dokunuşu, o sıcak dost sesin yürekteki rahatlatıcı esintisiyle birkaç kat nemalanan duygusallıkla yalnızca gözlerimle değil sanki tüm bedenimle ağlıyorum. Derimi kaplayan gözeneklerin her biri birer ağlayan göz olmuş ve biliyorum; tepeden tırnağa beni ıslayan ıslaklığın nedeninin bütünüyle gözyaşı olmadığını. Arkalı önlü dolu satırlarda bunca içlenmemin nedeni yalnız bu değildi ama bu akla ilk gelen bahaneydi. İçlenmem doğaldı ama gözyaşı fazlaydı sanki. Fazlasına da, eksiğine de, su…
“…”
“Çocuh çocuh olma daaa… Ne oliyer yahu? Allah etmesin, köti heber mi var da bela gartol gazanı kimi fokgurdiyersin?” işte dost, işte bahane, ben ağlamışım kime ne dedirtmiyor, pasylaşmaya çalışıyor beni benimle. Birlikte ağlayıp birlikte gülmekti bildiği dostlu, arkadaşlık. Gözyaşlarımı paylaşmak istiyordu kaynağını görüp. Oysa benimkiler yeterliydi ve gayrisine hiç niyetim yoktu. Fazla keder, bir arada oluşumuzu ve onun da konuşacakları olacaktı. Kendimi ona yüklemek… Yalnızca gülüp söyleşmeyi özlemişse bu ona verilmeliydi.
Hiç sigara ağzına koymadığı halde, önündeki paketten iki sigara yakıp birini kendine, diğerini benim dudaklarımın arasına yerleştirdi. Bir iki fırt çektim, gözyaşlarımla ıslanan sigara kırılıp yere düştü!
“Çocuhlaşma Allah’ını seviyersen. Hele bi ağnat, açulursun da!” Yeniden bir sigara yakıp uzatmıştı… Babamın beş erkek, iki kızdan oluşan yedi evladından sonuncu dördünü okutmak için neler çektiğini, önceden, çevrede bilinen tanınan biriyken şimdi bizleri okutma pahasına nelere katlandığını, kendisine bir zamanlar ağabey deyip önünden kalkanların masasına şimdi çay servisi yaparken neler, hangi yıkımlar yaşadığını… Yüzünden, o acı gülümseyişten hangi acılarla kıvrandığını, kazancının ne olduğunu, bana ne kadar gönderebileceğini, bana gönderirse diğerlerine ne kalacağını… Nasıl soğukkanlılıkla, nasıl duygusuzca anlatabilirdim? Dilim yön değiştirmişti Temel’i hoş etmek için ama yüreğim bir türlü çıkmıyordu yörüngesinden…
Lisede iken günlerce okula aç gittiğimizi, sonraları okulda çıkan yemekten yiyecekler listesine yazmasalardı belki de liseyi bitirememiş olacağımı, bir takım elbiseyle üç yıl nasıl okuduğumu, anamın, ablamın örgü ve el işi yaparak kazandıkları parayla bizi okutma çabasında babama katkıda bulunuşlarını, neresinden başlayıp da can dostuma anlatabilirdim? En kolayı ağlamak… Gözyaşlarım mektup sayfasından söktüğü satırların acımsı maviliğini damla damla yüreğime sıvamıştı. İçimdeydi şimdi onlar, kalbim attıkça, ciğerim soludukça hep orda olacaklar. Ve geriye her dönüp baktığımda hisedeceğim o yanık sızıyı.
“Boş ver be Temel, benimkisi çocukluk işte. Biraz gurbetlik, biraz özlemişlik... Gerisi bahane. Canım ağlamak istedi, o kadar!” İçimdeki o, adını hiçbir zaman koyamayacağım, deprem mi, volkan mı, isyan mı? -ben, yine de karmaşa diyeyim- dinmiş şimdi hüzünle, yürekçe, esmekte, estirmekteyiz. Liseli geçmiş, sılaya ilk adım attığımız dünler, gariplik, iş, okul, derken nostalji ve güncel arasında mekik dokuyoruz duygusal dalgalar arasında kulaç atarak.
…
Haydarpaşa’dan, motorla Sirkeci’ye gelirken, dalgalarla motor yalpalanınca korkuyla bağırıp ona nasıl sarıldığımı, sokakta satılan muzdan alıp, yemesini bilmediğimizden tadından hoşlanmayıp keseyle çöp kutusuna atışımızı, geceleri yatarken, memleketteki; bilmişlerin uyarısını anımsayarak, paralarımızın çalınmaması için yatak çarşaflarının altına, yastık kılıfları- nın içine, masanın köşebent kıvrımlarına, kalorifer peteklerinin aralarına, çöp kutusunun içine bölüştürerek sakladığımızı, Yeni Camii’ye, Kuşlu Camii adını verişimizi… anlatıp, kendimizi anlatıp, yine kendimize bir başkasına güler gibi gülüyorduk.
…
Ellerimizde koca bavullarla Eminönü’nde indik motordan. Tarif üzerine, yürüyerek ve tesadüfen Sirkeci durak tabelasının altına gelmiş, Sirkeci’ye giden ötobüsü bekliyoruz. Bir otobüs durdu, bindik. Arkadaşım, Sirkeci’ye iki bilet istedi. Sirkeci’den yeni hareket etmiş araçta Sirkeci’ ye bilet isteyince adam şaşırdı.
“Burası zaten Sirkeci kardeşim! Dalga mı geçiyorsun?”
“ Dadali na diyiyer ola? Eleyse eglet, biz yenecağuğ.”
“Olur, mu kardeşim? Kağnı arabası mı bu, istediğin yerde inip binesin? Burada durmak yasak, tabiî sen bilmezsin.”
“Ee’e… naydağ! Biz bilmiyerıh. Garibıh. Eglet, baba! Adam mı gaçırıyersin?”
“Kaptan duruver, iki tane hemşerimiz var, insinler!”
“Yaa, nasıl durdurdun o zaman otobüsü? Vallahi yaman adamsın Temel”…
Günler, haftalar hızla geçiyor, havalar soğuyor, yağmurlar artıyordu. Fabrikadan okula yetişmek için çamurlu yolun bir bölümünü koşarak, yürüyerek gitmek zorunda kaldığımdan pantolonumun paçalarından, ceketimin sırtına kadar çamura bulanırdım. Okula özel arabayla gelenler, okuldaki dolabından ders aralarında elbise değiştirenler ve ben… Çok seyrek olarak okul kantinine inerdim Gülüşüp söyleşen, şakalaşan kızlı erkekli gruplar, gruplar… Espri diye kendi aralarında yaptıkları taklit ve hareketlere katıla katıla gülerlerdi. Tabii biz olaya fransız; acaba neden gülüyorlar? Bana göre, gülünecek hiçbir yanı olmayan bir sürü tuhaflık. Yoksa birbirlerinin soytarılığına mı gülüyorlar? Yoksa espri diye yapılanların espriyle ilgisi olmayışı mı güldürüyor bunlar? Gülmüş olmak için mi? Hatır için mi? Peki gerçekten gülüyorlarsa, ben neden gülmüyorum? Diye sorardım kendi kendime. Ah bir içlerine girebilsem, görürler espiri neymiş.
Her sabah okul kitaplarım yanımda, fabrikaya gitmek için sokağa çıktığımda, sarışın, çimen yeşili gözlü, ben yaşlarda bir kızla karşılaşırdım. Ya o bir iki adım önde ya ben, durağa kadar yürürdük. O, Topkapı-Aksaray yönüne giden arabalara binerdi, ben Altıntepsi yönüne. Yalnızca durakta beklerken aynı ortamda bulunur, kaçamak, neidüğü belirsiz bakışlar atardık birbirimize. Bazen aynı yöne gitmelerimiz olurdu ya, ne yan yana oturur, ne yan yana dururduk. Bu bile, ikimizde de içten içe bir şeyler olduğunu anlatmaya yetiyordu. Demek her yerde, her konumda birbirimizin farkına varıyor, kaçışlarımızla da bunu hissettiriyorduk. Konumumuz ve koşullar ne olursa olsun, arabanın içi ne kadar yoğun olursa olsun bakışlarımız illa ki buluşurdu. Bunu koşulsuz gerçekleştirirdik onca kalabalık içinde. Hangimiz baksa, öteki diğer tarafa kaçırırdı bakışlarını. O kısacık bakışlarda, o göz ilişimlerinde bile elektrik çarpmış gibi bir tuhaflık yaşardım. Kanım burnumdan, kulaklarımdan fışkıracakmış gibi hızla turlardı tüm bedenimi. Kalbim, vücudumu tutsak etmiş depremsel heyecan sarsıntısına, ramazan davulu gibi tempo tutarak eşlik ederdi yol boyu, rengi, şekli belirsiz, adı konmamış sevilerime. Dolmuşumuzun motor sesi, yolcuların şamatası, otopikabının plak sesleri donar, sanki içimden, beynimden gelen bir uğultu dolaşırdı dolmuşun içinde.
…
Akşam iş bitimi, hava durumu ne olursa olsun ben okul yolunda… Yağmurlu günlerde, burnu açılmış ayakkabılardan, yakından hızla geçen arabalardan sıçrayan kirli su ve çamurlar elbiselerimin sık sık aldığı desenleri oluşturuyor. Geç kalmamak için koştuğumda ceketimin yakası bile çamurdan nasibini alıyor ama iyi de olurdu! Bu sayede sınıftakilerden ilgi görür, alaylı sözleri arkadaşça! Şaka kabul eder, az buçuk mutlanırdım! Başkaca bir ilgi, bir yakınlık göremezdim grup grup söyleşenlerden. Bazen görmediklerinden, bazen görmezlikten gelerekten;
“Çamur adam nerde kaldı?”
“Arkadaş, adam Sağmalcıların çamurunu bedavaya Vatan Caddesi’ne taşıyor, belediye- nin bu durumu değerlendirmesi gerekmez mi?”
“Yok, anam, ben tanırım, o çamurlar Topkapı’nın.”
“Birader, Topkapı’dan çamur taşıyacağına, müzeden kendini de içine alan birkaç eser getir de antikalaşalım sayende.”
“Ey ahaliiii! Çamur kardeşin elbiselerinin, ayakkabılarının rengini bilene ziyafet varrrr, duyulaaaaa!” göz göze geldik, dönünce benden yana. Düz kesimli parlak ve siyah saçları omuzlalarından aşağı tüm sırtını kaplamış. Dolgun dudaklı, hafif dolgun yapılı, bakımlı bir bayan… Arkadaş! Kızgın nazarlarım, donuk, ürkek bakışlarına takıldı. Karşımda bir mumya, taşlaşmış, hareketsiz. Yüzünden, tüm makyaj kamoflesine rağmen mahçupluğun, utanmışlığın kırmızılığı, morluğu yansıyor. Yanağındaki allıklar, kızaran yüzünde farklı bir ton oluşturmuş. Belki nefes bile almıyor. İlk bakıştığımızdaki gülücük de gitmişti yüzünden. . Ona bakıyor ama herkese konuşuyordum:
“Bir söz vardır; it arabanın gölgesinde yatar, kendi gölgesidir zanneder. Siz, baba kazancıyla serpilmiş süslü çiçek kardeşler! Yağmur yolları, caddeleri ıslatmışsa, sizlerin birçoğu gibi özel arabam yoksa o gün param yoksa, herhangi nedenle olursa olsun arabaya binememiş, yıpranmış ayakkabılarımla çamurlu yolları arşınlayıp çiçekler arasına kaktüs gibi katılıp, göz zevkinizi bozmuşsam suç benim mi? Sizler gibi, ders aralarında bile kılık değiştirecek gardroba sahip değilsem, bütün zenginliğim toprak ve su bulamacıysa suç benim mi? Siz öyle, ben böyle… Mutlaka şu okulu bitireceğiz. O zaman hepimiz aynı olmayacak mıyız? O günler geldiğinde bana ne ad takacaksınız? Merak ediyorum… Ben, sizlere sunulan olanakları ne kıskanıyor ne de ayıplıyorum. Sizin öyle, benim böyle oluşumuzdan, ne beni horlayın, ne de ayıplayın. Buna hakkınız olduğunu da sanmıyorum. Öyle olmak sizin, böyle olmak benim suçum değil! Ben, sizin olanaklarınıza sahip olmak isterdim, ama siz benim… Benim gibi olmayın, dayanamazsınız… Bizim oralarda; alışmış, kudurmuştan beterdir derler…
Dalgın… Uzak bakışta… Vurgusuz, tonsuz… Öfkesiz… Düz bir değişle, bazen içimden konuşur gibi akışına ters kulaç atarken incinmişlik selinin, çoğu sıralarına oturmuş, öne eğik başlarıyla bu sınıfta moraller bozuk, n’olur kimse bir şey konuşmasın, sormasın, poyrazı esiyordu. Ders başlamıştı. Parlak siyah saçlı, son söz sahibi bayan duvar dibinde, tam çaprazımda. Arada bir, bakmı- yormuşum gibi davranıp, alttan süzüyorum davranışlarını. Her desenden utanmışlık taşıyan tavır ve bakışlarının bizim taraflarda gezindiğini hissediyorum. Ders çıkış zili çaldığında, boş kafa ve bakarkör gözlerle, koridorları geçip merdivenlerden inerek pek az uğradığım okul kantinine vardım. Pek içmememe rağmen bir sigara, bir de çay alıp köşe masalardan birine oturdum. Sigarada duman, çayda duman, kafa duman duman… Biraz önce yaşadıklarım tüm dumanlardan daha duman, iç burkan, göz acıtan, yürek yakan… Gerçi acı adımız, yanmak kaderimiz, varsın biri daha gelsin. Yer mi yok? Düşünüyorum diyorum ama düşünemiyorum. Haydi, istediğin kadar, istediğin yer ve zamanda konuşamıyor, didişemiyor, bağıramıyorsun ama istediğin yer ve zamanda istediğin gibi düşünemiyorsun da. Gururumla birlikte gençliğimin yeşermeye yüz tutmuş vadilerine sisler çökmüş. Hiç olası mı net düşünmek? Düşün iflasta, mantık firarda… Derin, anlamsız iç çekişler… Ruhum hem boş, hem tıkanıklık zıtlığında. Çocuğa, oyuncak uzatıp geri çeken eller gibi, bir dolup bir boşalıyor içimin sunuları mantıktan, yargıdan yoksun beyin labirentlerimden. Bir sökün, tepeme tepeme, sonra uçuşuyor her şey kavrayış mesafemden ıralanıp. Bomboş sanki koskoca salon, tüm eşyalar kirli, çürük dişlerini, kanlı, yırttık gözlerini açmış, bana gülerek etrafımda dönüyor,“Bir çay alabilir miyim ?” dediğimde, her şey yerli yerinde, salon dopdolu, gülüşmeler, konuşmalar… Sonra her şey kayıp… Ve ben, tek başımayım.
“Oturabilir miyim?”
Göz gözeyiz! Utanmışlığın ezikliğiyle, dik mi, eğik mi durduğu belli değil. Harcadığı paketlerce pudraya, süründüğü onca allığa rağmen yüzü soluk… Dalga geçerken zevkten parlayan güzel gözleri her halde arkasına saklanmış, estirdiği trajedik rüzgâr her şeyini değiştirmişti baştan ayağa.
“İzin verir misin?”
Konuşurken ağzından, bakarken gözlerinden insanlık adına, insanlık erdemlerinin yükseklerden akıntıya karışmış bulanık erozyon sellerinin bulanmışlığı hissediliyor. Hüzün ve acı tüm taşları, tüm kıyıyı kaplamış belirli belirsiz yürek atışları, cılız soluk canlılığı simgeliyor o yenik bedeninde. Bir süre, sesim, soluğum kesik, bön bön baka kaldım yüzüne.
“İzin verir misiniz? Oturabilir miyim?”
Varlığının soğukluğunu öfkeyle algılarken, titrek sesindeki sıcaklık öfkeyle esrik içimi, duygularımı ılıtır gibi oldu. Benden izin istiyordu… Oturabilir miyim? Diyordu. Biraz önceki esrik ruhun temsilcisi bu değil miydi? Ne oldu da düşük kanatlarını toprağa sürüyerek rica da bulunuyordu böyle? Bir an için ikiyüzlü bir aşifte gibi geldi bana. Sonra; bir anlık bir yanlış yapmış olabilir dedim. Belki gerçekten hatasını anlamıştır irdelemesine girdim öfkemi bastırıp. Sanki onu aklamaya çalışıyor- du içimdeki ilk ve şu anki kişi. Neden diğerleri değilde yalnız bu? Yoksa onların hiç mi yüzü yok? Yoksa bu onlardan daha… Bu da bizim yöresel mizacımızdı. Çabuk kanardık, hemen inanırdık karşımızdakine. Kimileri buna saflık derler ya değil, insana güvendir bu. İnsan olma ve insanı insanca algılamanın özetidir bu. Herkesi kendin gibi görmedir bu. Nedenini bilmiyorum ama dilim damağım kurmuş, elimdeki bardak (?) şiddetinde titriyordu. Sigaramdan, üst üste birkaç nefes çektim. “Gevşeme oğlum” derken kendi kendime öteki ben de rahat durmuyor slâytlarını vurup çekiyordu düşünlerimin iki yönlü görüntü sunan ekranına!
O, azıcık zaman diliminde neler geçti ışıksız, kuralsız beyin trafiğimden, neler. İnsan beyni ne çevikmiş, ne de hızlı çalışırmış! Hem, bence sakıncası yoktu, bana ne ki… İsteyen istediği yerde otururdu… Ellerimi açarak “nasıl istersen” der gibi çevirdim. Oturmasına aldırmıyormuşum gibi sahtekârca davranma gereği duydum. Bitmek üzere olan sigaramı, parmaklarımı yakarcasına bastırıp söndürdüm kül tablasında. Oysa öfke kaybolmuş, gölgesi oynaşıyordu silikçe. Aslında, bir bakıma sevinmiştim. Hiç arkadaşımın olmadığı şu okul ortamında, konuşabileceğim, paylaşabileceğim, her gün selâmlaşabileceğim, kantinde birlikte oturabileceğim birisi, bir arkadaşım olabilirdi, kim bilir? O, gözlerimden, ancak dikkatli izlenimle okunabilecek, taşa oyulmuş kitabeyi çözmeye çalışır gibi, biraz da ürkekçe yüzüme bakıyordu. Gözleri yerindeydi, parlaktı ve güzeldi artık. Ayakkabılarımı görebileceği şekilde ayak ayaküstüne aşırdım ve topuktan çevirmeye başladım. Onun benzer oturuşuyla ayaklarımız, daha doğrusu ayakkabılarımız yan yana gelmiş gibiydi.
“Ne güzel! Çamurla pırlanta yan yana.”
Sözün gideceği yeri sezmiş, başını suçlu gibi! Önüne eğmiş, ayaklarını indirmişti. Zaten her şey; elmas, pırlanta, altın ve nicelerinin kaynağı toprak değil mi? Ama topraktan çıkan mücevher toprağa düşmekle değerini yitirmez. İnsan bile! Total cevher…
Trajedya… Dram… olaki, budur yaşam… Komedya… Her ne ise, devam…
Ayaklarımı indirip dizlerden bükerek ayakkabılarımı saklıyormuşum gibi sandalyenin altına çektim. Tam o sırada, bir de sigara istemez mi? Bir an çok yüzsüzce gelmişti “ Hayret” demekten alamadım kendimi. Yine de yerine getirdim isteğini, istemesemde. Paketi uzattım. İki sigara çekip yaktı, birini bana uzatınca baktığım yüzüne, o samimiyet, sıcaklık… Öfkeden arta kalan gölgeler sanki o an bedenimi terk edip İstanbul’un bilinmezlerine arazi olmuştu. Tüm zihnimi kaplayan ikilem, boşluktaymış gibi yargıdan uzak, varacağına kaptırmış meltemlerde uçuşan tüy gibi. Trajedi sona eriyor, insanlığa doğru uçuşan beyaz güvercinler kanat çırpıyor tepemizde… İrtifa olmazsa. Biraz önce düşündüklerimin hiçbirini hatırlamıyor veya hatırlamak istemiyor, haddini bildiremiyordum İstanbul şımarığının. Diyorum amma belki İstanbullu bile değil. Sigarasını yudumlarken; “Ama çaylar benden’’ deyip kalktı. Elinde iki çayla tekrar masaya döndü ağzında, gözlerine dumanı doluşan sigarasıyla. Belli, besbelli İstanbulluydu; tökezleye tökezleye, elleri ayakları titreye titreye taşımıştı iki bardak çayı. O an salonda bizden başkasının kalmadığını, on dakikadan fazladır ders zilinin çalmış olduğunu duvardaki saatten fark ettim. Önce telaşla kalkar gibi olup tekrar yerime oturdum.
“Nasıl bir insansın? Ne iyisin?’’ sözcükleri uçuverdi ağzımdan. Birkaç dakika önceki ile şimdikini benzetemiyordum birbirine. Aslında ben de biraz önceki ben değildim. İnsan dediğin; hani, -kanatsız kuş- diyecem hem ilgisiz hem komik olur. Ben yine de; beşer, diyeyim dedikleri bu muydu? Özünde düzgünse eğer, ömür boyu işlemeyeceği bir davranış yanılgısından sıyrılmış olabilirdi son yaşadıklarını unutmazsa eğer. O kazanacaktı… Ben de onu kazandırmış olduğum için kazanacaktım. “… ? ...” “İnsanlık. Az mı?”
“Özür dilerim. Kabalığımı, densizliğimi affedin n’olur.’’
Benim karşılık vermemi beklemeden başı önüne eğik devam etti; “Nedenini bilmiyorum ama ağır da olsa konuşman ve konuşurkenki duruşun beni çok etkiledi. Ne kadar pişman olduğumu, ne kadar utandığımı anlamışsındır sanırım? İnsanız işte. Gördüklerimizden öteleri görmek istemeyiz bazen. Çamurdan ötelere bakmak işimize gelmiyordur kim bilir. Sonradan böyle yapmakla aslında kendimizin çamur deryasında yüzdüğünü fark ediyoruz ama attığımız çamurla kaplanan, kırılan kalplerden ne acayip bir görüntü aldığımızı hesaba katmıyoruz ve ömür boyu bunun utancını yaşıyoruz, şu anda olduğu gibi. Anılarımızın utanç sayfaları lekeli satırlarla hafızalarımıza işlenmiş oluyor, her okuyuşta utanalım diye.”
“…’’
“Beni affedip, arkadaşım, dostum olur musun ?’’
“Nasıl yani? Caddede, sokakta, okulda el ele dolaşmak gibi mi? Kantindeki veya derslik- tekiler gibi mi?’’
“Yok yok! Yan yana geldikçe konuşmak gibi. Gördükçe selamlaşmak, halhatır sormak gibi… Dost gibi…’’
de… Acaba söyledikleri gerçek miydi, yoksa yine bir açık yakalamanın etüt mesaisini mi başlatmıştı? Bütün bunlar yapmacık olabilir miydi? Yok, canım, daha neler. Sesindeki, gülüşündeki sıcaklık ve içtenlik… Yok… Yok… Şu koca sınıfta başka arkadaşın var mı? Yok. Eee. e? Bırak bir tane olsun. Kim bilir, onun sayesinde başka arkadaşların da olur! Belki o zaman şimdi gülmediğin, anlamadığın espirilerini yakından tanır, sen de gülersin. Onlar neye, ne kadar gülüyorsa sen de ona o kdar gülersin. Yaşam güldükçe tatlanmaz mı, güzelleşmez mi? Hep böyle mi olacaksın? Bir de öylesini dene. Ne kaybedersin?
Ya yine eski alışkanlıkları devam ederse, gülerlerse! Dayanabilir miyim? Hadi hadi, bu kadar güvensiz olma. Belki de o da sana yakınlaşma yollarının girişini arıyordur? Ne de olsa derslerini aldılar. Bundan sonra sanmam…
…
Plaklar…
Sahneler…
Mühendislikler…
Kuşlu Cami’nin kuşları gibi… pırr…
Sen buraya ömür boyu fabrika işçisi olmak için mi geldin oğlum? Boynunu soktun boyunduruğa -tor tosunlar gibi boncuklamak yok- çekeceksin arkandaki yükü. Hayatın ne kadar zor ve acımasız olduğunu senden daha iyi kim bilir? Sen yılan gibi süründün buraya kadar, kartal gibi konma olanağın yok zirveye Sürün hadi durma mutlaka varacaksın zirveye ve alacaksın alacağını. Tüm bunları onu dinlerken düşünüyordum. Kulağım onda, özgür bırakmam gereken ruhum, kantinin duvarlarına çarpmışça, yarı baygın dalmış kendi dünyamın dibi görünmezlerine… Çalkantılar, dalgalar, köpükler… Ve o dinlendiren en sıkkın tinsel bulanıklığa dinginlik getiren sınırsız akvaryum…
“Dikkat ediyorum da şu soğuk, yağışlı havalarda parkesiz…”
“Evet. Çamur adamlıktan dilenciliğe terfi edi…”
“Sus! Özür dilerim. Söylemedim… Duymadın…”
“Bak bacım! Arkadaşım. Ben seni bilmem, sen beni bilmezsin. Nasıl bir insanım? Nerede, nasıl, hangi koşullarda yetişmişim? Hangi babanın oğluyum? Dost dostu hakir görmez, zavallı, naçar görmez. Paylaşır, ama küçültmez, aşağılamaz’’…yüzünde utanmışlık, pişmanlık, dostça birleşen ellerin, birbirine ısınmış yüreklerin soğumak, kopmak üzere oluşunun telaşı… Ve bende de …“Ya kusura bakma elimde değil Karslıyız ya; iklimimiz, doğamız gibi mizacımız da sert. Bazen işte böyle dozumuz kaçar.’’ gönlünü almak için elini sıktım, “Dostuz” dedim.
Okulda sabahlamayacaktık herhalde!
“Görüşürüz’’
“Görüşürüz’’
İçimdeki birikimler, bu gün ve bugüne deyin okulda yaşadıklarım… Öyle ki hemen her gün şiir yazar olmuştum. Fabrikada, dolmuşta, okulda bile. Kantinde rastlaştığımızda Tülin, ısrarla okumamı istiyor. Kendisinin yazdığını söyleyerek hava atmak için arkadaşlarına, alıyor bazen yazdıklarımı.
…
O sabah her günkünden daha mutlu, daha şen çıktım evden. Babamın gönderdiği elbiseler pek şık oturmuştu üstüme. Semtimizde, tanıştığım bir mağazacıdan taksitle aldığım ayakkabıları da giyinince… Haa! Bir de boğazlı siyah kazak aldım, onu da giyindim. Eski ayakkabılarım, yeniler gelince dama atılmadı, fabrikaya taşındı. Ah! Şimdi bu şıklığımla -adını sonradan öğreneceğim- Yeşimle karşılaşsam… Ne der, nasıl bir tepki gösterir acaba? O şimdi nasıl giyinmiştir? Nasıl giyinecek canım, gördüğümden beri çoğu kez aynı giysiler…
Banka oturmuş, çantası dizlerinin üstünde, hafifçe öne eğilmiş, dolmuş bekliyordu. Ah, bir de bizim taraflara gelse bu gün! Dolmuşta yan yana otursak! Tam yanına vardım, şöyle her tarafımı iyice görmesini kolaylaştırarak dikildim karşısına ve ilk defa o gün, “Günaydın” dedim. Karşılık verdi, ayağa kalktı. Boyu hemen hemen benim kadardı. Düz, beline varan sarı saçları, yemyeşil gözleri… Az makyajlı yüzü oyuncak bebekler gibiydi. Hep vitrinlerde, kutu içindeki oyuncaklara benzetirdim onu. Bu nedenle ona, köyde, oyuncak bebek anlamınan gelen “Hemeçik” adını takmıştım. Her zaman olduğu gibi, yine aynı kıyafetler vardı üzerinde. Ama bugün sanki farklıydı. Ne kadar yakışmıştı giyindikleri! Bakışmalar dışında hiç yakınlaşmamız olmamıştı ama bu sefer sanki hep şu an ki gibiymişiz gibi davranıyoruz ikmiz de. Öz güven…
“Çok şıksın’’utana sıkıla söylemişti.
“Ben iltifat yapaylığıyla gerçek güzelliğini gözlerimden alıp sözcüklere dökerek haksızlık etmeyeceğim. Çünkü sen her zaman aynı ve de çok çok güzelsin’’
Oh… Neler demiştim. –ye kürküm ye- demişya Hoca. Ben şimdi, -konuş kürküm konuş- olarak değiştiriyorum bu sözü. Akşamdan silip temizlediğim giysilerimi giyinmiş olarak hep günün erken saatlerinde karşılaşıyor olmamızdan “çamur adamla’’ hiç tanışmamıştı o. Ee. bir de böyle görünce... Onunla her sabah karşılaşacağımı bildiğimden, akşamları titizlikle temizler güzelce ütülerdim elbiselerimi. Yıpranmış ayakkabılarıma boya, cila çektim mi yırtıkları daha bir sırıtırken güzel çizgiler oluşurdu. İkimiz de birbirimizin adını sormamıştık. Kimin aklına gelirdi ki! Hem önemli mi? O, o, ben de benim işte. O beni, ben onu biliyorum ya.
Fabrikada yenilerini soyundum, bir elbise naylonuna katlayıp yerleştirdim. Yeni ayak- kabılarımı vida kutularından boş olanına yerleştirdim. İş elbiselerimi ve eski ayakkabılarımı giyinip çalışan iş makinelerinin homurtusu arasında ekmeğimin dünyasına daldım.
Çalıştığım makine tam yönetici odasının büyük camlı penceresinin karşısındaydı. Müdü- rümüz ve ustabaşı bugün her günkünden daha farklı, neşeli, istekli çalıştığımı görmüşler.
“Ne o mühendis bey? Nazar değmesin bugün iyisin.’’
“Sorma abi. Son günlerde iyi şeyler yaşadım.’’ Rahim Abi, okulda kefilimdi. Ona abi diye hitap etmemi kendisi istemişti. Yalnız ben ona abi diyordum fabrikada. Beni fabrikanın patronuna “Mühendis adayı” diye takdim ettiğinden miydi bilmiyorum, hem çok seviyor, hemde çok güveniyordum ona. Öz abim gibiydi bana.
“İyi… İyi… Allah neşeni bozmasın. Eee… Okul nasıl gidiyor? Bak bir gün geleceğim ziyaretine. Bir çay içeriz herhalde?’’
“Ne demek efendim. Onurlandırırsınız. Siz gelince arkadaşlara tanıtır, hava atarım.’’
“Eh.. Hadi kolay gelsin. Sıkışırsan okul taksitlerine falan haberim olsun haa.’’ Dimdik vücutlu, geniş omuzlu, çok yakışıklı bir subay emeklisiydi müdürümüz. Gelsin, gelsin de okuldaki kendini beğenmişler bir görsünler kimlermiş benim dostlarım.
“Sağolun abi .’’
Bizim bölümdeki parça yapımını hızlandırmak ve hatasız çıktı sağlamak için bir şablon hazırlamış diğer çalışanlara da vermiştim. Gerçekten çok işe yaramıştı. Müdürün bana ayrıcalıklı davranmasında belki bu da etkili olmuştu.
…
Ev arkadaşım, aynı zamanda köylüm olan İdris, İzmir’e gitti. Ramazan Bayramı’nı lisede birlikte çıktığı, Kars’tan komşumuz olan kızın ailesiyle geçirecekti. Adnan, Kars’a gitmişti. Amcaoğlu Cahit ile yalnız kaldık. Bayram sabahı namazdan dönüşte kahvaltı yaptık. Üstümüzdekileri çıkarıp eşofman atlet, ben somyada, o taburede iki küs gibi oturuyorduk. İkimiz de ailemizden uzak ilk bayramımızı yaşayacaktık. “Bayram gelmiş neyime” dermiş gibi bir hava esiyordu yalnızlıgın gariban aromalı hüznünde. Alışmıştık bayramlarda evimizin dolup taşmasına, eş dost ziyaretine. Böyle bayram mı olurdu? Ne gelen, ne giden… Ne arayan, ne soran… İstanbul’da yaşayanların tümü aynı mıydı? Bizim gibimiydi? Şu İstanbul’un her şeyi iyi de bayramı “hı’ı!’’.
“Olum gelip abinin elini öpsene. Bayram harçlığını alırsın.’’ Gülüştük. Ah şimdi köyde olacaktık… Ahh ki ah! İkimiz aynı anda kumandayla yönetiliyormuşuz gibi kalkıp birbirimize sarıldık, bayramlaştık. Yanlışlıkla kumandanın ağlama tuşuna dokunmuştuk. Sigarayla gözyaşı iyi giderdi. Gözyaşlarımızla ıslanan sigara, ya kırılıyor ya yırtılıyor ya da sönüyordu. Yenisini bir yenisini daha… Duygularımızın fırtınası yelkenlerini indiriyor, ilk göz göze gelişimizde gülmeye başlıyoruz.
Tam zamanı, kapı vuruldu. Cahit kapıyı açtı… “Buy...bu..bu.yu..run.’’
“Ne oldu? Bayram günü baskına mı uğradık? Ne tekliyorsun?’’
“…”
“İyi bayramlar’’Amanın… Bayan sesi… Kim acaba?
“İiyi bayrıımlr’’Cahit’in gırtlağında sorun vardı herhalde.
“ Pardon. Arkadaşınız evde mi?’’
Biraz normale dönmüş sesiyle yanıtladı. “Hangi arkadaş acaba? Kimi sormuştunuz?’’
“Altın tepside çalışan var ya. Galiba hem de öğrenci.’’
“!Haa… Emmioğlu. Samet abi! Az gelir misin?’’ Abi, diye hitap ettiği pek olmazdı Cahit’in!
Konuşmaları duyuyordum. Dilim damağım kurumuş, betim benzim uçmuş, kalbim küt küt vurarak göğüs kafesimi zorluyordu. Heyecanım maksimum… Zekâ minimum…
“Samet Abi!Ya buyurun…içeriye buyu..ır!’’sonunu getirmeden, yalnız bir genç kızı içeriye, bekâr evine almanın ne derece doğru olduğunun farkına varmış olacak sözünü tamamlamadı. Kapıya doğru yürüken, ikinci kişiyi soran, içeriye davet bekleyen kimsedir diye geçti içimden. Ben kapıya varmıştım. Cahit’in tekrarlarından bellemiş olacak
“İyi bayramlar Samet.’’ Beni gördüğüne sevinmişliği hemen anlaşılıyordu. İçeriye girmek için ikinci bir kişinin evde oluşunun yüzüne yansıyan rahatlığını sevinmişlik olarak algılamış olabilirim. Ne deni ne olursa olsun uçmuştum. Bir bayram meleği konmuştu kapımıza. Adımı söylemişti.
Aman Allah’ım benim adım bu kadar güzel mi? Bu kadar güzel mi söyleniyor? Bu da kim acaba? Karanlıktan, güneşe yeni açılmış gözlerin ışığa uyum sağlamaya çalışması gibi bir süre karşımdakini karşılaştırmaya çalıştım hafızamın tanıdıklar albümünden. O anda böcek, kuş ne düşünürdü? Ben de öyle işte. Şaşkınlığım geçince anımsadım. İçin için güldüm beklenmedik bu ziyaret ve ziyaretçinin yarattığı aptallığıma.
“…İy.Iğ…Ik…bayramlar.’’Benim gırtlağımda da sorun vardı şimdi..Elindeki paketle kapının hemen ötesinde o, iç tarafta ben ve Cahit duruyoruz..
Toparlandım…
“Özür dilerim… Şaşkınlıkla bu fiyaketle (gülümsedi) çıktım’’…daha elbise giyinmemiş, üst atlet, alt eşofmanla oturuyorduk. “Buyur etsek fakirhanemize” …amanım! Girdi be! İçeri girdi… Ne yapsam… Elim ayağım çözüldükçe dolaşan trikotaj yumağı gibi iyice dolaşmaya, karışmaya başladı. O güzel gözleriyle dikkatlice süzdü… Acaba onun gözleriyle odamız bize göründüğü gibi mi görünüyordu? İçeriye girebilir olasılığına karşın Cahit hemen içeriye girip ortalığı toparlamıştı.
“Tekrar iyi bayramlar abi.” Cahit mahçup tavırla, “Size de. Hoş geldiniz” Davet beklemeden geçip oturdu benim somyanın kıyısına.
Oturduğu yerden elini uzatıp “Bayramın mübarek olsun… Nasılsın.’’ Elimi, uzanan eline değdiği anda yanacakmış gibi ürkekçe, koltuğumun altına bağlı birkaç yayı zorluyormuş gibi uzattım. “İyi bayramlar… Teşekkür ederim… Sizzz… şşe…’’
“Yeşim. Adım Yeşim.’’
Aylar sonra ilk defa birbirimizin adını öğrenmiştik. Acaba ben de onun adını, onun benim adımı söylediği kadar güzel söyleyebilmiş miydim?
“Sizin için biraz hamur işi, tatlı filan getirdim.’’
“Neye zahmet ettiniz Yeşim?’’ Ne güzel –Yeşim-Acaba O’nun ‘’Samet ‘’dediği kadar güzel demiş miydim? Yeşim! Doğanın sunduğu en güzel şey; zümrütün en değerlisi… Yeşim… “Ama iyi ettin.’’ Bu espriye okadar güzel güldü ki, odamızın içindeki özenle seçilmiş tüm eşyalar, tavandan asılı zümrüt taşlı, kırk ampullü avize, koltuklar, kanepeler bile katıla katıla gülüyorlardı. Yüreği, nefesi, gözleri, dişleri, tırnakları gülüyordu. Evimiz meğer ne zengin ne güzelmiş. Ne boşu! Dopdoluymuş evimiz.
Biraz önce emmioğluyla –sahi o nerde?- yaşadıklarımızı anlatınca duygulandı. Cahit arazi… Sıvışmış aradan… Ama ben hiç fark etmedim… Çaya falan bakıyordur diyerekten yok olacağını hiç düşünmemiştim. Aslında çok büyük yanlıştı bu yaptığı. Çevreden fark edilirse hiç iyi olmazdı Yeşim adına. Ama burası İstanbul’du, kim kime. Bzim oralarda olsa, genç kız bekâr erkeklerin evinde… oooo o. Tefe koyarlar. Teneke çalarlar adamın kapısında.
Kulakları bendeydi ama kendini dinliyordu. Az önce amcaoğluyla yaşadığımız dramın hüznünü kendinde birikenlere ekledikçe doluyor, doldukça güzelleşiyor, güzelleştikçe güzelleşiyor…
O güzel yeşil gözlerinden süzülen iri damlalar, yeşil yapraklardan süzülen çiy tanelerini andırıyordu. Aman Yarabbim! Ağlamak nasıl da yakışıyordu. Bahçeden canlı bir gül ağacı dallarını göğsüme yaslamış şebnemlerini ellerime akıtıyordu. O duygusallığa duygusuz kalmak, bu güzel ağlayışa ağlayarak katılmamak… Benim de gözlerim nemlenmişti ama her zamanki normal gözyaşı soğuk, tuzlu… Onunkiler öyle mi ya? O hıçkırıyor… Sessiz, kendiliğinden boşalan yaşlarla ona eşlik ediyordum.
“Yapma Yeşim. Tam bayram bayrama benzemişken… Senin gibi bir bayram hediyesi bulmuşken… Arkada, elektrik ocağında suyun kaynama sesini duyunca; “Su kaynadı. Çay demlersem içeriz dimi?’’
“…evet, anlamında başını salladı. Tahmin ettiğim gibi, Cahit çıkarken su koymuş ocağa. Hemen kaynayan sudan alıp demledim çayı.
Mendiliyle göz yaşarlını silerken hafif hafif burnunu çekiyordu. Tepsiyle çayları getirip sandaliyeyi sehpa gibi önümüze çekerek üzerine koydum. “Buyurun çayınız bayram meleği.” o doyumsuz gülümsemesiyle burnunu hafif hafif çekiyordu somyadan ileri doğru kayarken.
“Yanında ne arzu ederdiniz yufka yürekli prensesim ?’’…getirdiği hamur işi ve tatlılarından yemek tabağı olarak kullandığımız plastik tabağa ciddisinden servis yaparcasına yerleştirip sehpaya(sandalye) bıraktım. Odamızın perdeyle bölünmüş mutfak bölümünün masası üzerinde belki dünden, belki önceki günden beri bulaşık duran –bilmiyorumCahit yıkamış olabilir de- çatalları getirmedim… Elimle aldığım tatlıyı tam ağzıma götürecekken ona verdim. O da aynını yaptı.
Ya… Evimiz ne güzelmiş! İstanbul’un bayramları bizim köyün bayramlarından daha renkliymiş… Acaba Cahit nerde kaldı? O da benim gibi, içini bürüyen karamsarlığı romantizmle değiştirecek bir sürprizle karşılaştı mı? Çıkıp arasam… Yeşim yalnız… Ya kalkıp giderse? Ya, Cahit ne oldu? Sonuncusunu sesli düşünmüştüm. “İşte geldi’’ pencerenin önünden geçişini görmüştü.
“Ya, bacı kusura bakma. Bizi de yanlış anlama. Sen gelince ikram edecek bir şeyler almak için çıktım. Tedirgin olmayasın diye söylemedim.”
“Ne gerk vardı. Çok sağolun.”
“Şansımıza yakınlarda açık yer bulamayınca…”
Cahit de aramıza katılınca çay, tatlı, muhabbet, şaka, gülüşmek…
“Bacı!
“Yeşim. Adım. Yeşim Cahit abi. Yeşim derseniz daha hoş olur.”
“ Nasıl istersen.” İçtenliğinden memnun olmuştu Yeşim’in ve devam etti: “Türkü, şarkı ne istersen var ağbimde Yeşim. Seni kıracağını hiç sanmıyorum.’’
“Pazar günleri işe gitmediğimde, caddeden geçerken duyuyorum. Sahi o sen misin?
“Hadi emmioğlu, şu bayramla ilgili olanını söyle de efkâr dağıtalım’’
“Tam sırası; başka neşeli bir şey istesene? İçimiz kararacak yahu!’’
“Ben de onu dinlemek istiyorum. Lütfen!’’
Eee! Ne yaparsın? Emir büyük yerden… Yeşim istedi mi akan sular durur, -duransular taşar-.
Akort… Giriş… Bayram gelmiş neyime aman anam garibem. Kına yakam elime aman anam garibem. Ellerin yâri gelmiş aman anam garibem. Kan damlar yü… Çalmayı kestim Yeşim ağlayarak, Cahit’le birlikte eşlik ediyorlardı bana. Artık hıçkırıkların yerini sesli ağlama, hökkültü almıştı.
“Ne oldu Yeşim? Neden ağladın yine?’’
Hiç cevap vermiyor yüreği koparcasına, sarsıla sarsıla, her ritmi sırtıma hançer darbesi sızısı veren hıçkırıklarla ağlıyordu. Elini tutup yanına oturdum. Fırsatçı olmamak uğruna, fazla sokulmadan teselli etmeğe çalışıyordum. Aslında çok zor işti bu. Ona sarılmamak, yeşil gözlerinden süzülen çiy taneleriyle ıslanmış güzel yanaklarından öpmemek, saçlarını okşayıp koklamamak için nefsimle meydan savaşı veriyordum. Sarsılan bedeninin bedenime dokunuşları, bilmediğim sıkıntıların birikmiş öfkesinin yüreğimden çıkıp tüm hücrelerime yayılan ateşi, saçlarının kokusu, inip kalktıkça kabaran göğüsleri çok yakınımdaydı… Tüh! Ayıp sana… Hiç utanmıyor musun?
Artvin’den, kan davası yüzünden kaçıp gelmişler İstanbul’a on küsur yıl önce. Bir yıl kadar sonra baba, bir kişi tarafından sürekli takip edilir olmuş. Her defasında atlatıyormuş adamı. Eve, işe geliş gidişleri hep farklı yollardan ve masraflı oluyormuş. Bir gün çok sıkıştırılmış, kurtaramayacağını anlamış, başkaca çaresi kalmamış… Artık takip edilmiyormuş! Ki o rahat günlerin bir akşamüstü baba işten dönmüş, sofraya oturmuşlar. Radyoda o türkü çalınıyormuş. Kapı vurulmuş, iki polis almış götürmüşler babayı…
“Yeşim, sus artık… Ağlama... Sen ağladıkça gözlerinin yeşili solacakmış gibi geliyor bana.”
“Ah! Anacım.” derken sıcak soluğunun oluşturduğu rüzgâra karışan göz pınarlarının seli tüm ruhumu alabora edip acıların ateşine atıyordu avuç avuç. Acısıyla, acıyan yüreğime değdikçe ateşle suyun buluşması gibi cızıltısını duyuyor, buharını görüyordum buğulanmış gözlerimle. Ağlamamalıydım. Ağlarsam arkasında deryaları tutan bendi yıkıp sularını koyvermiş olacaktım. Geçten geç fırtına yavaş yavaş duruluyor, tufanı andıran seller azalarak çimenler üstünden tek tek süzülerek damlayan çiy tanelerine dönüşüyor. Hiç konuşmuyor, hiç dokun- muyor, tamamen deşarj olmasını, rahatlamasını bekliyordum. Haklıydı… Ağlamak onun hakkıydı… Hem de çok! Kişinin gücünün yetmediği, üstesinden gelemediği, aciz kaldığı sorunları karşısında vereceği en hazır, en etkili tepki ağlamak değil miydi? Gözyaşları, genç ve temiz duygularını zehirleyen içinin tüm ağılarını dışa kusmaz mıydı? Evet, evet, ağlamak onun hakkıydı. Duygusallıkta bizim emmioğlu dereceye girerdi. Perdenin arkasından hıçkırıkları işitiliyordu kesik kesik. Sonunda mevsim bahara erdi, her şey nolmale döndü.
Cahit, elindeki zarfı bana uzattı. Almak için elimi uzatınca vaz geçti, kalkıp masanın üzerine bıraktı. Neden öyle yaptığını düşünmeden –zaten hiçbir şey düşünemiyordum ya- masanın üzerine bırakılan zarfı aldım. İçine katlanmış kapağı aralayıp kartı çektim içinden. Önce arkasına, gönderenin adına baktım. Numara olduğunu anladığım halde Yeşim’e karşı göstermelik, ayıp olmasın diye gerisin geri yerine koydum. Tam o sırada Yeşim:”Kimden?” diye sormasın mı?
“Hiç, bizim İzmir’e giden arkadaş.”
İsteyince, ikincillenmeden verdim. Evirdi, çevirdi baktı, bir daha baktı. Bana baktı, zarfa baktı…
“Ama bu bayan ismi?”
“Doğru da; yazan İdris… İdris bizim ev arkadaşımız! -Cahit’i ima ederek bakışlarımla- Şu iki hınzırın kurgusu… Akılları sıra beni kafalayıp dalga geçecekler. Nasıl da yuttum!” biz konuşurken, açıkcası ter dökerken Cahit, sinsi sinsi gülüyordu.
“Güzel mi?”
“Yapma”
“Güzel miydi?” bir önceki soruşuna pek benzemiyordu; benden güzel mi* gibisindendi.
“bayram meleğim, şu mübarek günde, senin yanında bir başkasına güzel dersem çarpılmaz mıyım?- Cahit’e bakarak- Di mi? Allah’ıma çarpılırım.” Yüzünü, güzelliğini hatırlatmışım da gerçek mi olduğunu yoklarcasına eliyle yoklayıp saçlarını şöyle bir arkaya attı. Kamera karşısındaymışca duruşu farklılaştı “Demene gerek yok, zaten biliyorum” dercesine oynadı kaşı gözü.
“Bir… Beni ilgilendirmez! İki… Şaka yaptım.”
“Hadi be! Yuttuk gitti. Bari bir bardak su ver de boğazımıza takılmasın. Pek büyüktü de!”
Üçümüz seri halde bakıştık. O tekrar bir tuhaf baktı Cahit’in yüzüne, “sana ne oluyor” gibisinden. Sonra bu düşüncesinin anlaşılmış olacağından olacak, utanarak öne eğdi başını. Böyle yapınca, böyle yapınca sanki odanın rengi değişiyor, yeşil grimsi bir renk alıyordu.
“Aşk olsun.”
Gülüştük. İçten olmasa da katıldı bize. O gülüşte sevinmişlikten çok ortama uymuş olmanın verdiği isteksizlik, bozulmuşluk vardı. Ve bir türlü anlatamadığı, içini kemiren acı vardı gülüşünde. İçini dökmek, derdini paylaşmak için fırsat kolluyordu görebildiğim kadarıyla. Üstelik bizim gibi, ona değer veren, onu samimiyetle dinlemeye hazır, güvenebileceği dostlar bulmuşken… Bir başlasa… Yağmur bulutları gibi bir boşaltsa içindeki selleri, rahatlayacak. Dağılacak, gündüz huzurunu, gece uykularını kaçıran, ona gençliğini, güzelliğini unutturan kâbuslar.
Biraz önce eğmiş olduğu başını hiç kaldırmadan, boşlukta yalnız başına dolaşırcasına kendisiyle konuşurcasına başladı anlatmaya:
“Annem Pendik’te, dayımlara gitti. Yarın dayımlarla dönecekler buraya. Hep birlikte babamı ziyarete gideceğiz. Ben, bu gün evde yalnızdım. Yalnızlığın ne olduğunu küçük yaşlarımda öğretti kader bana. Siz de bizim gibi yalnız ve garibansınız.-ağaçlarla kuşlarla kelebeklerle konuşur gibiydi- Bayram ziyaretinde babama götürmek için, annemle hazırladığımız hamur işlerinden biraz getirdim, hemen dönecektim. Evde iki kişi olduğunuzdan –söyleyip söylememe ikilemindeydi, utanıyordu- ve garip bir güven duygusuyla içeriye davetinizi kabul ettim. Yıllar oldu böyle bir bayram, hatta gün yaşamamıştım. Çok sağ olun… Teşekkürler…”
Baba katil ya! Konu komşu ilgilenmezmiş, uzak dururlarmış onlardan. Yetmezmiş gibi, güzel ve de geç görünen annesiyle birlikte rahatsız edildikleri de olurmuş.
…bir hastaya, dertsiz birinin gömleğini giyinirsen şifâ bulursun demişler. Aramaya başlamış adam, dertsiz birini. Gezip dolaşırken dağ, bayır, kavalına üfleyip sürüsünü yaymış bir çobana rastlamış berak suları akan, çimeni, çiçeği bol bir yaylada. Sorduğunda; hiçbir derdinin olmadığı, yanıtını almış çobandan. İçinden “derdime çare buldum”diye geçirerek, sevinç ve mutlulukla, çobana durumu anlatıp, gömleğini istemiş… Çoban;”benim gömleğim yok ki” demiş…
Saat 05.00 gibi uyandım. Sobasız ev, battaniyesiz yatak… Hemen her gün aynı saate uyanırım. Ama bu gün bir başkaydı. Bu gün rüyamda Yeşim’i gördüğüm gecenin sabahıydı. Odamız zifiri karanlık. Perdesiz pencerelerden, kalorifer ve fabrika bacalarından çıkan dumanla kirlenen hava ve sisle oluşan fakir perdesinden zorla sızmaya çalışan, belirli belirsiz bir aydınlık doluyordu camlardan içeriye. Pencere yerinde, ama kapı ortalarda görünmüyordu. O gün yalnız ben gidecektim işe. Kimseyi rahatsız etmemek için, lambayı yakmadan –kör köprüyü nasıl geçer- misali kapının yolunu bulmaya çalışıyordum. Köyde, tarlaya çayıra gitmek için hava aydın- lanmadan uyanır, el yordamıyla bulduklarımızı üstümüze geçirir aç- susuz dağ yollarına düşerdik. Evvel Allah, deneyimliyiz bu konularda.
Bayramın ücüncü günüydü hemşehrimiz Aslan çıka geldi erken saatlarde. Aslan, Pehlivanköy tren istasyonunda çalışıyordu. Yine her zamanki gibi şık giyimli ve ceymis bond çantası elindeydi. Düz ve siyah saçları bol su ile ıslatılarak taranmış, her zamanki gibi sinekkaydı tıraşını olmuştu. Yani, piyasaya sür geri çek, borsalar allak bullak olsun türünden. Hep acıkmış, hep parasız ve de hep sigarasız olurdu bize geldiğinde. Alakarın kahvaltımızı yaptıktan sonra, hemşehri ayağıyla hep takıldığımız Urfa’lı Sait’in kahvesine uğradık. Pişpirik oynayıp çayımızı içecek ve geziye çıkacaktık. Garson çaylarımızı masaya koyduktan sonra Bir süre Aslan’ın yüzüne baktı. Cebinden çıkardığı kâğıda bakarak; “ Abi, hani sen çayları -ide- vereceğim demiştin vermedin? Özürdilerim, unutmuşsundur, hatırlatayım dedim.” Bir iki kekeledikten sonra Aslan:
“Olum, ben, İde vercek dedim. Sen istemedin mi ondan? Deyince biz olayı anlamış ve gülmüştük.
“İde, ne abi?
“İde! İde! Ne anlamaz adamsın yahu?” İdris’e dönerek; “Ola İde, söylesene şuna.” Garson gülmeye başladı bizimle birlikte. Özür dileyerek ayrıldı masmızdan.
İde, İdris’in köydeki kısa söylenişiydi. Yeni çaylarla birlikte aslanın borcunu da ödeyip ayrıldık kavehaneden. Paramız çoktu! Ama biz bügün Aksaray’da indikten sonra, arabaya hiç binmeyecek, yaya olarak dolaşacaktık geç vakitlere kadar İstanbul’u. Eminönü’ne indiğimizde kurt gibi acıkmıştık. Ucuz yemeğimiz, balık-ekmek hazırdı orada. Galata köprüsünden adım adım ilerlereken lokma lokma çiğniyor ve yutuyorduk balık- ekmeğimizi. Beşiktaşta trafik acaip sıkışıktı. Taşıtların durşunu fırsat bilip hemen koştuk karşıya. Aslan geç kalmıştı. İyi ki de geç kalmıştı; O nun, arabalara dur geç işaretleri yaparak, -trafif polisi gibi, sanki sürücüler de ona uyacaklar ya- adım adım ileri geri kaçarak hızla gelen arabalardan, geçişi uzun zaman almış ve bizi çok eğlendirmişti. Belki istanbul’da olduğum sürece o olaya güldüğüm kadar bir başka şeye güldüğüm olmamıştır. O günden sonra nerdedse tafik sıkışıklığı onsa, “Aslan şurayı bir düzene koy” der ona takılırdık. Hala o guruptaki arkadaşlarla karşılaşsak ilk konuşup güldüğümüz konu bu olay olur. İşitme ve görme olarak normal değildi Aslan’ın duyuları. Konuşulanı duymak içim kafasını konuşana yaklaştırır kulak kepçesini eliyle büyütürdü. Hiçbir şey yokken ortada, dudağın hafif kıpraşsa veye yüzüne baksan, “Ne?” diye öne yatar, daha net görmek için oldukça kısardı gözlerini. Bizim biricik neşe kaynağımız olurdu her yanımıza uğrayışında, kendi deyimiyle, “Pilivanköy”lü Aslan…
Yoğun hava, üstelik yağmur çiseliyor… Dışarısı içeriden de berbat. Vazgeçip içeriye girdim. Elbiselerim daha değerliydi sağlığımdan! Çakmağımın ışığı yardımıyla eski elbiseleri bulup giyindim. Dışarıda yağmur artmıştı, ayakkabılarımı değiştirmeyi göze alamadım. Dert değil, okuldaki dolabımda ve fabrikada bez, havlu, sabun, fırça vardı.
Her gün aynı şeyleri yaşamak… Aynı sıkıntılarla, birbirinin nakaratı, monoton günler… Güne başlarken duyduğum bu usançlık, daha çok yorulmama, daha çok sıkılmama neden oluyordu. Birikimimdeki Almanya harçlıkları cebimle vedalaşıyor… Gökyüzünde yükseklerden süzülüp giden uçak gibi umutlarım da git gide ufalıyordu beklentilerimin ufkunda. Bundan geri, haftalığımla tüm gereksinimlerimi karşılayacaktım. Şimdi daha çok, daha iyi tanıdığım İstanbul’un tadını çıkararak yaşayacaktım. Ama nasıl ve ne ile? İstanbul’da olup, İstanbul’u yaşamıyorsan, ne anlamı vardı İstanbul’da olmanın? Böyle olunca, İstanbul da ıralanıyordu git gide benden. Üstüne üstlük arkadaşların tutumu –durumları benden daha iyi olduğundan, kira ve diğer bazı masraflara beni ortak etmemeleri – üzüntümü, sıkıntımı daha da arttırıyordu. Tüm içtenliklerine rağmen kendimi yanaşma gibi hissediyordum. Yürekten, sıcacık dostluklarına inandığım halde her sözlerini, içimdeki ikinci adam tersi tercüme ediyordu beynime. Buruluyor eziliyor… Eziliyordum… Kim bilir belkide bunların altında benim bile farkına varamadığım başka nedenler yatıyordu. Her gün bir öncesinden daha da zayıflıyordu direncim. Aslında güçlü olarak bildiğim irademin sigortası gurur diyotlarımın beynimden yüreğime yüksek voltajla pompaladığı yıpratıcı, dayanılması ben yaştakiler için zor olan duygu akımına dayanmakta güçlük çekiyordu. Bu koşullarda, böylesi yaşamayı yemiyordu gururum. Kaldıramıyordum; sığmıyordu bana. Her sohbete, her gülüşe katılmakla birlikte, içim tutmuyordu neşeyi. Son günlerde, sanki tüm bu içimdekileri, yüzümden, gözlerimden anlayacakmış korkusuyla Yeşim’den bile kaçar olmuştum. Artık, o şarkının –yeşil gözlerinden muhabbet kap –mıyordum- desem de bir an duraladım… Çükü, Yeşim farklıydı… Yeşim, her şeyin üstünde, dışındaydı… Yeşil gözler Yeşim’indi. Ya gitmeğe karar verirsem! O burada kalacak! offf! Artık düşünmek, Yeşim’i, İstanbul’dan ayrılmakla birlikte düşünmek istemiyorum… İstanbul… Koskoca bir kent, sığdıramam içime, taşıyamam, ta buradan Kars’a… Ama Yeşim; bir sevgi, bir aşk, bir duygu, bir anı, bir güzellik… Üstelik o içime sığar ki zaten içimde, hep içimde, hep benimle… Nerede olursam olayım…
Derken, bahar yaklaşmış, havalar ısınmış, bört- böcek canlanmıştı. Doğanın bu kan kaynatan mevsiminin gelişine ben, belki de kuşlardan, böceklerden, balıklardan, hatta sokak canlılarından daha çok sevinmiştim!
Akşamları düşen kırağı sabah güneşiyle eriyor, toprağı nemlendirip yükselen buhar taze toprak kokusunu bahar parfümü olarak insanların koku alma duyusuna, beğenisine sunuyordu. Kışın kirliğinden usanmış genizlerimiz bu ikramdan hoşnut, bayram ediyordu adeta. Toprak kokusu köyü çağrıştırıyordu hasret yüreğime. Şu an, kim bilir nice ben gibiler aynı hasretle çekiyordur toprak kokusunu “oh!” beğenisiyle ciğerlerine? Toprak kokusu, köy kokusu… Demek toprak her yerde aynı kokuyordu... Demek yeşil her yerde güzeldi… Demek kuşlar her yerde aynı güzellikte ötüyordu… Yok… Yok… Köydeki başka… Köy bambaşka…
Bahane arayan özlem yüklü yürek toklamaları, sıkıntı ve üzüntülerimi abartarak köye dönme dürtüsünü hançerin sivri ucuyla işliyor gibiydi beynime. İçimde bir yerlerim sancıyor, yanıyordu.
Böylesi düşünceler ardından, sanki yıllardır ayrılmışım gibi hemen İstanbul’u özlerdim. Anlatmak zor ya hadi…
İstanbul da, inadına çok güzelleşiyordu bu günlerde. Tam yaşanacak zaman. El ele, kol kola yürünecek, sevgilerin itiraf edilecek, sevdaların içtenlikle, yürek dolusu yaşanacağı zaman. Şu lüks mekânlar, şu vitrindekiler… Merak ve istekler arttıkça ruhum ceplerimle birlikte daralıyor. Önceleri, “zaten bizim oralarda yoktu, hem; ben okuyorum, tanımak, görmek yetmez mi?” deyip geçtiğim tadılası güzellikleri şimdi, artık pas geçemiyorum. “Ayakkabım yırtıkmış, başka elbisem yokmuş, dert değil, kim tanır beni koca İstanbul’da” diyemiyorum. Şimdilerde, aynı sayfası ayrı yazıyor kitabın. İşyerinde, okulda, semtimizde bunca tanıdık… İlk zamanlardaki gibi hiç bir şeyi yok sayamam. “Kim tanır, kim bilir?” diyemem. Ne kadar doğallıktan yana olsam da, aşırısının uyumsuzluk, uyumsuzluğun da kabalık, görgüsüzlük, çağdaş ilkellik olduğunu bile bile içinde bulunduğum toplumdan alaca dana gibi ayrı yaşayamam.
Dolmuş durağı; ağaçlık, yeşili bol, tek tük ve en çok iki katlı evlerin bulunduğu bir alandaydı. Bazı haftalar buradaki düzlüklerde top oynardık. O gece ve sabah kalktığımda hala devam eden; tamam-devam çatışması ruhumu ve beynimi hırpalamıştı… Uykudan yeni kalkmama rağmen kendimi hiç uyumamış, sabaha kadar yorucu bir işte çalışmış gibi çok yorgun hissediyordum. O an, stresin insanı en ağır beden işinden daha çok yorduğunu, yıprattığını düşündüm. Bu duygularla bir iki sokak geçmiştim. İşte ilacım, moral kaynağım, İstanbul’um… Adımlarımı hızlandırdım. Şimdi uçak benziniyle hareket ediyor gibiydim. Bedenim dirilmiş, yorgunluğum geçmişti. Kafam boş, neşem yerindeydi. Yeşim’i her gördüğümde aynı şeyler olurdu bana. Çevre bomboştu. Zaten görmem, duymam olanaksızdı. “Günaydın.’’ Korkuyla bir adım yana attı, elini göysünün üzerine bastırdı, gözlerini kapatıp kısa bir süre, derin bir nefes çekti; korkunun işgal güçlerini kovmak için, ciğerlerine.
‘’Ohhh!’’ elini göğsüne koyup aşağı indirdi. “Seni düşünüyordum. Artık karşılaşamıyoruz… Sesini tanıdığım halde gene de korktum.’’
“Kafası sorunlarla dolu olan herkes aynıdır. Üstelik hiç de alınmadım… Ben olsam hem zıplar hem de bağırırdım.’’ güldü… O kadar ihtiyacım vardı ki bu gülüşe… Her kadına gülmek bu kadar yakışır mıydı? Her kadın gülerken gözleri… Her kadının gözleri yeşil midir? Her kadın gülerken kaşları, kirpikleri, saçları, yanakları, dudakları, elleri… Hatta elbiseleri gülüyor mudur?
Yarı kapalı sisli havanın kumandası bizim hislerimize programlanmışcasına her adımda biraz daha, sevdamızın üstünü açarak dağıldı sisler. Bulutlar gökyüzünden acelesi yokmuş gibi süzülerek bilinmeyene doğru seyr-ü seferinde. Biraz sonra içimizi ısıtan güneş aydınlık kollarıyla İstanbul’u kucaklamıştı. Uzaklarda sis, tiyatro perdeleri gibi açıldıkça, doğa tüm güzelliğini sahnelerin fonu gibi gözlerimizin önüne indiriyordu. Cami kubbeleri, ıslak parke taşları, yeni yıkanmış mermer sütunlar gibi göz kamaştırıyordu. Uzaktan geçen vapurların düdük sesleri, martıların ötüşüyle birleşip her dilden, her telden haykırışlara karışarak doğa radyo evinin çok sesli korosu gibi ahenk katıyor bu şiirsel güzelliklere. Hepsi Yeşim’in vokalisti olmuşlardı o hiç ağzını açmadığı halde, araba kornaları ve motor gürültüleri bile. Bu sesler, bu manzara her zaman hüzün verirdi bana. Kimden olduğunu bile hatırlayamadığım en güzel, en seçkin aşk şiirleri akmaya başlamıştı dudaklarımdan. Belki dün akşam Yeşim’i düşünürken yazdıklarımdı. Olanaksız, çükü bazı dizelere Yeşim’de katılıyordu. O nereden bilecekti ki? Bu gün hayat bambaşka güzel… El ele tutuşup, sanki birileri bizi zorluyormuş gibi yolun dışına çıkıp yeşilliklerin ıslaklığını, diriliğini, o hatır-hutur sürtünüşünü dinleyerek yürümeğe devam ettik, yeşille karışık çamur zeminde. Ağaç yapraklarında ve çimenler üstünde biriken çiy taneleri güneş ışıklarıyla minicik tayf oluşturarak toprağa damlıyordu. Dönüp Yeşim’in gözlerine baktım.
Hiç farkı yok tamamen aynı ve ben bu benzerliği sanırım ömür boyu unutamayacağım.
‘’Ağlayan bir çift yeşil göz
Ve çimen üstünde süzülen
Çiy taneleri’’dizeleriyle şiir olacaksın duygularıma.
Sen polissin,
Yargıçsın,
Gardiyansın…
İstanbul sularla, surlarla çevrili
Seni sevme suçundan
Tutuklandım; yargılandım
Zincire vurdun yüreğimi,
Senin gardiyan olduğun bu ceza evinden
Kopasıca sevda zincirinden
Kurtulup kaçamıyorum
Ne zaman nasıl
Kaçmam olası mıdır bilemem
Aslında ömür boyu desen
Seve seve katlanacağım aşkının trutsağı olmaya
Yok yok… Bu böyle olmayacak. Söylemeliyim, İstanbul’u terk edeceğimi. Ama onu asla unutmayacağımı… Ayrılmak mı? Aman Tanrı’m. Hiç beceremem. -Görüşmek üzere-demekle, –elveda- demek çok farklı… İkisi de acı ama sonuncusu çok keskin, çok derin. En iyisi habersizce…
Ercan, gönderdiğim belgelerle kendisini ve beni öğretmen okulu bitirmelerine kaydettirmişti. Öğretim yılının bitimiyle sınavlar başlayacakmış. N’aparsın, kısmet buraya kadarmış. Olanakları kıt insanlar kolayı yaşar. Bir lokma için… Adil olmasa da, el ile kara gün bayram. Sen de kolayı seç… Bakalım ki hüsranla neticelenmiş onca girişimin ardından, kökleri kurumaya yüz tutmuş umut fidanlığı yeniden yeşerip bara düşecekmi süreçte… Öğretmenlik, buldun da acebine koyma! Sonra gün gelir onu da bulamazsın ha. Hayat bu, hep koşuşturma, hep mücadele… Hadi rastgele…
Durgun denizi geçip Hardarpaşa Garı’na geldiğimde günün güzelliği ‘’Gitme! Kal” ditordu. Güneş, deniz, yeşil… Ye… şil -Yeşim.
Sana yazmadığım mektuplerı, söyleyemediğim ne varsa tümünü, seni düşünürken uykusuz tükettiğim geceleri, seni bekleyip de göremediğimde algılarımı yakan tüm acıları, kısacası seninkini almaya kıyamayıp beni tıkıştırdığım kalbimi sana bırakıp gidiyorum İstanbul’dan, yalnızca adını andıkça sıcaklığını duyumsayacağım o soğuk kente.
Senin olsun kaçamak bakışlarımız
Dolmuşta durakta yürüdüğümüz çamurlu sokaklardaki
Senin olsun; aynı ortamda bulunuşumuzda
Silinen tüm gürültüler tüm varlıklar
Senin olsun her akşam denizde kaybettiğimiz güneş
Iradıkça ufalan ve kaybolan gemiler vapurlar, köpükleriyle
Senin olsun Halkalı Sirkeci hattında tren çığlıkları
ve treni kaçıran yolcular
Senin olsun martıların çığlıkları tümüyle
Senin olsun o bayram yaşadıklarımız
Senin olsun, canım İstanbul
Sen bende olmayacak mısın? Öyle mi sanıyorsun? Yanılıyorsun. Ben seni götürüyorum gideceğim diyarlara. Ancak bedenin buraya çok yakışıyor, anılarını yükledim bile en görünmezlerime…
Unutmayacağım anılar
Ve adın bende olsun yeter
Nefesinin rüzgârları benim olsun
Varacağım o soğuk kentte
Yeşil gözlerin ve Yeşim
Baharım olsun anılarımda…
Anımsarsan beni ayrılıkların uzadığı, hasretin kesiştiği noktada bilmiş olki ben o naktanın odağında olacağım, göreceğim, hissedeceğim hislerini...
Kaybolan hayallerle, kopuşlarla –yaşadıklarımızdan- sevgiyi yüzyüze söyleyemeyişle yaralı, anılarla onacağını düşlediğim yaralı geleceğe gidiyorum alışık olduğumuzun tersine uzayan demir yollarıyla. Vagonlar kara, duman kara, raylar kara, kara vagonların yanlarında yaldızlı yazılarla; Doğu Ekspresi… Kimilerin inadına! Ve kulakları yırtan kalkış sireni, sesin rengi olmaz ama bu kapkara…
…
Sabahın saat 04.00’ü. Her taraf bembeyaz. Dondurucu bir soğuk, trenden iner inmez; “Hoş geldin hemşerim. Neye geldin?’’der gibi, ortalarda kalmış ayazını iliklerine işletecek bir acemi, ya bir gariban arıyordu, buldu…
Burası hem yolculuğumun hem de yarınlarımın son durağıydı.
Mühendislik ve İstanbul elveda… Merhaba yeni hayat… Yeni hayaller, yeni sıkıntılar. Yeni üzüntüler, yeni sevinçler… Bütün meçhuller…
Buralarda bahar biraz geç gelecek.
Olsun…
Toprak çimene, ağaçlar yaprağa bürünecek
Ve çiy düşecek yeşile…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.