- 1418 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
ŞAİRLER SULTANI NECİP FAZIL KISAKÜREK..
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Tarihler 1905’i gösteriyordu, koca Osmanlı İmparatorluğu yaşlı bir çınar gibi geniş gövdesiyle etrafındaki milletleri gölgelemeye devam ediyordu. Ancak bilge insanlar koca çınarın köklerinin artık onu fazla taşıyamayacağının farkındaydılar. Bu gövdesi büyük kökleri zayıflamış ve başı küçük İmparatorluğun başkentinde İstanbul’da Çemberlitaş’ta bir konakta başı gövdesinden büyük bir çocuk dünyaya gelmişti. Adını Necip Fazıl Koydular. Küçük Necip Onu şairler sultanı yapacak bir hayatın ilk tecrübelerini bu konakta yaşayarak büyüdü.
Yaşı On Yediye ulaştığı yılda bir gün, elinde bir defter Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun çıkardığı “İkdam” gazetesine gidip Yakup Kadri’nin bürosuna girdi defteri masaya bıraktı ve şöyle dedi:Ben felsefe talebesiyim, şiir yazıyorum, işte şiirlerim. Beğenecek olursanız neşredersiniz. Ardından tek kelime etmeden, karşısındakinin konuşmasını dahi beklemeden çıkıp gitti.
İkdam’ın yeni sayısı yayınlandığında devrin büyük edebiyatçılarının yazdığı bu gazetede 17 yaşında bir gencin şiir yayınlanıyordu. Yayınlanan ilk şiirinin ilk iki mısrası şöyleydi:
Benim de yerim bu el oldu yahu,
Gençlik bahçesinde sel oldu yahu…
Böyle başlayan şiir soluğu sanat adına zirvelere varacak, herkesi kendisine hayran bırakacak bir eserler vermesini sağlayacaktı. Yakaladığı bu üstün meziyet bile onu mutlu etmeye yetmemişti. Bütün bu sanat çalışmaları yaşadığı Bohem hayatının içinden çıkmasına yetmiyordu. Çünkü O, arayış içerisindeydi. Bu arayış sırasında yaşadığı fikirsel işkenceler beynine kıymık gibi batıyordu. Arıyordu ne aradığını bilmeden, acılar içerisindeydi ama neyin acısıydı anlayamıyordu.
Acılarına son verecek reçeteyi Eminönü’nden Üsküdar’a geçerken bindiği Şirket-i Hayriye Vapuru’nda rastladığı ve Hızır tavırlı adam diye tanımladığı biri kulağına fısıldayacaktı. O adam kendisine yaklaşacak ve “Aradığın Beyoğlu’nda, Ağa Camii’nde” diyerek kainat çapında büyük bir kaynağın adresini gösterecekti. Hayatının akışını değiştirecek adresi kendisine söyleyen adamı daha önce hiç görmemişti ve o günden sonra da hiç göremeyecekti...
Uzun bir savsaklamanın ardından verilen adrese vardığında; Şeyh Abdulhakim Arvasi Hazretleri’ni görecekti. O günden sonra da O’nun baktığı yerin ötesini gösteren gözlerinin, manevi atmosferine kapılacak ve
Sonsuzluk Kervanı, "peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!"
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter, kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...
diyerek yepyeni bir davanın davacısı olacaktı.
Artık bütün derdi İslam’dı. Bu manevi değişimin peşinden alkışlar kesildi. O’nu büyük şair, deha adam diye çağıran çevreler O’nu küçümseme yarışına girdiler.
Bu arada yanlış bir algıyı düzeltmek istiyorum: Necip Fazıl Kısakürek’i kulaktan dolma bilgilerle tanıyanlar, O’nun yaşadığı bohem hayatını inançsızlık gibi algılarlar. Oysa Üstad, hayatının hiçbir döneminde Allah’a inanmaktan vazgeçmemiştir. Hatta onun hayatını okuyanlar daha küçük yaşlarda bile baş meselesinin “Allah” olduğunu görebilirler. O aradığını bulamayan bir insanın buhranları içerisinde gayri İslami bir hayatın içindeydi. Aradığını bulduğunda da davasının delisi, divanesi olmuştu.
Usta kalem yazılarıyla, piyesleriyle, şiirleriyle, romanlarıyla, senaryolarıyla ve de konferanslarıyla artık İslam davasının en büyük savunucularından birisisiydi. O, sanatı özellikle şiiri Allah’ı arama işi olarak görmektedir. O’na göre şiir “Sanat sanat içindir.” anlayışı içinde kendi öz gayesine hizmet ederken; “Sanat halk içindir.” anlayışı içerisinde de mutlak hakikati millete anlatmak için vardır. O, şiiri maveraya uzanan; oradan mutlak hakikati çekip çıkaran ve milletinin önüne sunan bir araç olarak görmüştür.
Doğruları söylemekten hiç çekinmeyen yapısıyla o zamanın hükümetlerini karşısına almıştır. Kendisine sus payı olarak verilen binlerce lirayı elinin tersiyle itmiştir. Bunun karşılığında da parasız pulsuz ve zindanlarda bir hayat kalmıştır ona. Yaşamak için her şeyini satmak zorunda kaldığı bir dönemde elektrik parasını ödeyemediği için mum ışığında kalan bu adam kendisini tutuklamaya gelenlerle zindana doğru giderken ailesini de karanlık bir odada başka bir zindanda bırakıyordu.
Bütün bunlara rağmen Üstad’ın hayatını incelediğimizde bu dönemlere ait tek bir yakınma bile bulmak mümkün değildir. Çünkü İnsanların “ Allah” demeye korktuğu bir dönemde “Laileheillallah” demeye talip olmuştu. Bu gün Müslüman olduğu için şükreden, minaresindeki ezan sesini duyunca memnun olan herkes bilmelidir ki Necip Fazıl Kısakürek bunlar için var gücüyle çalıştı…
Allah O’ndan ve O’nun davasıyla dertlenen herkesten razı olsun…
Yazımızı onun Gençliğe Hitabesinden bir parça ile bitirelim..
’Kim var? ’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ’ben varım! ’ cevabını verici, her ferdi ’benim olmadığım yerde kimse yoktur! ’ fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik...
Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara ’siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi! ’ diyecek ve gerçek müslümanlığın ’nasıl’ını ve ’ne idüğü’nü her haliyle gösterecek bir gençlik...
Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik...
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allahın selâmı üzerine olsun...
Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! ...
Son söz: Bütün yazdıklarım için “İstisnalar kaideyi bozmaz.” sözünün hazine değerindeki hoşgörüsünün enginliğinde, anlayışınıza sığınıyorum. Lütfen kendini istisna görenler müstesna kalmaya devam etsinler…
YORUMLAR
ilhan kurt
Kişinin son hali muteberdir.
Bir döneme damgasını vuran şair mutlaka cevher ki; bugüne kadar adından sözettirebiliyor.
Mekanı cennet olsun.
Eserlerinden ibret almak gerek.
ilhan kurt
şair,yazar..her şey olabilir o..ve her türünde de inanılmaz derecede hayranım üstada..ama her şeyden önce gerçek bir insan o..onunla ilgili öyle çok söyleyecek şeyim var ki...
onunla öğrendim tiyatroyu..şiiri..
bir adam yaratmak'ı oynadık adeta kendi öz hayatımızda:((
babamın mezar taşında dahi onun sözleri:işte iz,geliniz..Allah dost,toprak post..
'o ve ben' le kendimden geçtim,ben de biraz olsun ümitlendim..belki dedim belki..
Çerçeve kadar güzel denemeler var mıdır?ya çöle inen nur kadar O(sav)'nu güzel anlatan,anlayan??
çile'yle çile çile ördük tüm hayatı..
benim için çok önemli bir yere sahip üstad..daha anlatamadığım çok neden..rüyalarımın aynası...
iyi ki güne gelmişsiniz de,kaçırdığımız yazıyla bi kez daha hatırlamışız...
lafı çok uzattım belki ama napıyım..az bile...
kutlarım kaleminizi..