- 882 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AŞKIN İKİ YÜZÜ
AŞKIN İKİ YÜZÜ
Yeşilin ahenkine kendini bıraktığı sert kayalıkların gölgesinde yine bir yaz günüydü uyanışım. Gözlerimi açtım, her zaman ki sakin hatta sıkıcı diye adlandırdığım bir günden farksızdı.
Yaşadığım yer kimilerine göre, sakin ve sıkıcıydı; ancak ben bu sıkıcı huzuru içten içe seviyordum. Şehrin gürültülü patırtısından yoksun olduğum için üzülmüyordum. Zamanımı bir türlü kontrol altına alamadığım hengamelerde harcamıyordum. Sakince düşünmek gerekirse bunun için kendime madalya bile takabilirdim.
Evet pek tercih edilen bir yaşamım yoktu. Ama diyebilirim ki kendimi tanıyor ve ne istediğimi gerçekten çok iyi biliyordum. Zamanımın çoğu, çiflikteki hayvanlarla ilgilenerek geçiyordu. Hele bir tanesi vardı ki, bir zamanlar dostum bildiğim insanlardan çok daha yakın ve sadıktı bana. Ona Rüzgar adını vermiştim . Henüz onunla tanıştığımızda iri siyah gözleri ve çelimsiz bacakları ile ayakta zor duran sevimli bir taydı. Şimdi ise Rüzgar adeta dünyam olmuştu.
Bir zamanlar şehrin karabasanında dimdik ayakta durmaya çalışan bir kadındım. O zamanlar gençliğin verdiği arzuyla şen şakrak, yaşama sevinci olan,başarılı diye nitelendirilen, sıradan bir insandım. Ta ki Emre’yle tanışana kadar…
Tanıştığımız gün, benim için çok heyecan vericiydi; çünkü yeni bir işe girmiştim. Tabiki Emre’nin gözleri çok daha heyecanlandırmıştı beni. Sûhan Yayınevinde mütercimlik görevinde çalışmaya başlamıştım. İlk tercüme ettiğim kitap bir aşk mesnevisiydi. Emre’yle yayınevinin koridorunda karşılaşmıştık. Kendisi yeni çıkıcak olan kitabı için orada bulunmuştu.. Tatlı bir tebessümle merhaba dedi ve kendisini tanıttı. Yazar olduğunu yeni çıkıcak olan “Aynadaki Yansımalar” adlı kitabından bahsetmişti. Kitap, iç döngünün derinlikleri ve hayatın kalıtsal akışından meydana gelen sendromlarla ilgiliydi. Duruşuyla, konuşmasıyla ve en çok da gülümsemesiyle cezbetmişti beni. İlk zamanlar onu hayatıma almak istememiştim. Neden bilmiyorum belki de hayatım boyunca beni kendine hapseden aşkı ,önceden sezmiş olmalıydım.
Emre uzun boylu, beyaz teni ve yeşile çalan yumuk yumuk ela gözleriyle bana bakıyordu. Bana her bakışında öyle çok untanıyordum ki, yanaklarım elma gibi kırmızı kesiliyordu. Oda bunun farkında olmalı ki her zaman o tatlı bakışları esirgemiyordu benden. Onunla olduğum zamanlarda içim öylesine titriyordu ki zaman zaman ruhumu kontrol altına alamaz hale geliyordum.
Artık sık sık yayınevine geliyor, ufak bahaneler uydurarak benimle sohbet etmeye çalışıyordu. Yine sohbet ettiğimiz bir gün beni daha yakından tanımak istediğini söyledi ve akşam yemeği için bir randevu talep etti. Böyle bir talebi olacağını tahmin etmiştim. Bekliyordum ;ancak heyecanlanmamak elde değildi. Çok düşünmeden evet yanıtını verdim. Aynı akşam 8 gibi yayınevinden beni alacağını , şimdi halletmesi gereken işleri olduğunu söyledi ve gitti.
Hemen arkasından iş yerimden izin aldım ve hazırlanmak üzere evime gittim. Mavi bedenimi sıkıca saran bir elbise giyinmeyi tercih etmiştim. Çünkü mavi renk gözlerimin siyahını ortaya çok iyi çıkarıyordu. Pek fazla makyaj yapmadım. Emre’yle bir sohbetimizde doğal insanlardan hoşlandığını, gerek insanın bedeninde, gerekse hayatında fazla abartıya kaçılmaması gerektiği söylemişti. Ayna’daki yansımama baktığımda güzel görünüyordum. 7 gibi yayınevine gitmek için evden ayrıldım. Sûhan Yayınevi, oturduğum eve çok yakındı . Emre’yi bekliyordum. Dakikalar sanki saat gibi geliyordu. Öylesine titriyordum ki bu titremelerim geçmezse onun yanında küçük düşeceğimi düşünüyordum. Bir araba sesi duydum, camdan baktığımda bana bakan bir çift göz gördüm. Sanki titrediğimi bilircesine, sakinleştirmek istiyordu beni.
Yemekteyken sanki büyülenmiş gibi gözlerini alamıyordu benden. Bu durum beni daha çok mutlu etmeye yetiyordu. Zaman zaman bunun bir hayal olduğu fikrini düşünmeden de edemiyordum. Aklımın bana oyun oynadığını düşünüyordum. Garip bir güvensizlik ve kaybetme korkusu kaplıyordu tüm bedenimi. Ben tüm bunları içimden geçiriyordum ama o inadına gerçek olduğunu konusunda gözleriyle meydan okuyordu, hissediyordu beni. Artık emindim. Bizim hissettiğimiz sıradan bir ilişki olarak nitelendirilemezdi. Sonsuzdu ve engin denizler kadar derindi duygularımız.
Artık daha sık görüşüyorduk. Zaman onunlayken akıp gidiyordu. Birlikteliğimizin üzerinden tam 1 yıl geçmişti. Arkadaşlarıma bile çok samimi davranışlar sergiliyordu. Bu durum beni önceleri rahatsız etmemişti. Bana karşı olan ilgisi eksilmiş miydi? Düşünmedim hiç. Belkide eksilmişti ama ben öyle çok seviyordum ki böylesi bir durumu aklıma getirmemiştim hiç.
Yoğun olduğum günlerin birinde yayınevinde sabahlamam gerekmişti. Bu durumdan Emre’yi de haberdar etmiştim. Bana kendisinin de evde çalışacağını söylemişti . İşlerime öylesine dalmıştım ki ben bile henüz anlamadan bir çırpıda bitirmiştim elimdeki tercümeyi. Sonra ona sürpriz yapmak fikri geldi aklıma. Hemen yayın evinden Emre’nin evine doğru yola çıktım. Gittiğimde beni karşısında gördüğü için şaşırmıştı. Tatlı bir şaşkınlık olduğunu düşünerek içeri daldım. Şömine hala yanıyordu. Loş bir hava aksetmişti ruhuma, ürkek bakışlarım o an ki durumu anlamaya çalışıyordu. Çok geçmeden gülümsedi sıcacık gözleriyle, beni sevdiğini biliyordum; ama sebebini bilmediğim bir uzaklaşma hissediyordum. Sanki ruhu benimle birlikte değil gibiydi ve kalbi farklı eksende atıyordu.
Uzaklaştıkça uzaklaştı benden. Elinden düşürmediği bir kitabı vardı. Sürekli okuyor tatmin olmamacasına araştırmalar yapıyordu. Bir gün kitabın adını sorduğumda ‘Mesnevi’ diye yanıtladı. Mevlana Celalettin Rumi’nin kitabı olduğunu biliyordum. Mevlana’yı bende çok sever, feyz alarak okur, rubaileriyle kendimden geçerdim. Emre’yle birkaç konuşmamızda bana Mevlana ve Şems-i Tebrizli arasındaki emsalsiz aşktan bahsetmişti. O anlatıktan sonra bende daha fazla sevmiştim. Ancak yavaş yavaş kopuyordu benden. Tüm karmaşık duyguları bir yana bırakarak biraz kendime zaman ayırmam gerektiğini düşündüm. Aslında bunu çok uzun zaman önce yapmalıydım.
Uzun zamandır arkadaşlarımı ve ailemi ihmal ediyordum. Emre’yle tanıştıktan sonra tüm dünyam o olmuştu. Bu durum yakın çevremin ne denli tanıyor olmamda da etkili oldu. En yakın arkadaşlarım hatta dostum dediğim arkadaşım Nihan da buna dahildi. Benim vefalı dostlarımın hepsi teker teker Emre’ye olan hayranlıklarından bahsetmiş, hatta onunla birlikte olmak istemişlerdi. Bu durumun yıkılmışlığı, Emre’nin an ve an benden uzaklaşması içinden çıkamayacağım bir girdaba sokmuştu beni.
Gel zaman git zaman sonra içinde bulunduğum durum beni bambaşka bir insan haline getirmişti. Nasıl davranacağını bilmeyen, doğruyu yapmaya çalışırken hep yanlış yapan bir kişi olmuştum artık. Sürekli saçmalıyor, akıl almaz kıskançlıklar sergiliyordum. Bu durum onun hoşuna gitmese de beni anladığını umuyordum. Çünkü hep bunu yapmamış mıydı? İlk zamanlardaki heyecanlı titremelerimi hissetmiş beni sakinleştirmişti. Bu durumu da anlaması gerekiyordu.
Anlamamıştı. Beni sevdiğini söyledikten sonra ‘ama’ ile devam etti sözlerine… Ama ile başlayan her cümle bir öncekini tüketmiyor muydu? Bilmiyor muydu yoksa bunu? Konuşmaya devam etti, ben ise; farklı bir dünyanın derinliklerinde çoktan yol almaya başlamıştım. Gözleri kendinden emin, sözleri ise çok netti; artık bu ilişkiyi sürdüremeyeceğinden bahsediyordu. Ara ara sözlerini kesmek istiyordum, başaramıyordum.’ Konuşma’ ‘Sus’ diye bağırsam da o konuştu. Oysa ben duymak istemiyordum, onun kurduğu hiçbir bir cümleyi. Bunları tahmin etmek için müneccim olmak gerekmezdi.
Kendisinin artık farklı bir insan olduğunu söyledi bana. Bana değil, beni ve tüm evreni yaratana ait olduğunu anlattı. Öyle bir aşkla dökülüyordu ki cümleler ağzından, sustum. Konuşsam sanki ne diyebilirdim ki. Beni aldatmamıştı, kendisini bulmuştu. Yarım değil,tamdı artık.
Tüm kentin yıkılmışlığını ardıma alarak kaçtım bu şehirden. Kimsenin beni tanımadığı sadece kendimle başbaşa kalabileceğim bir yer seçtim kendime. Sakin bir hayattı benimkisi tek dostum ve sırdaşım Rüzgar vardı. Mutluydum kendimce. Çiflikte zaman çabuk geçiyordu. Hem aynı zamanda mütercimlikte yapmaya devam ediyordum. Tam bu şekilde 10 yıl kadar geçti. Yayınevi sürekli arıyor ve bizzat gidip onlarla çalışmamı istiyorlardı. Yapamazdım. Onun varlığını bilip, aynı şehirde yaşayamazdım.
Mevsimler geçiyordu. Yapraklar teker teker dökülmeye başlıyor,ağaçlar sapsarı kesiliyordu. Tabiat sanki ruhuma bürünmüş, son demlerini yaşıyordu. Bende yavaş yavaş kendimi bitkin hissetmeye başlamıştım.Bu şekilde kaç mevsim geçti bilmiyorum. Yaşlanmıştım artık ve sonun geldiğini sezgiliyordum içten içe. Tüm bu duygularla kahvemi yudumluyordum ki kapı çaldı. Bitkin bedenim ağır ağır kapıya yöneldi. Gözlerim solmuş eski ışıltısı yoktu ,farkındaydım.
Kapıyı açtığımda karşımda hiç değişmemiş gözlerle bakan bir çift göz vardı. Yeşile çalan ela gözler, nasıl unutabilirdim. Yaşlanmıştı o da benim gibi. Tek kelime çıkmamıştı ağzımdan, kilitlenmiştim. Zaman sanki durmuştu. Sufi bir adam vardı karşımda. Her zaman ki gibi net bir duruş sergiliyordu. Hiç evlenmemiş, sadece rabbine sığınmış bir adamdı o. Ölmeyi bekleyen, yaradanın aşkıyla tutuşan bir sufiydi. Bunca yıl sonra neden gelmişti? Hiç sormadım. Sadece dinledim. Ve yıllar sonra bu adamdan ötürü rabbime şükrettim. Onu benimle bütünleştirdiği için.Artık son mevsimdi kapımı aralayan, bense eşsiz bir huzura eriştiğimin farkındaydım.
Özge Arslan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.