- 3149 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Durdu Çincik: Sevdası Devrimci Yol
Durdu Çincik: Sevdası Devrimci Yol
Mavibereli iki asker, nöbet tutan haki renkli iki askerin arasında duran iki kanatlı, oymalı, verniği kaybolmuş, çok yeri darbelerden zedelenmiş, kimi yerleri kurtlar tarafından oyulmuş kapıyı, incir yaprağı gibi geniş kanatlı ayası, kaslı kolu ve iri yapılı parmaklarıyla itelerken insanın içini acıtan, kulağını tırmalayan ses çıkardı. Kapıda nöbet tutan askerlerde, kapıyı itekleyen askerlerde bu derin gıcırtıya alışık olduklarından hiç bir rahatsızlık belirtisi göstermediler. Alman mimarisine göre yapılmış iki katlı, kırmızı kiremit çatılı , tahta panjurlu, taş binaya girdiler. Nöbet tutan askerler iki mavibereli askerin neden binaya girdiklerini bildiklerinden ne kapıda durdurdular, nede bir sual sordular; sadece anlamsızca, daha açıkcası boş boş yüzlerine baktılar. Beş adım attıktan sonra sağa döndüler. Sola dönselerdi birbirine bakan, içinde ne olduklarını bilmedikleri, uzun süredir kapalı duran oda kapılarını ve karşıdaki telsiz odasını göreceklerdi. Sağ koridorun sonuna varmadan sol kapının önünde durdular. İkiside yere sağlam basıyordu dün gece boyadıkları postallarıyla. Bir adım önde durak karga burunlu laz onbaşının postalı akşam kirlenmişti. Kirlendiğini, kirlendiği anda değilde ancak ayaklarını yıkamak için çıkarmak isteyince görmüştü. Kanın üzeri toz zerreciklerizle kaplayınca kalın bir tabaka oluşturmuştu. Ne postalına sıvanan kan nede postalının içinden yayılan ter kokuları rahatsız etmişti. Bu da alışık olduğu kokular arasındaydı. Ayaklarını yıkamadan önce postallarının dışını yıkadı, kuru bir bezle iyice kuruttu. Getirip ranzasının önüne bırakıp tekrardan banyoya ayaklarını yıkamak için giderken postalına kanın nasıl sıvanmış olacağını ister istemez düşündü; onbeş saniye sonrada bu düşünceyi kafasından hızla uzaklaştırdı. Parmaklarının arasını ovalayarak yıkayarak, omzuna attığı peşkiriyle kurulayarak ranzasına gelip oturdu. Ranzasına uzanmak isterken bir arkadaşının postallarını boyadığını gördü, yanına gidip boyasından menfaatlanarak bir ay önce yenilediği postalını parlatarak itinayla boyadı. Yıkarken gideremediği kanları boyarken tamamen kaybetmişti.
Kapının önünde yirmi iki saniye beklemesinin nedeni ceplerini karıştırıyor olmasındandı. Kapıyı açacak anahtarı arıyordu. Bulunca iki yuvarlak halkaya geçirilmiş olan asma kilidi hiç zorlanmadan açtı. Asma kilitte yeniydi, hiç tutukluk yapmadan kolu dışına atmıştı. Kapıyı içeri doğru iteklerken içeriden suratına doğru birbirine karışmış ter, nefes ve irin kokusu çarptı. Tek alışamadığı kokuda bu kokuydu. Kapıyı her açtığında bu kokuyla buluşacağını biliyordu; her seferinde de suratını kırıştırıyor, burun kanatlarını geriyor, nefesini tutuyordu. İçeriye adım atmadan, kapı eşiğinde durarak, kafasını önce koridora çevirip derin nefes aldıktan sonra oda içerisine seslendi:
“Durdu Çincik”
Oda çok dar değildi, ama çok genişte değildi. İki yanda ikişer kanatlı penceresi vardı. Panjurları kapalıyıdı. Bu yüzden odanın içinde sürekli yanık kalıyordu tepedeki ampul. Sadece kollardaki saatlerden anlaşılıyordu gece ve gündüz ve bir de sorguya götürülünce. Yirmi yedi kişi vardı oda da. Yanyana balık gibi dizilinmişti. Yerlere battaniye seriliydi. Havalar hala sıcak olduğundan ve nefeslerde odayı iyice ısıttığından üstlerine birşey örtme ihtiyacı duymuyorlardı. Gidenlerin yeri kısa sürede doluyordu. Bu nedenle sayı hiç yirmi kişiden aşağı düşmemişti son haftalarda.
Sabah kahvaltısından sonra herkes sırayla ikişer ikişer tuvalate götürülmüş, ihtiyaçlar giderilmişti. Sıra sorguya götürülmeyi beklemeye gelmişti. Önce kim çağırılacaktı, bunu kimse bilmiyordu; sıranında kimse kendisine gelmesini istemiyordu. Kapıda duran mavibereli askerin üzerindeydi tüm gözler ve kulakları dudakları arasında sertçe fırlayacak olan sesteydi.
“Durdu Çincik hadi kalk sorguya”.
Gece ona doğru sorguyu bitirmişlerdi. İki askerin arasında sürütülerek getirilmiş, boş pamuk haralı gibi hücreye atılmıştı. Ayağa kalma gücü olan hücre arkadaşları sürüyerek yerine götürüp yatırmıştı. Gece boyunca uyuyamamış, acılarından uykusunu bütünleyememişti. Gece boyunca hırıltılar çıkarmıs, sorulan sorulara yanıt verememiş, arkadaşlarının konuşmalarını sadece bir gürültü olarak duymuştu. Alman mimarisine göre yapılan orduevi ve ordu evinin içindeki bu bina sorgulama yeri olarak kullanılmaya başlanmıştı üç buçuk ay önce. Arka kapısı Adliye binasının yan duvarına bakıyordu, ön kapısıda Sabancı kültür merkezine bakıyordu. Kavşağın karşı sol çaprazında Müze ve Müzenin ardında da Otobüst terminali vardı. Orduevinin yan duvarı Şehri ikiye bölen E-5 karayoluna bakıyordu.
Akşam soguya alınmak için hücre kapısı açıldığında ve Orduevinin alt katındaki sıra sıra odaların ortasındaki oda da sorguya alındığında henüz üst salonda müzik başlamamıştı. Ama hazırlıklar süratle tamamlanmaya çalışılıyordu. Mutfakta müthiş bir koşturmaca vardı. Salona bakan garson askerler de sürekli masaları kontrol ediyor, eksiklikleri bulamaya çalışıyordu. Müzisyenler yarım saat önce ses düzenlerini ayarlamış, mutfağın kaşısındaki odalarına çekilmişlerdi. Konuklar gelmeye başlamıştı. Yarım saat içerisinde masaların çoğu dolacak, servise geçilecek, servisten yirmi beş dakika sonrada müzisyenler yerlerini alacak rütbeli askerleri ve eşlerini, kızlarını eylendirmeye başlayacaklardı.
İki askerin arasında odaya girdiğinde üç mavibereli askerle birlikte polis memuru İzzettin Ağca’yı, Sarı Niyazi’ yi görecekti. İki saat kırk beş dakika boyunca sorular sorulacak, falakaya yatırılacak, kaldırılıp olduğu yerde zıplatılacak, kum torbasıyla da sırtına sırtına vurulacaktı. Saat dokuz elliye doğru üçüncü büyük kanama gelecekti ağzından. Ağzından boşalacak olan bu kan mavibereli onbaşının postalına akacak, mazaikli betonu kana bulayacaktı. Bu kan bir kez daha sorgucuları tedirğinleştirecek, sorguyu yarına ertelettirecekti. Hücreye götürülmek için avludan geçirilirken, kanatları sıcaktan dolayı açılmış pencerelerden dağılan müzik sesini duymayacaktı. Kendinden yarı yarıya geçmişti.
İki askerin arasında sorguya giderken yalpalıyordu Durdu, askerler kolundan tutmuyor olsalardı iki kez yere yığılacaktı. Sorgu odasında Atilla yüzbaşıda vardı. Sarı Niyazi ayakta, İzzettin Ağca daktilonun başında masada oturuyordu. Atilla Yüzbaşının karşısındaki sandalyeye oturttular Durdu Çincik’ i.
İzzettin Ağca bir süre suratına baktıktan sonra: “Konuşacak mısın yoksa akşam kaldığımız yerden devam mı edelim? diye sorarken ağzından yayılan anason kokusu suratına kadar gelmiş, solunum yolları kapalı olduğundan bu acı ve ağır kokuyu almamıştı; almış olsaydı eğer kesinlikle midesi bulanacak, kusmak için lavoboya koşmak isteyecek, buna izin verilmeyeceği içinde bulunduğu yere kendine hakim olamayıp kusacaktı. Akşam sorgudan sonra Adliyenin karşısındaki Tepebağ mahallesine çıkan sokağın içindeki ocakbaşına gitmişler saat birbuçuğa kadar şalgamla birlikte rakılarını içip, acılı adanalarını (kebap) yemişler, sonra evlerine gidip saat ona kadar terleye terleye uyumuşlardı. Önce Sarı Niyazi, on yedi dakika sonrada İzzettin ağca gelmişti. Atilla Yüzbaşı ikisinden önce uyanmış sporunu yapmış, traşını olmuş, keselenerek duşunu almıştı. İzzettin Ağca geldikten yirmi beş dakika sonra sorgu başlamıştı.
“Hadi oğlum konuş, canından olacaksın, bak şu haline! Öğretmen olmuşsun, böyle mi öğrenci yetiştireceksin sen?”
(Yeni öğretmenlerimizdendi Durdu Çincik, yeni mezun olmuştu Adana Eğitim Enstitüsünden; 1979 mezunuydu. Heyecanlıydı, seviçliydi, idealleri yüreğini deniz gibi kabartıyordu. Birbirinden güzel gençler yetiştirecekti, ezberci olmayan, düşünen, soru soran, sordukları sorunun yanıtlarını arayan bir insan kuşağı istiyordu. Stajerliğini yapmak için bizim okula, Borsa Lisesine gönderilmişti. 1978-79 öğretim yılıydı. Okulun bahçesinde, basketbol sahasının arkasındaki, Gazipaşa Ortaokulunun yan duvarına yaslanmış konuşurken üç arkadaşla, bir öğrenci arkadaş yanımıza geldi, bana bakarak “Muhittin bir stajer öğretmen seni bana sordu, seni görmek istiyormuş, şu an öğretmenler odasında” demişti. Kim olduğunu merak ederek öğretmenler odasına gittim, kapısına vurarak açtım, kafamı içeridekileri görecek şekilde uzattım. Üç stajer öğretmen masanın başında oturmuşlardı. Kapının açılmasıyla yüzleri ister istemez kapıya çevrilmişti. Ortada oturan Durdu Çincik’ ti. Beni görünce yerinden kalktı yanıma geldi. Öğretmenler odasının önünde uzanan koridorda durduk. Durdu Çincik’ i görmek beni azda olsa şaşırtmıştı. Okulu bitirmek üzere olduğunu ve stajerlik için bizim okula geldiğini bilmiyordum, arkadaşlardan da duymamıştım. “Hayırdı Durdu, ne işin var burda?” dedikten sonra durdum, arkadaşın stajer öğretmenlerden biri seni soruyor demesini anımsadım birden. “Artık öğretmen olduk, stajımı da sizin okulda yapacam” diye yanıtladı beni. Okulda stajerliği boyunca karşılaştığımda Durdu değilde, Durdu hoca diyecektim. Artık oda bizim sevimli hocalarımızdan biriydi. Benim dersime hiç girmedi, yada benim olmadığım bir anda dersimize girdi, bilmiyorum. Okul dışında karşılaştığımızda ise hocam dediğimde, beni tatlı bir şekilde uyarırdı; bu uyarıyı hocalığı sevmediğinden yapmıyordu, gizlilik olsun, kimse öğretmen olduğunu bilmesini istemediğinden yapıyordu. Okul dışında yine eskisi gibi öğrencilerini dövmemeye yeminli yoldaşım Durdu’ ydu.)
Gecesini huzursuz geçiren, evinde karısının yanında yatmayıp orduevindeki odasında yatan, sabah sporunda bile aradığı huzuru bulamayan, gerginliği ve tahammülsüzliği her edasına yansıyan Atilla yüzbaşı “konuşsana lan, sorulara yanıt versen ibne” diyerek, sağ ayağını büküp hızla karnına çekip olanca gücüyle, hışmıyla ve kiniyle, postalının tabanıyla göğsünün tam orta yerine indirmesiyle devrilmesi bir oldu. Sandalye altından kaymıştı. Boyun kasları güçlü olmasaydı eğer hiç beklemediği anda gögüs kafesine aldığı bu darbeyle kafasını betona çarpacak, kafatası kırılacak ve kanama geçirecekti. Bu darbeyi o an hiç kimse beklemiyordu. Başta İzzettin Ağca olmak üzere odadaki mavibereli askerlerde beklemiyorlardı. İçlerinde sadece onbaşı hızla kendini toparlamış, yerde nefes almakta güçlük çeken Durdu’ nun baş ucuna gelmiş postalının tabanıyla sol kulağını, sol yüzünü yerde ezmeye başlamıştı. Kulağı ve suratı şekiden şekile giriyordu. Oturduğu yerden kalkıp gelen İzzettin Ağca yarı açık gözlerinin kaydığını görünce askeri iteleyip “ne yapıyorsun, öldüreceksin, önce konuşmalı” diyerek Durdu’ yu yerden kaldırarak tekrar sandalyesine oturttu. Kulağından kan geliyordu; kan sadece içinden değil yırtılan kulak kanadından da geliyordu. Az önceki gibi dik oturamıyordu. Masaya koluyla birlikte gövdesini dayamış, yıkılmamak için destek almıştı. Yerden kaldırılırken ağzına bir tomar ciğerlerinden kan gelmiş, oturtulurken bu kanı güçlükle olsada geri yutmuştu. Sandalyede oturduğu beş dakikalık süre içerisinde sorulan soruları hiç duymamış, sadece hırıltılar çıkartarak nefes alıp vermişti.
Daktilonun yanında dikili duran teslsizden gelen anosla sorguyu yarıda bıraktılar. İki asker alal acele Durdu’ yu hücresine götürüken Yüzbaşının özel ekibi olan On iki kişilik mavibereli tim de silahlarını kuşanarak iki ciphe doluştular. Orduevinin arkasındaki nizamiye kapısından önde sivil polis otosu, arkasından da iki cip çıktı, hızla Hürriyet mahallesindeki karakolun yakınındaki olay mahaline doğru gittiler. Hava kararıncaya kadar kimse sorguya alınmadı ogün.
Gece sorguya alınanlar içerisinde Durdu yoktu. Konuşmayan, bildiklerini polisle paylaşmayan Durdu’ ya karşı büyük bir öfke duyuyorlar, karşısında yenilmişlik psikolojisine giriyorlardı. Bu psikolojiden kurtulmak için mutlaka konuşturulmalıydı, ayrıca ötekilere konuşmamakla kötü örnek olacaktı, başarısızlığın vereceği utançla uzun süre yaşamak zorunda kalacaklardı.
O gece sabaha yakın iyice fenalaşmıştı Durdu. Dakikalarca kapıya vurulduktan sonra nöşbetçi çavuş gelmiş, ne olduğunu sormuştu. “Arkadaşımız ölüyor, hastaneye götürmelisiniz, bakın şunun haline nefes olamıyor, kesik kesik öksürüyor, ağzından kan geliyor, ateşide var” dedi arkadaşları. Asker komutana söylemek için gitti, bir daha da dönmedi. Su içirerek, peşkirle yelleyerek, yüzünü serin suyla yıkayarak geceyi atlattılar. Sabah herkesi birden arka arkaya havluya cıkardılar. Sabah kahvaltısı çamağaçlarının altında, toprağın üzerinde yapılacaktı. Yirmi yedi kişi havluda, askerlerin arasındaydı. Temiz hava herkesi biraz olsun neşelendirmiş, iştahlarını getirmişti. Durdu kahvaltısını yapamıyordu. İştahı olmadığından değil ağzını açamadığındandı, ağzını açsaydı bile çiğneyemeyecekti, çiğnesede yutamayacaktı. Sadece ılımış çayı ağır ağır ve ağzının kıyısından akıta akıta içebildi.
Kahvaltıdan sonra herkes hücreye götürülürken durdu sorguya alındı. Bu kez Atilla Yüzbaşıda, polis Sarı Niyazi de yoktu. Yine aynı yere oturtuldu, karşısında da bu kez İzzettin Ağca vardı. Temiz havada bir saatten fazla oturmak, ılık şekerli çayı içmek biraz olsun gözlerini açtırmıştı Durdu’ ya. Karşısındakine bakabiliyor, tanıyabiliyordu; ama hala irade kaybı yaşıyor, duyma sorunu çekiyordu. “Bak oğlum ben senin bir abin sayılırım, neden konuşmuyorsun, canından olacaksın. Bak arkadaşların kuzu kuzu konuştu, herşeyi anlattı. Sümer mahallesinde sorumluluk yapmışsın, sonra seni ordan almışlar Kanal Yurt mahallesine vermişler. Görüyorsun herşeyi biliyoruz. Kimler var o mahallede adları ne, adlarını söyle yeter, yaptığınız eylemleri sormuyorum, onları zaten biliyoruz biz” dedikten sonra sustu bir süre yüzüne baktı, olumlu veya olumsuz bir refleks alamadı. Çünkü konuştuklarının bir kaçını duymuş, bağlantı kuramamıştı.
(Adem Kütük ‘ ün yakalanmasından sonra Sümer mahallesine bir başka arkadaş bakmıştı, onun gösterdiği başarısızlıktan dolayı yerine Durdu Çincik verilmişti. Mehmet Beyaztaş’ la birlikte gelmişlerdi. Bizimle tanıştırdı. O sıralar Adana Eğitim Enstitüsünde okuyordu. Uzun süre faşistlerin eğemenliğinde kalmıştı okulları. Okula gitmeleri, derslere girmeleri çok meşakatliydi, tehlikeliydi, yakalandıklarında öldürülmeselerde dayak yemeleri kaçınılmazdı. İnançlı ve kararlı bir mücadele sonucunda okullarını faşistlerden arındırmayı başardılar. Durdu okulundaki her faşisti tanımıyordu ama, her faşist Durdu’ yu tanıyordu. Birbuçuk ay kadar birlikte çalıştık. Duvarlara birlikte yazılar yadık, Devrimci Yol dergisini birlikte kahve kahve dolaşarak sattık. Meydan mahallesinden sonra yapılan, bir yoldaşımızın polisler tarafından Eski baraj civarında öldürüldüğü korsan miting gösterisinde kitlenin önünde uzun namlulu silahıyla görev aldı. Sümer mahallesi ilk sorumluluk deneyimiydi Durdu Çincik’ in. Çok kısa zaman sonra Kanal Yurt mahallesine gönderildi. Bu bölgeyi toparkarken, Faşizme karşı mücadeleyi örgütlerken yakalandı.)
“Eğer konuşmayacaksan askelerin eline, vicdanına bırakacam seni” dedikten sonra beklemeye geçti İzzettin Ağca; ardından askerlere bakarak “alın bunu” dedi. Askerler bu emri beklemeye hazır gibi duruyorlardı. Aralarına alıp yere yatırdılar. İlk günlerde falakaya yatmamak için direniyordu, güçlük çıkartıyordu, şimdi bu gücten yoksundu. Tabanlarına inen copun acısını tüm bedeninde hissediyor ama bu acıyı dışa vuracak güçü bedeninde bulamıyordu. Bağırtısı hırıltı halinde çıkıyordu. Falakayı durdurup, eğilip başucuna çöktü İzzettin Ağca. Burnunu sıkarak ağzını açtırdı. Burnunun sıkılma anında nefessiz kalınca bir kez daha göz kayması yaşadı, kalbi tekledi, oksijensizlik beyin hücrelerinin bir kısmını öldürdü. Dayağı yarıda kestirerek kaldırdı. Falaka sopasının ipi ayak bileğine iyice oturunca akan kan ipi kırmızıya boyamıştı. Ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Ayak tabanları şişmemesi ve kangrene çevirmemesi için koşturmalarını söyledi. Dışarı çıkardılar, askerlerin arasında gidip geldi. Çıplak ayakla yere basmak tabanlarını acıtıyor, ama acı bir türlü beynine kadar gitmiyordu. Havanın ne kadar güzel olduğunu farkedecek kadar da şuuru yerinde değildi. Pırıl pırıl bir gün vardı Adana’ da. Güneş günü ısıtmıştı ama yakmıyordu. Hafif esen yel Adana ya tatlı bir serinlik veriyordu; 1979 yılının tatlı bir Ekim günüydü. Ama Durdu’ nun bedeninden terler boşanıyordu. Koşacak, yere basacak takadı kalmayınca dizlerinin üzerine çöktü. Koltuk altlarında çekerek kaldırdılar, yine düştü. Koşturamayacaklarını anlayınca odaya aldılar. Sandalyeye oturttular, postallarıyla çıplak ayağını ovalaya ovalaya ezdiler bir süre. Müthiş bir acı duydu, ilk falakaya yatırıldığı günkü gibi çığlık attı, ses dışarı çıkmasın diye açık olan kapıyı hemen kapadılar. İzzettin Ağca sandalyeyi çekerek karşısına geçti. Kafasını kaldırarak:
“Bak hocam, beni iyi dinle, buradan daha kimse konuşmadan çıkmadı, herkes bülbül oldu öyle gitti. Sen de konuşacaksın, bildiğini söyleyeceksin. Konuşmadan seni bırakacağımı mı sanıyorsun? On beş gün dolunca seni bıraktık diye bir rapor tutarız, iki gün sonra yeniden tutukladık deriz, bu konuşuncaya kadar sürer. Bu dediklerimi iyi düşün. Eğer bildiğini anlatamıyorsan yaz”, askerlere dönerek”alın bunu yan odaya götürün, kalemle kağıt verin bildiklerini tek tek yazsın, bizde bu arada başka işimize bakalım” dedi. Durdu’ yu askerlerin bekleme odasına götürdüler, iki mavibereli askerde bir başkasını sorgu odasına getirmek için hücreye gitti.
Masada oturuyordu Durdu, önünde kağıt ve kalem vardı, kalem tutulmayı, kağıtta yazılmayı bekliyordu. Aldı eline kalemi, altalta olan porşömenleri evirdi çevirdi, önce adını yazdı, durdu, ardından ben devrimciyim diye yazdı yine durdu, gerisini yetiremedi, yazamadı, yazmak istemedi. Ölümle yaşam arasında metcezirler yaşadı. Bir kelime daha yazsaydı eğer gerisi gelecek sonuna kadar gidecekti, bunu anlayınca durmuştu. Karşısında oturan iki asker sabırla bekliyordu. Eline kalemi aldığını gören asker sevinmiş, canıda çay isteyince sevinçle yerinden kalkmış, koşarak çay ocağına gitimiş, üç çay getirmişti. Çay içmek için kadın beline benzettiği ince belli çay bardağını tutan eliyle bir daha kalemi tutmadı. Çaydan sonra yarım saat bekledi askerler, yazmak istemediğine kanaat getirince odaya giren Atilla yüzbaşıya söylediler. Ardında polis memuru Sarı Niyazi ve İzzettin Ağca girdi. Yüzbaşının işretiyle falaka sopası, kum torbası geldi. Falakaya yatırıldı; kum torbasıyla iki kuluncunun arasına vurdular. İlk günlerde her inen torba beyaz tenini kızartmış, derisini yüzmüş, ciğerlerini yerinden sarsmaya başlamıştı; daha sonraki seanlarda ise ciğerlerinde kan toplammıştı, işlevi azalmaya başlamıştı. Şimdi ise aldığı darbeler ciğerini tel tel döküyordu. Son aldığı torba darbesiyle yere yıkılırken ağzından oluk oluk kara pırtılaşmış kan geldi. Kan durmuyordu. Telaşlandılar. Birbirlerinin gözlerine baktılar. Beklemedikleri birşeydi bu. Yapacakları birşey vardı: Hastaneye götürmek. Cip hayırlandı, kollarının arasından ve ayaklarından tutarak cipe koydular. Nizamiye kapısı açıldı, devlet hastanesine doğru ilerledi askeri araç.
Yapılacak birşey yoktu artık, bunu ilk muayenesinde anlamışlardı doktorlar. Bitmişti ciğerleri. Tekrar sorguya götürülemedi. Hastanenin morguna konmadan Adli Tıpa götürüldü. Adli tıpta çalışan hipokrat yeminli doktorlar raporu yarım saatte yazdılar:
Ölüm nedeni kalp yetmezliği.
Muhittin Çoban