- 1232 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Mızıkçı
’Kalbim!’ diyordu; ’Kalbim!’
Onu ilk o zaman fark ettim. Bir toz bulutunun ardında dağılan gölgesini arıyordu kadın. Sepya kareden geriye kimsesiz bir sessizlik kalmıştı. Üstelik her şey yerli yerinde duruyor gibiydi. Yüzündeki mülteci hüzün ve geç kalmış bir gülümsemeyle içeri girdi; hayatına iki beden büyük kapıdan...
Günlerce o kadını düşündüm. Biz düşünmediği zamanlarda yaşamayan insanlardanız. Hani bardağı yere attığında, çıkan gürültüyle irkilen dokunaklı refleksler gibi, korunmasız geriye dönülmezliklerimiz vardır. O kadının boğulma anlarına tanık olmak hücrelerime kadar inen bir yorgunluk bağışladı bana. Öyle ki; ’Gözlerim! Gözlerim!’ diye ağladığını gördüm kadının. Gördüklerinden ve göreceklerinden şikayetçi, bir o kadar suçlu, en çok hissettiği duygu ise pişmanlıkların ruhunda açtığı yas çukuruydu...
Kadının parmak uçlarında geçmiş hisler geziniyordu. Sanki bir ateş, ateşle oynuyordu hiç yanmadan. Gelecekle dalga geçiyor, hesapsızca deliriyordu. Aklından geçenleri okumak, kalbinin içine girip onu çözmek istiyordum. Tüm hüzünleri süpürecek bir güz az ötede öylece duruyordu. Eylül’ün kederinden, acıklı günlerin kalıcı olmadığı anlaşılıyordu. Ama kadın beklemeyi sevmiyor, beklerken birikmeyi reddediyordu.
Kronik ve trajik ağrılar edinmişti kendine. Asıl aklını yoran, yaşarken öldürdüklerinin geriye hiç bir iz, hiç bir gölge ve anımsamaya müsait bir gülümseme dahi bırakmadan göçüp gitmeleri oluyordu. Ölüler konuşamıyor, itiraz edemiyor, haklı çıkamıyordu. Tek bir mağlup ve tek bir galip vardı, o da kendisinden başkası değildi. Bu yüzden aynadaki yansıması onu korkutuyor, iç güdüsel olarak içinin parçalandığını hissediyordu.
Onun haklı çıkmak için her zaman geçerli mazeretleri vardı. Samimiyetlerin riyâkarlığını görmüş, yakınlığın aldatıcı cazibesine gark olmuştu. Sonunda anlamıştı uzakların daha da uzağı olduğunu. Bu yüzden bencil bir yelkovan kuşuna dönüştüğünü sükunet içinde seyretmişti. Kendisine yapılmasını istediği her şey adına, başkalarının hayatını katlederek intikam alıyordu.
Kadının asıl tahammülsüzlüğü, sevdiği insanları özlemekle geçip giden ömrüneydi. Dünyada dünya kadar hasret çeken tek insan kendisiydi sanki. Yerleşik acıdan nefret ediyordu. Yerleşik acı denilen güvenilmez hissin insandan insana geçen arsız bir misafir olduğunu biliyordu. Ne menem bir ağırlığı vardı ki, yükünden ayağa dahi kalkamıyordu.
Kadın bir yere gitmiş ve birini görmüştü. Karanlığın içinde gözleri parlıyordu. Büyülü bir andı ve büyülü bir biçimde o anı en derinine gömmesi icab ediyordu. Kadın parlayan gözlerinin büyüklüğünden yahut büyüttüğünden dehşete düşmüştü. Aşk büyütme haliydi. Göz ile kalp arasında gerçekleşiyordu. Sıradan bir minyatürü alıp büyüte büyüte sıradışı devasa bir heykele çevirmeyle başlayıp neden sonra bir gün heykelin aniden devrilip, kırılıp, parçalanıp, un ufak olması ve sıradan bir toz yığını haline gelmesiyle son buluyordu. Bu hale de aşkı küçültme hali deniliyor olmalıydı, zira yine göz ile kalp arasında gerçekleşiyordu. Öyle ki aşkın iki hali vardı; büyüme ve küçülme. Ama küçülen bir aşk bir daha asla büyümeye elverişli yağmurlardan nasiplenemiyordu...
Yine de hala söze dökülemeyen bir şeyler vardı. Kuşlar hala uçuyor, buz gibi gri binaların içlerinde sıcak ikindiler yaşanıyordu. Kadın ümitsizlik içmiş bir üşengeçlikle neyin peşinde olduğunu, nereye varmak istediğini, nerden çıkageldiğini ve peşinden koştuğu şeyin yalnızca kendi gölgesinden ibaret olduğunu bilmiyordu. Aitlik hissi can sıkıcı bir durumdu. Hele ki nereye ait olduğunu bilememek en beteri olmalıydı. Kadın hayatın kısa ama uzun acılarla dolu olduğunu tutturmuştu. Bundan o kadar emindi ki, mutlu olmanın ruhunda bıraktığı bahar kokulu, kuş cıvıltılı titreşimlerinden yıllardır yoksundu.
Bir gün canı mızıkçılık yapmak istedi. Sonra istemeye istemeye arkasını dönüp şöyle bir baktı geriye. Gölgesinden başka kimsecikler yoktu. Aklının koluna girdi, kalbini ikiye böldü, o meçhul, o beyhude ve o muallaktaki karanlığa doğru yürümeye karar verdi.
Artık kendisine; beklemekle geçen ömür ziyanda mı, umutta mıdır diye sormamak için yola koyuldu. Yargılayarak yaşamayacak, ’’uyuyarak’’ idam etmeyecekti güzelim günleri. Oyundan atılan mızıkçıların, sıfırdan başlama cesaretiyle burnunun dikine doğru ilerledi..
fulya/eylül2012
YORUMLAR
Öykü-deneme havasında geçen bir yazı okudum-sanki-, ya da öyküsel bir deneme mi
demeliydim, bilemiyorum? Yani anlayacağınız ilk başta, bir deneme mi okuyorum acaba diye
kendime sormadım desem büyük bir yalan olur ,sizce de kulağa da pek hoş gelmiyor mu bu iki tâbir?
...
Sonra,
Okumaya devam ettikçe de yazıyı,hiç de öyle olmadığının farkına vardım,geç de olsa.
Anlaşılması zor bir yazı olduğu için mi böyle konuşuyorum,yoksa?
Keşke bu soruyu sormasaydım kendime! Pişman oldum nedense. Olsun. Ama yok, yine de aklım kaldı,
neydi bu okuduğum tam olarak? Aslında anlattıklarımda ciddiyim;yani öyle gözlerimi yumarak mızıkçı’lık
yapmıyorum. Bakın,her şey karıştı şimdi,ama düzenli bir şekilde.
…
Anlattıklarımın ötesinde de en önemlisi, gittikçe daha bir derinleşiyor olmasıdır yazdıkların.
Eminim ki sen de farkındasındır bunun. Sonrası vesaire…
Böyle olunca da okuma keyfi artıyor,gerçekten. Ve tabii imlâya olan sadakatini
görmemek mümkün değil.
''Beni felsefeyle anla!''
Harun Aktaş tarafından 9/21/2012 10:03:31 AM zamanında düzenlenmiştir.