- 998 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
İKTİDAR
Anadolu’nun şirin kasabasında eşraftan bir ailenin en küçük kızıydı. Ufak tefek, düzgün vücut yapısına sahip, iri gözlü, etrafı çillerle süslenmiş hokka burunlu, utangaç ve kendine güveni az olan bir kasaba kızı. Babası bir bakkal işletiyor, kasabalı hemen hemen bütün ihtiyaçlarını onun bakkalından karşılıyordu. Halleri vakitleri iyiydi. Mazbut yaşantılarıyla kasabada sevilir, sayılırlardı. Evlerinde geleneksel ve dindar bir yaşam tarzı vardı. Doğduğu gün babası, kulağına Peygamber Efendimizin eşinin ismi olan Hatice’yi dualar eşliğinde fısıldamış, cemrelerin düştüğü zamana rastlaması nedeniyle de göbek adını ‘’Cemre’’ koymuştu. Ortaokuldan sonra eğitimine son verildi. Zaten öyle parlak bir öğrenci değildi. Okumayı sevmiyordu, pek akıllı denilemezdi ama kurnazlığa kafası iyi çalışırdı. Çocukluğundan bu yana evlendirilmeye programlandırılmış, evinde çeyiz işleyerek iyi bir kısmet bekliyordu. Ablaları, kasabadan evlenmiş, çoluk çocuğa karışmışlardı. Muhtemelen onu da böyle bir gelecek bekliyordu. Ama kader kartlarını başka oynamış, Hatice’nin karşısına Mülkiye’yi henüz bitirmiş, bürokrasiye ilk adımını bu kasabada atan, yakışıklı, görgülü, büyük şehirde hayatını geçirmiş Erdem’i çıkarmıştı.
Erdem, iyi eğitim almış, görmüş geçirmiş bir ailenin tek oğluydu. Kasaba eşrafı onu çok sevmiş, hemen bağırlarına basmışlardı. Adetlerimizde olduğu üzere bu gözde bekâra, helal süt emmiş bir kız bakmağa başlamışlardı bile. Ve sevilen, sayılan bakkalın kızı Hatice en iyi adaydı.
Yalnızlık zordur. Hele birde Erdem gibi, bilmediğin bir yerde hayata yeni atılmış bir gençsen. Ailesi ile geçirdiği el bebek gül bebek günleri bitmiş, her türlü sorumluk üstüne abanmıştı. Annesi, tahsil ve yaşam biçimi farkı nedeniyle Hatice ile evlenmesine karşı çıkmış, ancak bu utangaç ve şirin kızı görünce, Erdem’in evlenme fikrini onaylamıştı. Anadolu’nun o uzak kasabasında iyi bir ailenin kızı ile evlenmekle daha da güvende olacağını düşünüp, uzatmadan nikâhı kıydılar.
Hatice’nin etekleri sevinçten zil çalıyordu. Ama o kadar akıllı olmasa da, kocasıyla arasındaki hem kültürel, hem de fiziksel uyumsuzluğun farkındaydı. Belli ki bu evliliğe adapte oluncaya kadar, kendine güven açısından problemler yaşayacaktı. Burada kurnazlığı devreye girdi. İlk olarak ‘’Hatice’’ isminden vazgeçip, ‘’Cemre’’ ismini kullanmaya başladı. Bütün aile, akrabalar, arkadaşlar tembihlendi. Zamanla herkes bu yeni isme alıştı ve Hatice ismi sadece kimlik kartında kaldı. Ama ben bu hikâyede Hatice ismini kullanacağım, zira O benim nezdimde hep Hatice olarak kaldı. Boy sorununu da yüksek topuklu ayakkabılarla kısmen aştı. Eski giyim tarzını da babasının evinde bıraktı, ve kocasının çevresine uygun tarzda giyinmeye başladı. Artık mahalle terzisine gitmiyor, büyük şehrin butiklerinden giyiniyordu. Bu evlilikte aşk yoktu. Zaten Hatice’de böyle bir derinlik de yoktu. Bütün ilişkileri hep yüzeyseldi. Aşkın heyacanını, tutkusunu hiç tatmadı. Bütün çabası, şık ve güzel görünmek, iyi bir eve kavuşmak, itibarlı bir kocası olup, varlıklı yaşamaktı. Bütün bunları da ne kendisi için ne de kocası için istiyordu. Onun ihtiyacı sadece çevresinin onayıydı.
Bütün bu değişiklikleri yaparken iç dünyasını zenginleştirmeyi düşünmedi. Hiç kitap okumaya heves etmedi. Müzik zevki belli bir seviyenin üstüne çıkamadı. Gazete okumaz, televizyonda ‘’haberler’’ başlayınca mutfaktaki işlerini yapmaya giderdi. Takıp, takıştırıp, ‘’altın günlerine’’ katılmaya bayılırdı. Kocası bürokrasinin merdivenlerinde yükselirken, taşındıkları büyük şehirde, eğitimli ailelerle tanışma fırsatı oldu ama onlara uyum sağlayamadı. Özellikle derneklerin aktif üyesi olan ve briç oynayan bu kadınlara hiç ısınamadı. Zaten briç oyununun o taktik ve düşünmeyi gerektiren yapısına aklı yetmezdi. Onun oyunu ‘’konken’’di. Haftanın üç gününü konkene ayırır, bol pasta börek atıştırmalı bu oyunu oynarken kurnazlığı çok işine yarar, elindeki kâğıtları ustalıkla bozar ve yeni oluşumlar yaratırdı.
Kocası efendi adamdı. Bu evlilikte aradığını bulamamış, beklediği heyecanları yaşayamamıştı ama, namuslu, evine çok iyi bakan, kendisine hürmette kusur etmeyen eli yüzü düzgün bir karısı vardı. Bu durum onun işine daha fazla yoğunlaşmasına neden olmuş, hızla tepelere yükselmişti. Karısına iyi davranır, onun kapasitesini bilir, fazla beklentilere kendini kaptırmazdı. Evliliğinin ilk yıllarında karısını kırmadan biraz eğitmeğe çalıştıysa da, Tiyatro, Opera, Bale ve Konserler gibi ruhu yücelten kültürel faaliyetlerden sıkıldığını fark edip, onu götürmemeye başladı. Kısa zamanda bir kız, bir oğlan iki çocukları oldu. Karısı iyi bir anne idi. Uzun yurt dışı gezilerinde gözü arkada kalmaz, çocuklarının ve evinin sorumluluğunu alabileceğini bilirdi. Hatice doğumlardan sonra evine yardımcı almış, altın günü ve konken partilerini rahatça devam ettirebiliyordu. Bu partiler kendi evinde olduğu zaman ise yardımcısını biraz aşağılayarak hizmet ettirir, arkadaşlarına hava basardı.
İlk defa yurt dışına kocasının sayesinde çıktı. Üst düzey bürokratlara verilen kırmızı pasaportunun meslek hanesinde ‘’filanca beyin karısı’’ yazılıydı. Yani kendisi kocası olmadan bir hiçti. Bu gezilerde kocası toplantılara katılırken o, gittiği şehri tanımak, müzelerini gezmek yerine o zamanlarda Türkiye’de olmayan alış veriş merkezlerini gezer, bavullarını giyim, kuşam, manasız biblolar ve mutfak gereçleriyle doldururdu. Doğal olarak da memlekete döner dönmez arkadaşlarını konken partisine çağırır, aldıklarını onların gözlerine adeta sokardı. Her şeyi kocasının sayesinde gördü. Beş yıldızlı otellerde konakladı. Harika tatil köylerinde çocuklarıyla beraber tatiller yaptı. Dış görünüşünü o kadar değiştirdi ki onunla birkaç sefer konuşmayan sığlığını anlayamazdı. Kurnazlığı sayesinde de her sıkıştığı noktada bir çıkış yolu bulurdu.
Kocası ona sadık kaldı mı? Bilemiyorum. Ama yaptıysa da edebiyle yaptı. Çünkü hiç birimiz böyle bir ihanete tanıklık etmedik. Hatice zaman, zaman Türk kadının sıkça dile getirdiği;
‘’benim kocam yapmaz’’ cümlesine sığınır, ancak onu gizli, gizli kıskanırdı.
Yetiştiği o taşra kentinin terbiyesinin etkisinde kalarak;
‘’önce hoca, sonra koca’’ ilkesine sadık kalır, annesinin evine ziyarette gittiğinde ‘’Bağlama’’ büyüleri yaptırır, kocasına tuhaf şeyler yedirip içirirdi.
Yıllar, bu düzende, kocasını kendisinden üstün görerek, ama bunu kimseye sezdirmeden geldi geçti. Çocuklarının eğitimi tamamlandıktan sonra şanına layık, görkemli, bol takılı düğünler yaptı ve onları yuvadan uçurdu. Şanslıydı. Hayatın kötü cilveleri ile hiç karşılaşmadı. Ufak tefek sıkıntıları ise kocası ona belli etmeden hallederdi. Geçim derdi nedir bilmedi.
‘’ben otobüs ve dolmuşa hiç binmedim, elektrik faturası nasıl yatırılır bilmem’’ diye kendince öğünür, arkadaşlarının arasında ‘’küçük dağları ben yarattım’’ dercesine dolanırdı. Bu güven ortamı kendisinde marazi bir ‘’EGO’’ yaratmasına neden olmuş, özel olduğuna kendisi de inanmaya başlamıştı.
Ne olduysa kocası emekli olduktan sonra oldu. Başarılı bir iş hayatından sonra kocası birinci dereceden emekli olmuş, bir evi, bir de yazlığı, makam arabası yerine mütevazı bir arabası ve az biraz birikmiş parası ile karısıyla baş başa kalıvermişti. O şaşaa bitmişti. Artık onu ne konken partilerine götürecek makam aracı, ne de kapısını açan şoför vardı. Üstüne üslük, bir de yirmi dört saat evde kalan bir koca. Kısa zamanda sıkılmaya başladı. Kocasını çok mu gözünde büyütmüştü acaba? Şimdi ona artık çok sıradan geliyordu. Biraz yaşlanmış, saçları azalmış ve beyazlaşmıştı. Ayağının altında dolaşıyor, ne zaman mutfağa gitse o da arkasından geliyordu. Hep kendisine hizmet bekliyor, her zamanki gibi kahvesini masasına istiyordu. Konken arkadaşlarının kocaları kahveye veya lokallere gidiyorlardı. Kendi kocası ise çalışmaktan başka bir şey yapmamış, hiç hobi, edinmemişti. Sigara alışkanlığı ise onu çileden çıkarıyor, yaz kış demeden adamı balkona atıyordu. Onun için kocasının zevkle, kahve eşliğinde sigarasını içmesinden, perdelerinin kokmaması daha önemliydi. Hele altın günü veya konken partisi kendi evinde olduğu zaman ise, kocası tam bir baş ağrısıydı. Bir gün önceden migreni tutar, onu sabah erkenden sokağa atardı.
‘’nereye gidersen git, beni ilgilendirmez, yediden önce de gelme’’ derdi. Kendisi bir yere gideceği zaman ise;
‘’ben çıkıyorum, buzdolabında bir şeyler var, yersin. Gazetelerini ve kitaplarını da ortalıkta bırakma’’ der, yüzüne bile bakmadan kapıyı çarpar çıkardı.
Konken partilerinde ise eskisi gibi kocasının başarısından, birlikte katıldıkları balo ve resepsiyonlardan, gittikleri her yerde nasıl kabul gördüklerini anlatmıyordu artık. Onun yerine, kendisine nasıl ayak bağı olduğunu, her an dibinde bittiğini, habire hizmet beklediğini ve artık çok sıkıldığını anlatır oldu. Hastalığına ise hiç inanmazdı. Kocası bu konuda sızlanırken hiç dinlemezdi bile.
‘’uydurma, senin bir şeyin yok, çık dolaş biraz’’ der adamı enikonu azarlardı.
Bu davranışı senelerce, giderek daha ağırlaşarak, daha baskıcı devam etti. Ve halen de devam ediyor. Bilmiyorum ölürse üzülür mü? Belkide timsah gözyaşları döker, üzerinden bir yük kalkmışçasına yeni hayatına kaldığı yerden devam eder. Kim bilir?
Ama bildiğim bir şey varsa o da kocasını, sadece gücü ve kendisine sağladığı konforu için seven, bu imkânlar ortadan kalkıp, kocası ‘’İKTİDARDAN’’ düşünce, artık onun bir hiç olduğunu düşünen kadından daha acımasızı yoktur.
YORUMLAR
Arada aşk yoksa ve ilişki karşılıklı fayda temelinde kurulmuşsa, faydanın ortadan kalktığı anda ilişkinin bitmesi veya katlanmaya dönüşmesi kaçınılmazdır. Kadın olsun, erkek olsun karakteri sağlam değilse onunla hayatı paylaşmak eziyetten başka bir şey olamaz. Tüketim toplumlarının kaçınılmaz davranış biçimi olarak, bilerek veya bilmeyerek her şeyi kolayca tüketiyoruz. Buna dostluk, sevgi, dürüstlük gibi hasletler de dahil.
Gerçekliği konusunda şüphe duymadığım hikayenizde temel sorunun aynı ortak paydada buluşmayan iki insanın hayatını birleştirmesi yanlışı olduğunu düşünüyorum. Matematikte kesirli sayılarla toplama çıkarma yapılırken önce paydalar eşitlenir. Aksi takdirde sonuç yanlış olur. Keza aynı frekansta olmayan iki telsizin görüşmesi mümkün olmaz. Sadece cızırtı duyarsınız. Bu hikayenin kahramanı kadın ama erkeklerde de durum farklı değil.
Ayten Tekin
’İKTİDARDAN’’ düşünce, artık onun bir hiç olduğunu düşünen kadından daha acımasızı yoktur.
çok haklısınız...
İbretlik bir olay...
Öyküye kendi düşüncelerinizi de katmışsınız.
Tebrik ediyorum...
Selamlar...
Ayten Tekin
Tekrar teşekkürler...